HABER MERKEZİ –
Saatler henüz gündüz onu gösteriyordu. Bir ömür gibi gelen tüm bu zaman dilimi henüz bir saati aşmamıştı ve bitmek tükenmek bilmeyen bir yıl gibi ağır ilerleyen bir günün pençesine düşmüştük. Karanlık basar basmaz kurtuluşun kapısı aralanacaktı. Ama henüz öğlen dahi olmamıştı ve akşama daha en az altı saat vardı. Bu uzun zaman tabii ki düşman için bir avantajdı. Arama faaliyetlerini hızlandırmalarına rağmen, sığınağımızı halen bulabilmiş değillerdi. Yeri iyi bilmelerine rağmen, sığınağın ağzını bulamıyor, yanlış yerde arıyorlardı. Her şeyden önce sığınağın kapısını taşlarla kapatmamış, kapıyı meşe ağaçlarının içinde bir yerde açmış, çukurlaşan giriş-çıkış yerini meşe yapraklarıyla, kapatmıştık. Bu yüzden tahmin etmeleri biraz zordu. Biz halen içeride nefes nefeseydik ve ses çıkmasın diye hiç hareket etmiyor, hatta kimi zaman nefesimizi dahi tutuyorduk. Kafamız karma karışık olmuştu. Bekliyor ve hiçbir hamle yapamıyorduk. Kurtuluş umudumuzu halen yitirmiş değildik. Yaşama azmi, direnci ve kararlılığı içimizde güçleniyordu. Bu gücün yegane kaynağı kuşkusuz parti, yoldaşlık ve birbirimize karşı duyduğumuz güvendi. Her şeye rağmen taşıdığımız iyimserlik kısa bir sürede kendimizi toparlayıp kazanma umudumuzu arttırmıştı. Ölüm düşüncesi kısa sürmüş ve adeta korkunun cesaretin kaynağı olduğu gibi, bu ölüm düşüncesi de yaşama gücünün ana kaynağı olmuştu. Burada eli-kolu bağlı olarak ölmeyi beklemeyi psikolojik olarak bir türlü kabul edemiyorduk. Psikolojik zorlanmayı yaşamamıza rağmen, inisiyatifi, duruma hakimiyetimizi elden bırakmak istemiyorduk. Bu ruh haliyle bekleyiş saatlerce uzamış fakat artık düşman da yorulup tükenmişti. Kuşkusuz tek korkan biz değildik. Her taşı kaldırışlarında içlerine oturan ölüm psikolojisi onların da psikolojilerini alt etmişti. Hiçbirisi o an orada olmak istemezdi. İşte aramızdaki temel farklardan bir tanesi de buydu. Bizler, gerekirse gözümüzü kırpmadan canımızı avuçlarımızın içine alabilecek bir şekilde yaşamayı öğrenmiştik. Onlarsa böyle bir şeye hiç hazır değillerdi ve hiçbir zaman da olmayacaklardı.
…
Komutanlarının sesi geliyordu. Komutan, ara vereceklerini, arayacakları bir yerin daha olduğunu söylemiş, askerlerin sesi gittikçe uzaklaşmaya başlamıştı. Bu bizi biraz olsun rahatlatmış, doyasıya nefes almamızı sağlamıştı. Bulunduğumuz yeri bir daha arama ihtimali de olsa, bu durum bize biraz olsun zaman kazandıracaktı.
…
Saatler ilerlemesine rağmen düşmandan halen bir ses çıkmaması iyiye işaretti. Ara sıra uzaklardan bazı bağırış çağırışlar geliyor, seslerin uzaklığı bizleri memnun ediyordu. Cihazlardan anladığımız kadarıyla çekiliyorlardı. Fakat cihazları dinlediğimizi bildiklerinden, bunun bir aldatmaca, bir oyun olabilme ihtimalini göz önünde bulundurarak temkinli yaklaşmak ve eğer herhangi bir oyun söz konusuysa, bu oyuna gelmemek en doğrusu olacaktı. Öğleden sonra saat iki civarında, ortalık engin okyanuslar gibi sessiz ve sağır kesilmiş, sanki şiddetli bir kasırga gelmiş ve yıkacağını yıkıp gitmişti. Sadık arkadaş önce yavaşça dinleme deliğini açmış ve ortalığı iyice dinledikten sonra sığınağın ağzını da açmıştı. Dürbünle araziyi keşfetmek için belden yukarısını sığınağın dışarısına çıkarıp etrafı keşfetmişti. Hemen karşımızda, yıllar önce yurtsever olup mücadeleye aktif bir şekilde katkı sunduklarından dolayı boşaltılıp yıkılmayla yüz yüze bırakılan Xırep köyü vardı. Bu köy tam da sığınağın karşısına düştüğünden iyice keşfedilmesi gerekiyordu, çünkü isterlerse bu harabeler içerisinde yüzlerce asker saklaya bilirlerdi ve bunu yapmadıkları ne malumdu? İyi bir keşfin ardından Sadık ve Diyar arkadaşlar birer silah alarak telefon bağlantısı kurmak için dışarıya çıkmışlardı. İçerdeki nemden dolayı silahlarımız pas tutmuştu. Ben ve Bawer arkadaş da yemek ve su hazırlığı yapmak ve sığınağın içindeki çöpü dökmek için sığınakta kalmıştık. Halsiz, yorucu ve korku dolu bir günü geride bırakmıştık. Kurtulduğumuza inanmak bile zor geliyordu. Ölümün pençesinden kurtulmuş, yaşama gücünü yeniden gösterebilmiştik.
Kirlenmiş çoraplarımı görünce tiksiniyordum. Çünkü sığınaktaki küçük bir koku bile, içeriyi dayanılmaz kılıyordu. Karanlık basmadan su ihtiyacını karşılamak ve çöpü kamufleli, uzak bir yere dökmek gerekmekteydi. Ben suya gideceğimi söylediğim zaman Bawer arkadaş, saçını yıkayacağını, dolayısıyla çabuk çıkacağını söylemiş fakat çorap kokusunun dayanılmaz olacağını belirtince benim gitmeme razı olmuştu.
Pet şişeleri kefiyenin içine koyup elime alarak dışarıya çıkmıştım. Bawer arkadaşın, silahımı bana uzatmasından sonra belimi doğrulttuğumda, batıda, kırmızının bütün tonları ve mavi karışımlı bir dünyanın sonsuz güzelliği gözlerimi kamaştırmıştı. Yaşamın her şeye rağmen çok daha güzel ve çekici olduğunu bütün benliğimle hissetmiştim. İçten içe derin bir nefes alıp tekrar aynı derinlikte dışarıya savurmuştum. Gözlerim sonsuzluğun girdabına takıldığında, uzaklarda bir köy çobanının, köyün sürüsünün önünde köye doğru yol aldığını görmüştüm. Etrafımda uçuşan yüzlerce tarla kuşunun özgürce yaşamalarını kıskanmıştım. Dürbünü de boynuma geçirdikten sonra su kuyusuna doğru yola koyulmuştum. Ayaklarım yürüyor, ellerim tetikte bekliyor, gözlerimse etrafı kolaçan ediyordu. Kuyunun üstüne geldiğimde gizemli bir ayak izi gözlerime ilişmiş, fakat bağın içinde olduğundan bahçıvan olabileceği düşüncesiyle kendimi avutmuştum. Kuyuya sarkıtmak için şutiğimi yavaş yavaş çıkartırken etrafı da gözlemeye çalışıyordum. Şutiğin ucunu kovaya bağlayıp kuyunun içine daldırmıştım. Bir iki pet şişeyi doldurduktan sonra tekrar etrafıma bakınırken, gözüme yerde sürünen iki insan silueti ilişmiş ve o anda yarı çember biçiminde kurulmuş olan bir pusunun orta yerinde olduğumu fark etmiştim. Durumu netleştirmek için hızlı bir şekilde etrafımı kontrol edebilmiştim. Yüz metre uzaklıkta, tam karşıda düşman askeri mevzilenmişti ve beni bir atışta vurmaları işten bile değildi. Beni şimdiye kadar neden vurmamışlardı? Yoksa elle yakalayıp esir almak mı istiyorlardı? Hala anlamış değildim. Korku denen o lanetli duygu bir afyon, bir uyuşturucu gibi bedenime sinmeye başlamış, elimde olmadan titreme nöbetine tekrar yakalanmıştım. Şimdi çok daha açık bir şekilde ölümle burun buruna gelmiştim. Bir göz kırpışı, bir saniyenin ucuna saklanmıştı ölüm ve de lanetli bir parmağın tetiği çekmesiyle her şey olup bitecekti. Yılların emeği bir nefesin dışarıya verilmesi gibi bir kenara çekilecekti. Kalp atışlarım normalin çok üstüne çıkmış, neredeyse duracak gibi çarpmaya başlamıştı. Suyun üstündeyken susuzluktan damağım kurumuştu ve ilk defa kendimi çok yalnız hissediyordum. Cesaretim bile nerede ise beni terk edecek oluyordu. Ayaklarım titriyor, neredeyse birbirine dolanacak gibi oluyordu. Ellerim titriyor, bir şey tutamaz oluyordu. Beynim durmuş gibiydi, adeta şok olmuştum. Nefesim daralmış, beni boğacak gibi boğazımı tıkıyordu. Fakat bu durum fazla sürmemiş, kendimi bu şoktan kurtarmak için çaba harcamaya başlamış ve bu şok durumu yarım dakikaya yakın bir süre devam etmişti. Bir anda, bu durumdan kurtulmaya yönelik aklımdan bir sürü düşünce gelip geçmeye başlamıştı. Acaba kaçsam mı? Yok, yok, kaçarsam tepeye varmadan vurulurum. Çünkü çukur, tepenin yamacındaydı ve ben de tam karşıda, hakimiyetleri altındaydım. Dursam mı acaba? Kaçsam mı kaçmasam mı ikilemi arasında bocalayıp duruyordum. En sonunda onların beni takibe alıp sığınağa dönmemi bekliyor olabileceklerini düşünmüş ve böylece tek başıma benim yerime, hepimizi birden imha etme gibi bir düşünce ve plana sahip oldukları kararına varmıştım. Buna göre benim yapacağım tek şey, soğuk kanlılığımı korumak, onları gördüğümü onlara hissettirmeden işime devam etmek ve ikide bir sağa sola bakmaktan çok, kendi işimle ilgilenmek olacaktı. Bu kararımın, yüreğime, gözlerime, ayaklarıma ve ellerime hükmetmesini sağlamak bir hayli güç olmuştu. Kovayı tekrar suya daldırıp diğer pet şişeleri doldururken, ha vurdular ha vuracaklar, düşüncesinden bir türlü kurtulamıyordum. Doldurma işi bittiğinde, şutiğimi açmak için uzun bir süre uğraşmıştım. Şutik kördüğüm olmuş, bir de ellerimin titremesiyle hiç mi hiç açılamayacak bir hale gelmişti. Düğüm bir türlü çözülmüyor ve beni gerginleştiriyordu. En son çareyi şutiği kesmekte bulmuştum. Bir ayağımı kovanın üstüne basarak var gücümle şutiği çekmeye çalışırken şutik sonunda zayıf halkasından kopmuştu. Acele mi etmem gerekiyordu? Sığınak denen lanetli mezardan kurtulmuştum kurtulmasına fakat bu sefer de bu su kuyusu mu mezar olacaktı benim için? Buna hiç mi hiç niyetim yoktu ve acele etmem, beni ölüme de, kurtuluşa da götürebilirdi. Sonunda acele etmeme kararı alarak parkemi giymiş, dürbünü boynuma geçirip pet şişeleri kefiyenin içine sıkıştırıp bağlamıştım. Şişelerin kefiyenin içine pek de düzenli girdiğini söylemek doğru olmaz.
Silahımı da omzuma attığım gibi yokuşa vurmuştum. Yokuşu nasıl çıktığımı ben bile anlamıyor, sadece ayaklarımın yol yürüdüğünü hissediyordum. Ha vurdular, ha vuracaklar endişesi içerisinde tepenin üstüne varmıştım. Bahçeler için yapılan uzun bir duvarın arkasına atladığımda ölümün pençesinden bir kez daha kurtulmuştum. Artık özgür bir kuş kadar hafiftim. Beni takip ediyorlardı ama yol güzergahımı değiştirerek direkt sığınağa gitmek yerine, dolaylı olarak gitmeyi tercih etmiştim. Sığınağa vardığım gibi arkadaşlara haber vermiş, sığınağı bir çırpıda boşaltmış ve ağzını kapatarak oradan uzaklaşmıştık. Biz sığınaktan uzaklaşır uzaklaşmaz, düşman tekrar sığınağın etrafını çembere almış, bir hafta kadar ablukada tutmuş ve giriş çıkış olmadığını görünce de imha etmişti.
Bir asker sürekli iki duyguyu bir arada yaşar. Ölümün soğuk nefesinde yaşama olan bağlılık, korkunun kök damarı üzerinde cesaretin fidesi yeşerir, boy verir. İkisini dengeleyen ise akıl ve beyin gücüdür. Birinin ağır basması ters sonuçlara yol açabileceği gibi, soğukkanlılık bunları tamamlayan, dengeleyen etmen rolünü oynar. Yani korku, cesaretin kaynağıdır. Cesaret, aklın pratikçisi, akıl ise zaferin müjdecisidir.