HABER MERKEZİ
Gecikmiş kar’ın her tarafı bembeyaz eden örüntüsü ile güne başladığımızda herkeste sevinç ile şaşkınlık arasında sıkışmış bir duygu coşkunluğu oluşuyordu. Kimse bunu açıkça söylemiyor ve herkes sobaların başına koşarcasına geliyor ama gözlerin hemen hemen hepsinde bu geç kalan kar’a ve ortalığa serilmiş olan bu beyaz görüntüye olan hayranlığı çok çabuk yakalayabiliyor insan.
En çok ayaklarımız üşüyor ve direk sobaya en yakın yerlerde ayaklarımızı ısıtıyor ve ıslanmış ayakkabılarımızı kurutmaya çalışıyoruz ve biraz sonra tekrar ıslanacağını da çok iyi biliyoruz. Bunun yanında mümkün mertebe biraz hacimsel sıkışmalarla bütün canların etrafımıza, sağımıza, solumuza gelmesini isteyerek “gelsene Heval sen de ısıt kendini” diyerek, ısınan ayaklarımızla sıcak sohbetler oluşturuyoruz. Ama eksik kalan bir şey ise zaman geçtikçe daha ağır bir şekilde kendini hissettirmeye başlıyor. Aklıma adını unuttuğum İspanyol yazarın “Sakın Yatağın Altına Bakma” adlı o güzel, güzel olduğu kadar da post-toplumcu olan romanı geliyor birden. Gözlerim ayakkabılarda, paçalarına kadar çekilmiş çoraplarda ve gerçekten diyorum: “bunlar birbirini yer mi, birbirleriyle çeşitli maceralara açılır mı?”
O anda ellerine geçirmiş olduğu kocaman eldivenlerle ve boynundaki şalıyla içeri giren Medya arkadaşın gözlerindeki ışıltıyı çabuk anlıyorum, ki o da ona yöneltilmiş bakışlara yönelik “hadi ne duruyorsunuz, gelin kar topu oynayalım” diyor. Sanki herkesin uzaklardan ve saatlerdir beklediği haber yerine ulaşmış gibi oluyor ve birden bir hareketlilikle herkes, mümkün mertebe üst yamaçlara yöneliyor. Neden mi üst yamaçlar? Biz savaşın içinde kalan ve savaşa aşikar olan tutkulu insanlar için her zaman hakimiyet noktası, yaşamla eş değer olmaktadır. Bunun için de yaşamla o kadar çok iç içe geçmiş olan bu doğal kaideyi uygulamak, bizler açısından içsel bir harekete dönüşmüştür. Bundan dolayı da oyunumuzda bile savaşın gerekliliğine göre hareket ediyoruz ve yukarılara ulaşanlar, başlıyorlar alt kademelerde olanlara ilk atışları yapmaya. Bunlar, yani bu ilk atışlar daha çok yoklama ile taciz arasında oluyor. Bir de safları belirlemek için de bu atışlar geçerli olmaktadır.
Ben o gün günlük görevli olduğum için bu taktiği savaşa, ruhu ise dinmemiş çocukluğa dayanan oyuna katılamıyorum ve oynayan yoldaşları bir parça da olsa izlemeye çalışıyorum. Arada bir beni de bu oyunun içine çekmek için bazı atışlarını bana doğru yapıyorlar. Ama ben çalışmam gerektiğini bildiğim için “tahrik edemezsiniz” diyorum uzaktan ve her ne kadar taciz amaçlı olsa da, yapılan atışlardan kendimi korumaya çalışıyorum. O anda gözlerimle bu coşkunluğu açığa çıkarmış olan Medya arkadaşa bakıyorum, boynunda spazm varmış ve ciddi anlamda belinden rahatsızlıklarıyla boğuşuyormuş, kimin umurunda kocaman eldivenlerinin arasına topladığı karları, aceleci bir şekilde ovuşturuyor ve istediği şekli aldığına kanaat ettiğinde, öncesinden belirlediği hedeflerine yönelik birbiri ardına atıyor kar toplarını. Her atışının sonunda da bakıyor karşısında hedef olarak yer alan arkadaşların canlarının yanmadığına emin olmak istiyor. Çünkü biliyor her ne kadar oyun da olsa bu masumiyet, bir yoldaşın vücudunda hassas olan bir yere bu buzullaşan kar topları değse, onun canı daha çok yanacak…
Ne olduysa bu arada oluyordu. Anlık bir gaflete düşüyordum, öncesinden bu anı kollayan Bermal arkadaş arkamdan kocaman bir kartopunu bana atıyor ve yüksek atış isabetiyle, beni tam istediği şekilde vuruyor. Başımda dondurucu bir soğukluğu hissediyorum, üstüme dağılmış olan kar parçalarını temizlemeye çalışıyorken, dönüp ona baktığımda; bana bakıyor ve gülerek elindeki diğer kartopunu hazırlıyor, ben de saldırır gibi önce arkasından koşturuyor gibi davranıyorum ama en iyi savunmamı bu şekilde yapmış oluyor ve oradan uzaklaşıyorum. Gün boyu kartoplarının böyle havayı yırtarak uçuşmasından sonra, üşüyen ve yorulan arkadaşlar tekrardan toplanıyorlar, taze ve demli çaylarımızla televizyondaki haberleri izlemeye başlıyoruz.
Televizyonda o güne denk gelen bir şansızlığı mı, yoksa bin yılların dinmeyen bir acımasızlığı mı olduğu çok da belli olmayan bir haber, dışarıdaki kar toplarından daha soğuk bir şekilde yüzümüze ve hatta tüm ruhumuza çarpıyor. Batmanlı Berivan’ın taş atmış olması ve on beş yıllık hayatına, on üç yıllık cezanın kesilmesi bizi olduğumuz yere mıhlıyordu. Medya eldivenlerini çıkarmış ve üşümüş ellerini ovuşturuyordu, Bermal arkadaş ise kıpkırmızı olan ellerini nefesiyle ısıtmaya çalışıyordu. Hem onların hem de diğer canların gözleri habere kilitlenmişti.
Ben önümdeki yemeğe tuz eklemiş ve karıştırıyorken, kulağıma haberin devamı geliyordu ama gözümün önüne Berivan’ın yüzü ve elleri geliyordu. Taş atmış olmasıyla yaşanan bu zulüm ve baskıların sebebi diye bir gerçeğin bu dünyada olmadığını ve hiçbir zaman olmayacağını çok iyi biliyorum. Ve bu durumun yeni olmadığını, yani “İLK”in yıllar önce kaybolduğunu iyi biliyorduk. Amiyane bir şekilde izan edilmese de tüm arkadaşlar bunun farkındaydı. Birçoğumuz geçmişimizde taş attık, Molotof attık. Yani zamanın statikleştiği bir durum karşısında sadece ve sadece biraz daha öfke biliyoruz.
Bu kadar acizane ve korkak zihniyetin yaratacağı bir geleceğin olmayacağını çok iyi biliyoruz. Bu zulümlerin ve baskıların bizi getirdiği yer burası, ya sizi götürdüğü yer neresi? Siz bakmayın bugün kar topu attığımıza, ellerimiz hem tetiğin ıslaklığına ve hem de pim’in halkasının kudretine alışkındır. Bakmayın ellerimizin üşümüş olmasına, nice Beritan’ın isyanını çok çabuk bir şekilde salarız damarlarımıza ve yapışıveririz kursağınıza…
Toprak Cemgil