HABER MERKEZİ
Birinci gün
Yağmur gibi mermiler yağıyordu. Yıl 2000. Kandil sahasının Tepe Şıkêr denilen bir yerinde eylem içindeyiz. Bir karartı görmüş, ardından timdeki arkadaşlara haber vermeye çalışırken kendimi hatırlamaz, çevremi hatırlamaz olmuştum. Bir mermi kafanızı delip, sizi hayattan uzaklaştırdığında fazla acı çekmezsiniz. Bu bir anda olur ve bütün hayattan ayrılırsınız ya da kalbinize deyip vücudunuza dolaşan kan durduğunda, yine aynı şeyi büyük ihtimale yaşarsınız. Bu anları seven, oraya koşan anlar varmış savaş içinde. Hayatı çok sevdiğiniz bir anda bile yarı şuur kaybı denilen şey bir değirmen taşı gibi yakınıza yapıştığında, bu anlatılan şeylerin olmasını çok istersiniz. Bütün hayatınızın birkaç saat içinde belleğinizde toplandığında, ayrılmak istemediğiniz şeyler üst üste geldiğinde, ne kadar da fazla şeylerim varmış gibi bir duygu yaşarsınız. Belki de dinlerde geçen Azrail meleğinin insan ruhunu almaya çalıştığı anlar, böylesi uzun süren bir pazarlık oluyor. Ruh, ayrılmak istemediğiniz şeylerin başka bir ismi oluyor; enerji gibi bir anda yoğunlaşan hayatın kendisi anlamına geliyor. Enerjileşmiş hayat ta olabilir. Ölüm ve yaşam arasında bir yerde durmak ve bunları anlatmaya çalışmak çok zor bir şeydir. O anlarda ne kayboluyor denilse, ruhunuzu bir kalıba sokan zamanın kaybolduğunu demek yanlış olmaz. Zaman kayboluyordu. Zaman kaybolunca aynı şekilde bastığınız yerlerinde bir anlamı kalmıyordu. Zaman ve mekan yaşanılan an oluyormuş. Onun için anı bir anı gibi anlatmak, çok zor bir şey olacaktır.
Mermilerin tam olarak nereme değdiğini kestiremiyordum. Ama korkunç bir hafiflik yaşıyordum. Hafifliğe kanıp ayağa kalkmak istediğimde bin yıl kadar uzun bir zaman içinde orada kalacağım bir ağırlık hissediyordum. Hafiflik ve ağrılık arasında adeta tutsak olmuştum. Sanki bir şeyler hayatın bu olduğunu bana söylüyor, beni yatıştırmak istiyordu. Mekana çarmıh gibi çivilenmeme rağmen ruhum hafiflemiş, adeta uçmak istiyordu. Beden ve ruh sanki çok tezat şeylermiş gibi ayrı uçlarda durması, belki de bedenden ayrılmak istemeyen ruhun bedeni kaldırma istemiydi. Beni kah kandırıyor, kah yerde duran bedenin ebediyete kadar orada kalacağına inandırıyordu. O anlar düşüncenin ruh ile “ki anlatıldığı biçimiyle” çok yakın ilişkisi olduğuna inandım. Aslında, beni yanıltan ruh idi. Bedenimin arkamdan gelmeyeceğini her kıpırdadığımda anlıyor, tekrar ona teslim oluyordum. İki acı hissediyordum. Birincisinde kalbimin dirhem dirhem kan kaybettiğini biliyor, içine çok keskin olan bir sızının varlığını anımsıyordum. Diğerinde ise tenime vuran soğuğun buz gibi etkisiydi. Kanım azaldıkça donmaya doğru gidiyor, içimden dışarıya vuran bir soğukluk hissediyordum. Bazen yansımaları görebiliyor, gözlerimin içindeki ışığın son savaşı gibi düşünüyordum. Meğer çok sonraları öğreneceğim ki bu ışıklar patlayan doçkaların bana doğru gelen mermi ışıkları imiş. Sesleri hatırlamıyorum. İçimde beni esir alan bir dehliz gibi nereden gelen sesler olduğunu anlamadığım bir gürültü vardı. Sesler fazlasıyla beni meşgul ediyorken, kelime ve harflere dökülmeyen bu sesler bir karmaşanın çıkardığı tarifsizlikten başka bir şey değillerdi.
Bu iç kaos böylece devam edip durdu. Bazen kendimi bir mezbahada hissediyor, fazlasıyla kirlenmiş bedenimden uzaklaşmak istiyordum. Bütün kokular burun deliklerime saldırıyor, içim dışım bir olmuş gibi kendimden kaçmak istiyordum. Bir denizde alabora olacak bir gemi gibi bir şeyler beni batırıyor, kanın içine çekmek istiyordu. Adeta kendimle boğuşuyordum. Nedenini sonraları öğrenemediğim bir şekilde her yerimi kana bulaştırıyor, sürme vurulan koçlar gibi bütün bedenimi kan revan içinde bırakan hareketler yapmıştım. Soğuk arttıkça tenimde donan kanlar beni rahatsız ediyor, sanki alçılanmışım gibi nefesimde darlık yaşıyordum. Boğulacak gibi oluyor, bu kan aksa kendime gelirim diye yalancı bir duygu yaşıyordum. Ölüme, yaşayabilme yanılgısıyla yakınlaşıyor, ölümü yaşama aslında yeğliyordum. Kan aksaydı ölebilirdim. Nefes alma istemi belki de ölüme giden bir yoldu. Çok güçlü bir itki ile kendime geldiğimde havanın açılmaya yüz tuttuğunu görmüştüm. Bütün sema kızıla boyanmış, rüzgar bile sanki kırmızı bir hava estiriyor; her şeyi kıpkırmızı gören bir ruh halini yaşıyordum. Derinden gelen bir refleksle yerimden kıpırdamak istemiş, ulu bir meşe ağacının derinlere gitmiş kökleriyle kaldırılmasına benzer bir halde yerimden hareket edebilmiştim. Büyük bir güç beni itiyor, mutlaka görmem gereken insanların beni beklediği gibi bir şeyler düşünüyordum. Sanki bin yıl onlardan ayrılmış, uzak düşmüştüm. Kendimi dünyanın uç bir yerinde hissediyor, bir kutuptaymışım gibi her şeyden kopmuşçasına yabancılık çekiyordum. Sanki bütün bu acılar bunun bir nedeniymiş gibi kimsesiz bir şekilde kalmış olmanın üzüntüsünü yaşıyordum.
İlerlemiştim. Dirseklerimi yere vererek ayak dizlerimle denge kurmaya çalışıyor, öylece ilerliyordum. Ara sıra göğsüme çarpan kayalıklar yaramı acıtıyor, nefesim kesiliyor gibi oluyordu. O zaman yaramın yerini fark etmiştim. Göğsümde sanki bir şeyler var gibi iç organlarımı sıkıştırıyordu. Midem bulanıyordu. Ellerime baktığımda sol elim boksör eldiveni giyinmişçesine kandan bir topuza benziyordu. Ellerim ağırlaşmıştı. Ne kadar süredir ilerlediğimi kestiremeden dik bir yamacın başına gelmiştim. Aşağıda su sesi geliyordu. Suya hasret bir kervancı misali bir hamle yapmaya çalışırken yuvarlanmış, dengemi kaybetmiştim. Aşağıya kadar bir tekerlek gibi dönmüş, öylece kaymıştım. Ne kadar çalı, çırpı; taş, kaya var bilmeden çarpa çarpa durmuştum. İçimden gelen bir kuvvetle su içmemek gerektiğini duyumsamış, sadece başımı suya koyarak ıslatmış, sol elimi yıkamaya çalışmıştım. Etten çekilen kemik parçaları gibi kan içinden beyaz beyaz gözüken kemiklerime baktığımda kendimden geçmiştim. Uyanık mıydım, baygın mıydım? Bilmeden, acayip şeyler görüyor, uzaklaşmam gereken ya da kopmuş olduğum ne kadar şey varsa yanımdan geçiyor, beni çağırıyorlardı. Sanki birileri beni sütten kesiyor, anne sütünü emmemi engellemeye çalışıyordu. Bu bildiğim bir anıydı. Ama yine tekrarlanıyordu. Kaç yaşında olduğumu bilmeden, birileri “ayıptır kocaman adam olmuş hala süt istiyorsun” diyordu, ama sanki beni hayattan koparıyordu.
YARIN/İkinci gün
Numan AMED