HABER MERKEZİ –
Kuzey rüzgarlarının ağırlığı altında ezilen uzun ve karanlık bir gecenin içinde, sadece toprağa batırılan, kimi zaman da taşlara çarpıp tiz bir sesle yankılanan bir kazmanın sesinden başka bir şey duyulmayan Ömeryan vadilerinin birinde harıl harıl çalışmaktaydık. Karpuz dilimini andıran ay, beşinci gününe biraz önce girmişti. Yıldızlar sürüsü, gökyüzünde büyük bir ihtişamla güzelliklerini sergiliyor, ay ışığının da aralarına katılması gökyüzüne olağanüstü bir güzellik katıyordu. Ta uzaklardan gelen kurt sesleri gece karanlığını yırtıp bize ulaşıyor ve hemen yanı başımızda bulunan, kalın ve yüksek bir meşe ağacının üstündeki baykuşun sesi kötüyü, tehlikeyi haber veriyordu. Küçükken babamızın dilinden dinlediğimiz masallarda bu hep böyle anlatılmaktaydı. Batıl inançlarda olumsuzluğun habercisi ve figüranı olan baykuşun üstümüzde dolaşması boşuna değildi. Ve biz bunu fark etmeyecek kadar çalışmaya dalmış bir şekilde sabah olmadan elimizdeki işi bitirmeye çalışıyorduk.
Daracık bir vadinin içinde daha önce büyük bir taşın altı oyularak hazırlanan ve yarıda bırakılan bir sığınağın tamamlanmasıyla uğraşıyorduk. Sığınağın içinde kazma darbeleriyle eşilen toprağı kısa saplı bir kürekle torbaların içine doldurup ta uzaklara kadar taşıyor, arazide bulunan taşların arasına sıkıştırıp geliyorduk. Bu iş gecenin geç vakitlerine kadar devam etmiş, her gidiş-geliş artık adeta bir işkenceye dönmeye başlamıştı. Arazide iz çıkmasın diye taşların üstünde seke seke gitmekten bir hal olmuş, yorgunluktan, uykusuzluktan bitkin düşmüş, artık torbalardan ziyade kürekleri sayar olmuştuk. Mevsimin kış olmasından dolayı geceyi kuşatan soğuk hava iliklerimize kadar işleyip dudaklarımızı titretiyordu. Bizim işimiz bitmiş, geriye sadece araziye taşıdığımız toprakların üstünü kamufle edip araziye uygun hale getirmek kalmıştı ve bu iş ince bir bağ işi kadar hassastı. Kamuflajı sağlam yapılamayan bir sığınak, beraberinde ölümü de getirebilirdi. Mardin gibi bir alanda yaşamın tek güvencesi, hareket tarzındaki duyarlılık, gizlilik ve kamuflajdı. Bu bütün alanlar için geçerli olsa da, Mardin’de bu çok daha önemli olmakta ve hayatın vazgeçilmez bir parçası olmaktaydı. Sabaha saatler kala kamuflaj işini bitirip sığınağı olduğu gibi kapatarak kullanmakta olduğumuz diğer bir sığınağa doğru yola koyulmuştuk. Yorgunluğun etkisiyle yürümekte güçlük çekiyor, yokuş tırmandığımızda bazen bir adım ileriye atlarken, iki üç adım geriye geliyor, düşecek gibi oluyorduk. Sığınağın çok fazla uzak olmadığını bildiğimiz için de bir diğer adıma yükleniyor ve bir an önce yerimize varmaya çalışıyorduk. Sığınağa iki yüz, üç yüz metre yakınlaştığımızda ay ışığı gökyüzünde son çığlıklarını atmaya başlamış, yerini ardından doğacak olan güneşe bırakmak istemezcesine, adeta çekile çekile giderken, doğuda, ufukta çoban yıldızı görünür olmuştu. Bizlerse ayakkabılarımızı çıkarmaya çalışıyor ve ayakkabı izi çıkmasın diye, taşların üstüne yalınayak basarak yürümek zorunda kalıyorduk. Yerlere düşen kırağıdan dolayı zemin ıslak ve soğuktu. Yavaş yavaş yürümeye çalışırken yerinden oynayan taşları düzelterek ilerliyorduk. Sığınağın üstüne vardığımızda ayak tabanlarımız yarılırcasına yanıyor ve üşüyordu. Önceki öğünden kalmış patates haşlamasını ısıtıp sofraya koyduğumuzda ne kadar acıktığımız, çayın kaynamasını beklemeden tandır ekmeğiyle kaşıkladığımız patatesleri yememizden anlaşılıyordu. Tıpkı annesinin sütüne saldıran çocuk saflığıyla bunu yapmıştık. Çayın kaynamasıyla beraber, yorgunluğumuzu dindirecek olan tek ilaçtan birer kadeh alıp yudumlamamızla birlikte, yorgunluk giderek yerini uykunun dayanılmaz ağırlığına bırakmıştı.
Sığınak yer altında olduğundan, içerde müthiş bir nem havası esiyor, nefes alıp vermekte bile bir hayli güçlük çekiyorduk. İçerisi naylonla kaplı olduğu için, nefes alıp verme ve tüpün yanma ısısından oluşan buhar, su damlacıkları halinde tavandan damla damla üzerimize düşüyordu. Alıştığımız bir mekan olduğu için çok fazla itici gelmiyor, aksine hepimiz için en rahat sıcacık bir oda gibi geliyordu. Yakın köylerde, ezan sesiyle beraber yükselen köpek ulamaları, ta sığınağın içine kadar geliyordu. Yatmak için, sığınağın ağzını kasayla kapatmaya çalışan Bawer arkadaşı bekliyorduk. Sığınak kapısı onun için adeta bir görev halini almıştı. Aramızda en güzel o kapatıyordu. Her zamanki gibi dinlenme deliğinin, taşlarını yerleştirdikten sonra iş bitmiş ve yatma pozisyonuna geçmiştik. Başımıza geleceklerden habersiz, uyumaya çalışıyorduk.
…
Güneş geceyi yarıp ortalığı aydınlığa boğmuştu. Işık, duvardaki deliklerin bir iki tanesinden ince çizgiler halinde sığınağın içine damlıyordu. Bir arkadaş sabah dokuza kadar, yatar halde dışarıda kalarak olup bitenleri dinlemeye çalışırdı. Düşmanın cihazlarını anı anına takip edip hareketlerini öğrenmek için cihazlarımız sürekli taramadaydı fakat o gece, çalışmadan dolayı takip etme fırsatını bulamamıştık. Zaten düşman da, onları dinlediğimizi bildiğinden, hareket ederken çoğu zaman cep telefonu kullanıyordu. O sıralarda köyler üzerinde düşmanın yoğun bir baskısı hakimdi. Bunu bildiğimiz halde, çalışmalara yüklenmek zorundaydık. Partimiz yeni bir stratejik sürece girmiş, gücünün çoğunu alandan çekmiş, fiili temsilini, umudunu, iradesini, başarısını, bu alanda bulunan bu dört arkadaşın mükellefiyetine bağlamıştı. En küçük bir başarı ve en küçük bir katkı da, bu alanda çok şeyin değişmesine yol açacaktı. Düşman bunun farkında olduğundan bizi ciddiye alıyor ve o temelde bir yönelim için hazırlık yapıyordu. Köylerde ajan faaliyetleri eskiye nazaran çok daha fazla geliştirilmişti. Her köye gidiş gelişimiz rapor olarak düşmana ulaştırılmaktaydı. Kabarık bir dosya haline gelen bu raporlar, düşmanın daha da rahatsız olmasına neden oluyor ve onları yeni yönelimlere sevk ediyordu.
Araziye çıkan düşman güçleri, taşların üstünde, ıslakken basılmış ve halen kurumamış bir iki adımlık mekap izi bulmuştu. Bu bulgu, sığınağın aşağı yukarı nerede olabileceğine yönelik hesap yapması için düşmana yeterliydi.
Uyku halinde düşüncelere dalmışken, ağır bir el üstüme çökmüş ve beni sarsarak uyandırmıştı. Uyanmamla birlikte, içime bir ürperti perdesi düşüvermişti. İlk defa bu şekilde uyandırılıyordum. Hafiften kafamı kaldırdığımda Sadık arkadaş, parmağını dudağına götürerek “Şşşşşş…” demiş, baş parmağıyla dışarıyı göstererek “Sesler geliyor” demişti. Hiç yerimden kıpırdamadan Bawer ve Diyar arkadaşları da uyandırmıştım. Sesleri artık biz de duymaya başlamıştık. Sesler gittikçe kalabalıklaşıyor, bağırış çağırış ve küfürlerle birbirine hitap ederek yakınlaştıkça, seslerin askere ait olduğu kesinlik kazanıyordu. Sadık arkadaş dinlemekte olduğu cihazı, kulaklığıyla beraber Diyar arkadaşa uzatmıştı. Diyar arkadaş, Küçük Güneyli olup fazla Türkçe konuşamamasına rağmen, cihazlardan iyi anlıyordu. Sığınağın en fazla elli metre ötesinde bulunan düşman, sığınağımızı arıyor fakat bir türlü bulamıyordu. Bir küçük dalın kırılışı bile ölmemiz için yetiyor ve artıyordu. Sığınağın karanlığında nefesimizi düzenli vermeye çalışsak da bunu başaramıyorduk. Yaşadığımız yoğun heyecan, askerin yakınlaşmasıyla daha da artıyordu. Aradaki mesafe metreyle ölçülecek bir yakınlığa düşmüştü. Heyecan bütün vücudumuzu sarmış, isteğimiz dışında titremeye başlamıştık. Bu titreme ve heyecanın nefesimizi etkileyip boğuk boğuk çıkmasını engellemek için dikkat ediyor, birbirimizin, yerinden çıkarcasına atan kalp seslerini duyabiliyor, sesleri dinlemeye çalışırken alnımızdan sıcak terler akıyor, elimizin tersiyle bunları silmeye çabalıyorduk. Birbirimizin gözlerini okumak isteseydik de okuyamazdık. Aramıza kara bir perde düşmüştü. Birbirimizi sadece kaba olarak görebiliyor fakat birbirimizin içini okuyabiliyor ve birbirimizi anlayabiliyorduk. Hümanizmin ve duygusallığın çok yoğun bir şekilde yaşandığı bir ortama tanık oluyordum. Ağlamak istesem ağlayamıyor, gülmek istesem gülemiyordum. Yaşadığım tüm anılar ve arkadaşlarımın silueti gözümün önünden tek tek geçiyordu. Devrimcilik hayatımı, daha birkaç saat öncesine kadar köşklerle değişemeyecek kadar sevdiğim, yuvam olarak tanımladığım, ama artık bizim için karanlık bir mezardan hiçbir farkı olmayan bu daracık yerde mi noktalayacaktım?
Aniden gözlerimin daldığını hissettim. Gerçekten ölümün nasıl olabileceğini ilk kez duyguda hissetmiş ve ölümü özlediğimi sezinlemiştim. Oysa ölüm yaşama oranla daha rahat geldiği için işin kolayına kaçmıştım. Yine, ihanet hiç bahsedilmeyecek kadar uzaklarda durmaktaydı ve biz bu ihanetin yanımıza gelmeyecek kadar uzakta kalmasını istemiştik. İlk defa kararlıca ölümü tercih etmiştim ve mezarımız içinde, Azrail’in kapıyı çalıp içeriye girmesini beklemekten başka çaremiz kalmamıştı. Acaba onunla boğuşup, yenmesek de kendimizi gösterme zamanımız ve fırsatımız olacak mıydı? Ya da bu mezarın içine sızan güneş ışınları gibi kurtulacak bir şansımız olabilir miydi? Ölümü tek seçenek olarak kabul etmekten çok, yaşama da pay ayırıp dengeleyebilir miyiz? Ya ölüm kaçınılmaz ise bunca bilgiyi partiye kim ulaştıracaktı? Ya her şeyden önemli ve mühim olan partinin temsilini kim yapacaktı? Önderlik ne diyecekti bu olay sonrasında? İhanet etmiş olmaz mıydık? Böyle bir süreçte ölüm, ihanetin diğer bir adı değil miydi? Bu gibi düşünceler ve bunlardan doğan birçok sorunun beni bitkin düşürdüğünü hissediyordum. Dün geceden daha çok yorulduğumu hissetmiş ve uykuya ihtiyacımın olduğu kanısına varmıştım. Ama orada, o anda yatamayacak kadar ciddi bir sorunla karşı karşıyaydık ve ölüm uykusu olarak da tanımlanabilecek bu uyuma isteği de durumu kurtarmak için yararlı bir şey getirmeyecekti. Sesinden korkarak tuttuğumuz soluğumuz, içimizde öksürüğe dönüşüyor, dışarıya vermemek için kefiye ya da battaniyeyi ağzımıza tıkıp ısırarak nefesimizi vermeye çalışıyorduk.
Dışarıdan halen kalabalık asker sesleri geliyordu. Bir ayak sesi gittikçe yakınlaşıyor, üstümüze doğru geliyordu. Bizi mutlaka bulacağını, doğru keşif yaptığını mırıldanarak sığınağımızın üzerine geliyordu. Artık üstümüzdeki taştan ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Sesler bir an duracak gibi olmuş, sanki bir kararsızlık anı yaşamışçasına duraklamış, sonradan yoluna devam etmişti.
…
Devam Edecek……