HABER MERKEZİ
Şubat ayının sonlarına doğru Ali Boğazı’nda kış tüm şiddetiyle devam ederken alınan bir bilgiyle vadide üslenen gerilla birlikleri hareketlenmeye başlamıştı. Dersim coğrafyasının rakımı yüksek olduğu için dağların doruklarında doğanın kış uykusundan uyanıp canlanması, yeşile bürünmesi ve insanın damarlarındaki kanın kaynaması mayıs ayında başlardı. Gelen bilgiye göre; düşman Ali Boğazı’na operasyon yapacaktı. Mevsim koşullarının Dersim’e göre daha yumuşak geçtiği eyaletlerde, gerillanın baharda atılım yapmasını engelleme amaçlı operasyonlar başlamıştı ama Dersim’de bahar operasyonları Nisan ayında olurdu genellikle. Fakat büyük telsizden Amed eyaletinde Şeyh Said’in isyanı başlattığı gün olan 13 Şubat’ta yapılan operasyonda, 35 arkadaşın şehit düştüğü haberi alınınca, hem operasyona çıkacak düşmana darbe vurmak, hem de şehit düşen arkadaşların intikamını almak için hazırlıklara başlanmıştı. Türk ordusu özellikle böyle günlerde operasyon yapar ve gerillaya darbe vurarak, iradesini kırmaya çalışırdı. Bu nedenle 27 Şubat ‘95’te kar kalınlığının birkaç metre olduğu Ali Boğazı’ndan ayrılıp, K. ormanlarına gittik. Gücümüz bir birlikti. Diğer birlikler Ali Boğazı’nda kalmış ve savunma tedbirlerini güçlendirmişlerdi. K. ormanlarında kar daha azdı. Fakat yağış günlerdir devam ediyordu. Yağan karla karışık yağmurun altında naylondan çadır yaptık. On beş gün boyunca, gerilla üslenmesi için mükemmel bir coğrafya olan K. ormanlarında kaldık. Bu süre zarfında Ali Boğazı’ndaki zorlu günlerin yorgunluğunu, yıpranmışlığını üzerimizden atıp, dinlenmiştik. Rüzgarın uğuldayarak estiği ve yağmurun naylon çadırlarımızı dövdüğü bir akşam, birlik komutanımız Mazlum arkadaş, birlik yönetimini toplantıya çağırmıştı. Dışarıdaki zifiri karanlığın, yağan yağmurun ve esen soğuk rüzgarın yarattığı korku ve ürpertinin tersine; naylon çadırın içinde sıcak ve güven veren bir hava hakimdi. Mazlum arkadaş, elindeki fenerin soluk ışığını içeride oturanların yüzünde gezdiriyor ve güven veren tok sesiyle konuşuyordu. Şiddetli rüzgarın ve yağmurun naylondan çıkardığı gürültüye inat, sesini gittikçe yükseltiyor, Amed şivesiyle konuştuğu Türkçe, daha da ilgi çekiyor ve hoşuma gidiyordu. Mazlum arkadaşla Amed eyaletinde karşılaşmış, Dersim’e beraber gelmiştik. Zorlukları, acıları, sevinçleri, korkuları, umutları ve başarıları beraber yaşamıştık.
“Arkadaşlar biliyorlar, buraya, hem çıkacak operasyon gücüne darbe vurmaya, hem de Piran’da şehit düşen arkadaşlarımızın intikamını almaya geldik”
Piran’daki kayıplardan söz ederken yaşadığı öfkeyi ağzından çıkan kelimeleri bastıra bastıra söylemesinden rahatlıkla anlayabiliyordum. Elindeki fenerin ışığını çadırda dolaştırmaktan vazgeçmiş, önüne, yere serili battaniyenin üzerinde, bir noktaya tutuyordu. Mazlum arkadaşın o an yaşadığı duyguları tahmin edebiliyordum. Piran’da şehit düşen yoldaşlarımızın hiç birini tanımıyorduk ama uğruna gözümüzü kırpmadan canımızı feda ettiğimiz düşünce, bizlerde birbirimizi tanımasak, ayrı mekanlarda olsak bile, aynı ruhu, duyguyu ve bağlılığı yaratmıştı. “Piran” sözcüğü gerillaya katıldığım ilk güne götürmüştü beni. Yağmurlu bir bahar akşamında Piran’ın bir köyünde, sıcacık toprak damlı bir evde karşılaştığım gerillayı ve o an yaşadığım heyecanı anımsadım. Kim bilir belki şehit düşenlerin arasında tanıdıklarım da vardır, diye geçirdim içimden. Ve ne olursa olsun o yoldaşların intikamını alacağız, dedim kendi kendime. Mazlum arkadaşın, “Bir takım önden gidip, Munzur vadisindeki Dersim-Ovacık yolunun keşfini yapacak” sözleriyle kendime geldim. Konuşması biter bitmez müsaade isteyip,
“Heval bizim takım gidebilir” dedim hiç tereddüt geçirmeden.
Toplantı sonucunda bizim takımın gitmesi kararlaştırıldı ve sonra herkes mangasına gidip gecenin sessizliğine karıştı.
Sabah erkenden kalkıp yol hazırlıklarına başladık. Öğlene doğru hazırlıklarımızı tamamlayıp, öğleden sonra yağan karla karışık yağmur ve sisin verdiği avantajla, Munzur vadisine doğru yola koyulduk. Amaca ulaşmadaki kararlılık zorlu doğa koşulların unutturmuştu bize. Gece yarısı zifiri karanlıkta D. sırtlarına ulaştık. Sırılsıklam olmuştuk. Ulaştığımız noktanın çevresi tepelerle çevrili olduğu için, gece ateş yakma olanağımız vardı. Zaten sırtımızı başı her zaman dumanlı ve asi olan Munzurlara dayamıştık. Hemen çantamın üzerine bağladığım naylonu söküp, iki ucunu çevredeki ağaçlara bağladım. Diğer iki ucunu da yere bırakıp üzerine taş koydum. Sonra yaş bir ağaç dalı kesip, naylonun ortasına dikerek kaldırdım. Arkadaşların topladıkları kuru odunların- her ne kadar yağan kar ve yağmurdan dolayı ıslak olsalar da- bir kısmını naylon çadırın içine serdik. Geri kalanlarla da büyük bir ateş yaktık. Ateşin çevresinde çember kurmuş ısınıyorduk. Fakat kurulanamıyorduk. Çünkü yağmur kurulanmamıza olanak vermiyordu. Ateş sönmesin diye üzerine sürekli odun atıp, gürleştiriyorduk. Bu arada kara çaydanlık su doldurulmuş ve ateşin kenarına konulmuştu bile. Böyle anlarda ateşin başına oturup, soğukta buharı tüten sıcak bir çay içmenin tadı bir başka oluyordu. Yorgunluk bir anda yok olup gider ve geçmiş günlerde, benzer zorlukların yaşandığı anıların anlatıldığı koyu bir sohbet başlardı. O gece naylonun altında yarı uykulu, yarı uyanık geceyi sabaha bağladık. Sabah gidip yakınımızda bulunan boş yayla evlerine yerleştik ve arkamızdan gelecek diğer takım için de iki yayla evini hazırladık. Öğleden sonra Dersim-Ovacık yolunda yapılacak eylemin keşfi için bir grup arkadaşla yola doğru inmeye başladık. Sis, Munzur vadisini boydan boya kapatmıştı. Bir an kendimi bulutların üzerindeymiş gibi hissettim. Sırttan aşağıya inip, sis kütlesinin içine girdik. Vadide kabaran ve hırçınlaşan Munzur suyunun uğultusundan başka bir ses yoktu. Bir süre sonra sırtın yolla kesiştiği noktaya ulaştık. Munzur suyuna paralel, kıvrıla kıvrıla giden yol, gece-gündüz denetimimizdeydi. Düşman ancak büyük konvoylarla ya da sadece zırhlı araçlarla geçebiliyordu. Bunu da gündüz sabahtan öğlene kadar olan zaman aralığında yapabiliyordu. Onun dışında denetim bizim elimizdeydi. Günün herhangi bir saatinde ormanlıklı ve kayalıklı olan sırtlardan yolun üzerine kadar inebiliyorduk. Arazinin asi ve elverişli olması buna olanak sağlıyordu. Eylem yerinin keşfini yaptıktan sonra, indiğimiz sırttan yukarıya çıkıp, akşamüzeri noktaya ulaştık. Noktaya vardığımızda Mazlum arkadaş ve diğer takım gelmiş, yerlerine yerleşmişlerdi.
Akşam, yaptığımız keşfin sonuçlarını Mazlum arkadaşa aktardık. Yol boyunca bir km’lik uzunlukta pusu atılabileceğini ve yolu dikine kesen sırtların buna elverişli olduğunu, bu şekilde düşmana çok etkili bir darbe vurabileceğimizi belirttik.
Anlattıklarımız Mazlum arkadaşı sevindirmişti. Bunu ağzından dökülen kelimelerin canlılığından ve iki de bir “çok iyi, çok iyi” demesinden anlayabiliyordum. “Ama yarın ben de yola inip, belirlediğiniz pusu yerini görmek istiyorum. Ayrıca mevzi yapılacak noktaları ve hangi mevziye hangi silahları yerleştireceğimizi de karalaştırırız” dedi, sonra konuşmasına ara vermeden, “bir eylemin başarısının yarısı doğru ve iyi bir keşiften geçer. En küçük bir ayrıntıyı bile hesaplayıp, ona göre planımızı yapacağız” diye ekledi.
Ondaki coşku ve kararlılık hepimize güç veriyordu. Bu nedenle keşfe giden arkadaşların her biri, “Planlama yapılırken şöyle olmalı, falan yerdeki sırta BKC silahını yerleştirmeli vb.” görüşler ileri sürüyorlardı. Mazlum arkadaş her birini dikkatle dinliyor, “Tamam, yarın dediğin yere gidip bakar, ona göre karar veririz” diyordu. Eylem planı üzerine yapılan sohbetler sona erince arkadaşlar mangalarına çekildiler. Toplantı benim mangamda olmuştu. Mazlum arkadaş diğer mangalara gidip kalsa da, genelde benim mangamda kalıyordu. Arkadaşlar gittikten sonra yeleğinin cebinden küçük teybi çıkarıp, Ahmet Arif’in şiir kasetini dinlemeye başladı. En çok da “Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi” şiirini severdi. Mangadaki diğer arkadaşlar bir köşeye çekilip uyuyunca, ikimiz yalnız kaldık. O, kendisini A. Arif’in şiirlerine kaptırmış, sobanın kenarında, sırtını bir çantaya yaslamış, oturuyordu. Böyle anlarda derin düşüncelere daldığını ve yoğunlaştığını bildiğim için sessizce yerimden kalkıp, sobaya birkaç odun attım ve üzerine çay suyu bıraktım. Yağan yağmurun naylonda çıkardığı ses, A. Arif’in sesinden dinlenen şiirler ve sobadan sızan ışığın naylondaki yansıması, içeride gizemli bir hava yaratmıştı. Yılların verdiği tanımışlıktan, Mazlum arkadaşın neler düşündüğünü sezebiliyordum. “Eylem planlaması ve başarıya nasıl ulaşılacağı…” Bu nedenle ben de kafamda planlar yapmaya başladım. İçimden konuyu açıp tartışmak geçti, fakat sonra vazgeçtim. Yoğunlaşmasını bölmeyeyim, konuşmayı kendisi başlatsın, dedim kendi kendime. Bir ara Mazlum arkadaşın, “Aram! Aram!” diye seslendiğini fark ettim. Ona,
“Bir şey mi istiyorsun?” dedim.
“Yok, bir şey istemiyorum. Oturduğun yerde uyukluyor muydun?” diye sordu.
“Yok uyumuyordum. Düşünüyordum” dedim.
Elini sarı saçlarında gezdirerek –sarışın olduğu için biz ona “Sarı Mazlum” derdik, eyalet gücünün hepsi onu bu adla tanırdı-
“Eylem planını çok iyi yapmamız gerekiyor. Yarın … sayıda arkadaş daha gelecek. En küçük bir ayrıntıyı gözden kaçırmamız bize pahalıya mal olabilir. Bu yüzden…” deyip derinden bir nefes aldı. Düşündüğü şeyi söylemekte zorlanıyor gibiydi.
“Bu yüzden içimde bir korku var”
“Korku” kelimesini o kadar kısık bir sesle söyledi ki, sanki çevreden duyulacağı kaygısını yaşıyordu.
“Tek bir arkadaşın basit bir hata yüzünden şehit düşmesini kaldıramam. Yarın aşağıya, yola inip pusu yerini ve mevzi yerlerini, sonra savunmaların kalacakları yerleri tek tek kontrol edeceğim.”
İlk keşif grubunda ben de yer aldığım için sözlerinden alınmış olacağımı, güvensiz yaklaştığını düşüneceğimi sanmış olmalı ki, yerinden doğrulup,
“Yanlış anlama, sizin iyi keşif yaptığınıza inanıyor ve sonuna kadar da güveniyorum. Ama gidip görmeden de içim rahat etmeyecek. Çünkü eylem oldukça kapsamlı ve katılacak arkadaş sayısı da …’ya yakın. Bunun için mutlaka benim de gidip görmem gerekiyor.”
Onun neden böyle düşündüğünü ve rahat olmadığını anlayabiliyordum.
“Yok, yanlış anlamıyorum. Senin yaptığın en doğrusudur. Bir PKK komutanının da yapması gereken budur” dedim. Söylediklerim onu rahatlatmıştı. Aniden,
“Hani çay olmadı mı?”
Kendimi konuşmaya kaptırdığım için çaydanlıktaki suyun kaynadığını bile fark etmemiştim. O gece çayımızı içip, bir süre daha sohbet ettikten sonra uyuduk.
Sabah kahvaltı yaptıktan sonra Mazlum arkadaş, daha önce keşfe giden grupla beraber yola inip, son keşfi yaptı. Bu arada karargahtan Haydar ve Delil arkadaş sorumluluğunda … kişilik bir birlik şafak vaktinde bulunduğumuz noktanın yakınında bir yere gelip, üstlenmişlerdi. Hemen o gece bütün komuta gücü toplanıp eylem planlamasını ve hangi mevziye hangi arkadaşların yerleştirileceğini belirledi. Sabah planlama ve eylem grupları bütün arkadaşlara açıklandı. Ve zaman kaybetmeden iki günlük erzağın hazırlığı için harıl harıl çalışmaya başlandı. O gün, hazırlık koşuşturmasıyla akşam ettik. Her şey hazırdı. Silahlar temizlenmiş, yedek cephane alınmış, kazma-kürekler temin edilmiş, iki güne yetecek ekmek ve torak çantalara doldurulmuş, gece yarısı bekleniyordu. “Arkadaşlar kalksın saat ikide hareket edeceğiz!”sözleriyle uyanıp, mangalardan çıktık. Yağan karın altında tüm grubun toplanmasını bekliyorduk. Grup toplanınca içtima düzenine girdik. Mazlum arkadaş içtima esnasında eylemin anlam ve önemine ilişkin kısa bir konuşma yaptı. Konuşma sonrasında, “Biji Serok APO!”sloganları atarak, eylem yerine doğru yola koyulduk. Sırttan aşağıya inip yola yaklaştıkça, gruplar birbirine “Serkeftin!” dileyerek mevzilenecekleri yere gitmek için ayrılıyorlardı. Mazlum arkadaş ayrılan her grubun komutanıyla son kez konuşuyor ve tekrar tekrar dikkat edilmesi gereken hususlarda onları uyarıyordu. “Telsizinin kanalı doğru mu? Yanına yedek batarya aldın mı? Erzağınız tamam mı? Kazma kürekleriniz yanınızda mı?” gibi sorularla çıkacak en küçük bir aksiliğe meydan vermek istemiyordu. En son benim grubum ayrılırken gelip, bize de aynı soruları sorup, başarılar diledi. O esnada grupta bulunan yeni bir arkadaşın parkesinin olmadığını görünce, üzerindeki parkeyi çıkarıp ona uzattı ve giymesini söyledi. Arkadaş, “Yok üşümüyorum, gerek yok ”dese de, “Olsun, al giy. Senin daha fazla ihtiyacın var” dedi ve biraz da talimatvari bir tonla giymesini söyledi. Onun bu tür davranışlarına daha önce de tanık olmuştum. Ama o anki tutumundan dolayı ona sarılmak geçti içimden. Elini, iki elimle sımsıkı tutup, “Serkeftin” dedikten sonra ona usulca, “Kendine dikkat et” dedim. Sözlerim onu şaşırtmış olmalı ki, bir an duraksayıp, “Sen kendine dikkat et, bana bir şey olmaz” dedi. Sonra kendinden emin bir eda ile, “Ben kendi inisiyatifimle yaşar, kendi inisiyatifimle ölürüm” diyerek yanımdan ayrıldı.
Bütün gruplar mevzileneceği noktalara ulaşmıştı. Bizim mevzi yapacağımız yer, sırtın bitimi ve yolun on beş-yirmi metre üstündeydi. Kar olanca hızıyla yağıyordu. Hava aydınlanmadan önce mevzilerimizi kazıp içine girmemiz gerekiyordu. Hızla mevzi kazmaya başladık. Toprağın yumuşak olması bize kolaylık sağlıyordu. Dört arkadaştık. İkişer ikişer, hiç ara vermeden çalışıyorduk. Bir süre sonra ellerimiz soğuktan tutmaz olmuştu. Soğuk iliklerimize kadar işliyordu. İki arkadaş mevzi kazarken, biz yerimizde hareket ediyor, ellerimizi koltuklarımızın altına koyup, ısıtmaya çalışıyorduk. Bir süre sonra biz kazıyor, diğer iki arkadaş ısınma hareketleri yapıyorlardı. Sabahın alaca karanlığında mevziimizin kazımını bitirmiş, çevresini kuru ağaç dallarıyla kamufle etmiştik. Durmak bilmeyen kar yağışı altında mevziinin içinde oturmuş, pür dikkat bekliyorduk. Sırtın tam ucunda olduğumuz için sağımızda ve solumuzda mevzilenen arkadaşları da görebiliyorduk. Eylemi koordine eden Mazlum arkadaş, tüm gruplardan telsizle tekmil aldı. Her şey ve herkes hazırdı. Birkaç saat mevzide hareketsiz beklemek bizi zorlamaya başlamıştı. Ayak parmaklarımı hissetmiyordum. Soğuktan bacalarımdaki kaslara kramplar girmeye başlamıştı. Tir tir titriyordum. Diğer arkadaşların durumu da benimkinden farklı değildi. Isınmak için mevziinin içinde ayağa kalkıp, yerimde hareketler yapıyordum. Arada bir de kulak kabartıp araç sesi geliyor mu? diye çevreyi dinliyordum. Öğlene kadar ıslanmış ayaklarımızdaki sızılarla bekledik. Bir ara duyulan araç homurtularıyla birlikte telsizler çalışmaya başladı. Mazlum arkadaş tüm gruplarla bağlantı kurup, hazırlanmalarını söyledi. Plana göre eylemi o başlatacaktı. Bu sesler soğuğu ve yağışı unutturmuş, damarlarımdaki kan dolaşımını hızlandırmıştı. Artık titremiyordum ve kaslarıma kramplar da girmiyordu. Soluk alışlarım hızlanmış, yüzüm yanmaya başlamıştı. Saçımdan süzülüp, yanağımı yalayan yağmur damlaları bir serinlik veriyordu tenime. Araç sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Başımı mevziden çıkarıp, yola baktım. İki panzer, yaklaşık elli metre mesafe ile gelip, geçti ama arkasında başka araç yoktu. Bunu daha önce planlama yapılırken tartışmıştık. Konvoy olmazsa vurmayacak, zırhlı araçların geçmesine izin verecektik. Panzerler, Dersim-Ovacık arasında devriyeye çıkmışlardı. Bizim hedefimiz daha büyüktü. Onu bekleyecektik.
O gün akşama kadar yağış altında, hareketsiz, mevzilerde bekledik. Fakat düşman konvoyu gelmedi. Akşam mevziden çıktığımda yürümekte zorlanıyordum. Har tarafım soğuktan tutulmuş ve çamura bulanmıştım. Toparlanıp noktaya doğru tırmanmaya başladık. Mazlum arkadaşla karşılaşınca onda bir burukluğun olduğunu sezdim. Davranışlarından kızgın olduğu anlaşılıyordu. Yanına yaklaşıp,
“Yarın gelir” dedim. O da,
“Gelene kadar bekleyeceğiz. Bir hafta da olsa, on gün de geçse bekleyeceğiz. Mutlaka gelecekler…” dedi. Sonra konuşmadan ağır ağır yürümeye başladı.
Ertesi gün sabahın beşinde yine mevzilerdeydik. Akşama kadar bekledik fakat düşman konvoyu gelmedi. Her gün sabah kalktığımızda, “bugün gelecek” umuduyla yola iniyor, akşam ise yağmurun altında, çamurun içinde, mevzilerde beklemenin ve düşmanın gelmemesinin yarattığı gerginlikle yukarıdaki noktaya çıkıyorduk. Bu durum altı gün boyunca sürdü. Beklemek ve doğa şartlarının zorlukları sinirlerimi bozmuştu. İçimden, “geleceksen gel artık” deyip, düşmana küfürler savuruyordum.
Şubat ayının sonlarına doğru Ali Boğazı’nda kış tüm şiddetiyle devam ederken alınan bir bilgiyle vadide üslenen gerilla birlikleri hareketlenmeye başlamıştı. Dersim coğrafyasının rakımı yüksek olduğu için dağların doruklarında doğanın kış uykusundan uyanıp canlanması, yeşile bürünmesi ve insanın damarlarındaki kanın kaynaması mayıs ayında başlardı. Gelen bilgiye göre; düşman Ali Boğazı’na operasyon yapacaktı. Mevsim koşullarının Dersim’e göre daha yumuşak geçtiği eyaletlerde, gerillanın baharda atılım yapmasını engelleme amaçlı operasyonlar başlamıştı ama Dersim’de bahar operasyonları Nisan ayında olurdu genellikle. Fakat büyük telsizden Amed eyaletinde Şeyh Said’in isyanı başlattığı gün olan 13 Şubat’ta yapılan operasyonda, 35 arkadaşın şehit düştüğü haberi alınınca, hem operasyona çıkacak düşmana darbe vurmak, hem de şehit düşen arkadaşların intikamını almak için hazırlıklara başlanmıştı. Türk ordusu özellikle böyle günlerde operasyon yapar ve gerillaya darbe vurarak, iradesini kırmaya çalışırdı. Bu nedenle 27 Şubat ‘95’te kar kalınlığının birkaç metre olduğu Ali Boğazı’ndan ayrılıp, K. ormanlarına gittik. Gücümüz bir birlikti. Diğer birlikler Ali Boğazı’nda kalmış ve savunma tedbirlerini güçlendirmişlerdi. K. ormanlarında kar daha azdı. Fakat yağış günlerdir devam ediyordu. Yağan karla karışık yağmurun altında naylondan çadır yaptık. On beş gün boyunca, gerilla üslenmesi için mükemmel bir coğrafya olan K. ormanlarında kaldık. Bu süre zarfında Ali Boğazı’ndaki zorlu günlerin yorgunluğunu, yıpranmışlığını üzerimizden atıp, dinlenmiştik. Rüzgarın uğuldayarak estiği ve yağmurun naylon çadırlarımızı dövdüğü bir akşam, birlik komutanımız Mazlum arkadaş, birlik yönetimini toplantıya çağırmıştı. Dışarıdaki zifiri karanlığın, yağan yağmurun ve esen soğuk rüzgarın yarattığı korku ve ürpertinin tersine; naylon çadırın içinde sıcak ve güven veren bir hava hakimdi. Mazlum arkadaş, elindeki fenerin soluk ışığını içeride oturanların yüzünde gezdiriyor ve güven veren tok sesiyle konuşuyordu. Şiddetli rüzgarın ve yağmurun naylondan çıkardığı gürültüye inat, sesini gittikçe yükseltiyor, Amed şivesiyle konuştuğu Türkçe, daha da ilgi çekiyor ve hoşuma gidiyordu. Mazlum arkadaşla Amed eyaletinde karşılaşmış, Dersim’e beraber gelmiştik. Zorlukları, acıları, sevinçleri, korkuları, umutları ve başarıları beraber yaşamıştık.
“Arkadaşlar biliyorlar, buraya, hem çıkacak operasyon gücüne darbe vurmaya, hem de Piran’da şehit düşen arkadaşlarımızın intikamını almaya geldik”
Piran’daki kayıplardan söz ederken yaşadığı öfkeyi ağzından çıkan kelimeleri bastıra bastıra söylemesinden rahatlıkla anlayabiliyordum. Elindeki fenerin ışığını çadırda dolaştırmaktan vazgeçmiş, önüne, yere serili battaniyenin üzerinde, bir noktaya tutuyordu. Mazlum arkadaşın o an yaşadığı duyguları tahmin edebiliyordum. Piran’da şehit düşen yoldaşlarımızın hiç birini tanımıyorduk ama uğruna gözümüzü kırpmadan canımızı feda ettiğimiz düşünce, bizlerde birbirimizi tanımasak, ayrı mekanlarda olsak bile, aynı ruhu, duyguyu ve bağlılığı yaratmıştı. “Piran” sözcüğü gerillaya katıldığım ilk güne götürmüştü beni. Yağmurlu bir bahar akşamında Piran’ın bir köyünde, sıcacık toprak damlı bir evde karşılaştığım gerillayı ve o an yaşadığım heyecanı anımsadım. Kim bilir belki şehit düşenlerin arasında tanıdıklarım da vardır, diye geçirdim içimden. Ve ne olursa olsun o yoldaşların intikamını alacağız, dedim kendi kendime. Mazlum arkadaşın, “Bir takım önden gidip, Munzur vadisindeki Dersim-Ovacık yolunun keşfini yapacak” sözleriyle kendime geldim. Konuşması biter bitmez müsaade isteyip,
“Heval bizim takım gidebilir” dedim hiç tereddüt geçirmeden.
Toplantı sonucunda bizim takımın gitmesi kararlaştırıldı ve sonra herkes mangasına gidip gecenin sessizliğine karıştı.
Sabah erkenden kalkıp yol hazırlıklarına başladık. Öğlene doğru hazırlıklarımızı tamamlayıp, öğleden sonra yağan karla karışık yağmur ve sisin verdiği avantajla, Munzur vadisine doğru yola koyulduk. Amaca ulaşmadaki kararlılık zorlu doğa koşulların unutturmuştu bize. Gece yarısı zifiri karanlıkta D. sırtlarına ulaştık. Sırılsıklam olmuştuk. Ulaştığımız noktanın çevresi tepelerle çevrili olduğu için, gece ateş yakma olanağımız vardı. Zaten sırtımızı başı her zaman dumanlı ve asi olan Munzurlara dayamıştık. Hemen çantamın üzerine bağladığım naylonu söküp, iki ucunu çevredeki ağaçlara bağladım. Diğer iki ucunu da yere bırakıp üzerine taş koydum. Sonra yaş bir ağaç dalı kesip, naylonun ortasına dikerek kaldırdım. Arkadaşların topladıkları kuru odunların- her ne kadar yağan kar ve yağmurdan dolayı ıslak olsalar da- bir kısmını naylon çadırın içine serdik. Geri kalanlarla da büyük bir ateş yaktık. Ateşin çevresinde çember kurmuş ısınıyorduk. Fakat kurulanamıyorduk. Çünkü yağmur kurulanmamıza olanak vermiyordu. Ateş sönmesin diye üzerine sürekli odun atıp, gürleştiriyorduk. Bu arada kara çaydanlık su doldurulmuş ve ateşin kenarına konulmuştu bile. Böyle anlarda ateşin başına oturup, soğukta buharı tüten sıcak bir çay içmenin tadı bir başka oluyordu. Yorgunluk bir anda yok olup gider ve geçmiş günlerde, benzer zorlukların yaşandığı anıların anlatıldığı koyu bir sohbet başlardı. O gece naylonun altında yarı uykulu, yarı uyanık geceyi sabaha bağladık. Sabah gidip yakınımızda bulunan boş yayla evlerine yerleştik ve arkamızdan gelecek diğer takım için de iki yayla evini hazırladık. Öğleden sonra Dersim-Ovacık yolunda yapılacak eylemin keşfi için bir grup arkadaşla yola doğru inmeye başladık. Sis, Munzur vadisini boydan boya kapatmıştı. Bir an kendimi bulutların üzerindeymiş gibi hissettim. Sırttan aşağıya inip, sis kütlesinin içine girdik. Vadide kabaran ve hırçınlaşan Munzur suyunun uğultusundan başka bir ses yoktu. Bir süre sonra sırtın yolla kesiştiği noktaya ulaştık. Munzur suyuna paralel, kıvrıla kıvrıla giden yol, gece-gündüz denetimimizdeydi. Düşman ancak büyük konvoylarla ya da sadece zırhlı araçlarla geçebiliyordu. Bunu da gündüz sabahtan öğlene kadar olan zaman aralığında yapabiliyordu. Onun dışında denetim bizim elimizdeydi. Günün herhangi bir saatinde ormanlıklı ve kayalıklı olan sırtlardan yolun üzerine kadar inebiliyorduk. Arazinin asi ve elverişli olması buna olanak sağlıyordu. Eylem yerinin keşfini yaptıktan sonra, indiğimiz sırttan yukarıya çıkıp, akşamüzeri noktaya ulaştık. Noktaya vardığımızda Mazlum arkadaş ve diğer takım gelmiş, yerlerine yerleşmişlerdi.
Akşam, yaptığımız keşfin sonuçlarını Mazlum arkadaşa aktardık. Yol boyunca bir km’lik uzunlukta pusu atılabileceğini ve yolu dikine kesen sırtların buna elverişli olduğunu, bu şekilde düşmana çok etkili bir darbe vurabileceğimizi belirttik.
Anlattıklarımız Mazlum arkadaşı sevindirmişti. Bunu ağzından dökülen kelimelerin canlılığından ve iki de bir “çok iyi, çok iyi” demesinden anlayabiliyordum. “Ama yarın ben de yola inip, belirlediğiniz pusu yerini görmek istiyorum. Ayrıca mevzi yapılacak noktaları ve hangi mevziye hangi silahları yerleştireceğimizi de karalaştırırız” dedi, sonra konuşmasına ara vermeden, “bir eylemin başarısının yarısı doğru ve iyi bir keşiften geçer. En küçük bir ayrıntıyı bile hesaplayıp, ona göre planımızı yapacağız” diye ekledi.
Ondaki coşku ve kararlılık hepimize güç veriyordu. Bu nedenle keşfe giden arkadaşların her biri, “Planlama yapılırken şöyle olmalı, falan yerdeki sırta BKC silahını yerleştirmeli vb.” görüşler ileri sürüyorlardı. Mazlum arkadaş her birini dikkatle dinliyor, “Tamam, yarın dediğin yere gidip bakar, ona göre karar veririz” diyordu. Eylem planı üzerine yapılan sohbetler sona erince arkadaşlar mangalarına çekildiler. Toplantı benim mangamda olmuştu. Mazlum arkadaş diğer mangalara gidip kalsa da, genelde benim mangamda kalıyordu. Arkadaşlar gittikten sonra yeleğinin cebinden küçük teybi çıkarıp, Ahmet Arif’in şiir kasetini dinlemeye başladı. En çok da “Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi” şiirini severdi. Mangadaki diğer arkadaşlar bir köşeye çekilip uyuyunca, ikimiz yalnız kaldık. O, kendisini A. Arif’in şiirlerine kaptırmış, sobanın kenarında, sırtını bir çantaya yaslamış, oturuyordu. Böyle anlarda derin düşüncelere daldığını ve yoğunlaştığını bildiğim için sessizce yerimden kalkıp, sobaya birkaç odun attım ve üzerine çay suyu bıraktım. Yağan yağmurun naylonda çıkardığı ses, A. Arif’in sesinden dinlenen şiirler ve sobadan sızan ışığın naylondaki yansıması, içeride gizemli bir hava yaratmıştı. Yılların verdiği tanımışlıktan, Mazlum arkadaşın neler düşündüğünü sezebiliyordum. “Eylem planlaması ve başarıya nasıl ulaşılacağı…” Bu nedenle ben de kafamda planlar yapmaya başladım. İçimden konuyu açıp tartışmak geçti, fakat sonra vazgeçtim. Yoğunlaşmasını bölmeyeyim, konuşmayı kendisi başlatsın, dedim kendi kendime. Bir ara Mazlum arkadaşın, “Aram! Aram!” diye seslendiğini fark ettim. Ona,
“Bir şey mi istiyorsun?” dedim.
“Yok, bir şey istemiyorum. Oturduğun yerde uyukluyor muydun?” diye sordu.
“Yok uyumuyordum. Düşünüyordum” dedim.
Elini sarı saçlarında gezdirerek –sarışın olduğu için biz ona “Sarı Mazlum” derdik, eyalet gücünün hepsi onu bu adla tanırdı-
“Eylem planını çok iyi yapmamız gerekiyor. Yarın … sayıda arkadaş daha gelecek. En küçük bir ayrıntıyı gözden kaçırmamız bize pahalıya mal olabilir. Bu yüzden…” deyip derinden bir nefes aldı. Düşündüğü şeyi söylemekte zorlanıyor gibiydi.
“Bu yüzden içimde bir korku var”
“Korku” kelimesini o kadar kısık bir sesle söyledi ki, sanki çevreden duyulacağı kaygısını yaşıyordu.
“Tek bir arkadaşın basit bir hata yüzünden şehit düşmesini kaldıramam. Yarın aşağıya, yola inip pusu yerini ve mevzi yerlerini, sonra savunmaların kalacakları yerleri tek tek kontrol edeceğim.”
İlk keşif grubunda ben de yer aldığım için sözlerinden alınmış olacağımı, güvensiz yaklaştığını düşüneceğimi sanmış olmalı ki, yerinden doğrulup,
“Yanlış anlama, sizin iyi keşif yaptığınıza inanıyor ve sonuna kadar da güveniyorum. Ama gidip görmeden de içim rahat etmeyecek. Çünkü eylem oldukça kapsamlı ve katılacak arkadaş sayısı da …’ya yakın. Bunun için mutlaka benim de gidip görmem gerekiyor.”
Onun neden böyle düşündüğünü ve rahat olmadığını anlayabiliyordum.
“Yok, yanlış anlamıyorum. Senin yaptığın en doğrusudur. Bir PKK komutanının da yapması gereken budur” dedim. Söylediklerim onu rahatlatmıştı. Aniden,
“Hani çay olmadı mı?”
Kendimi konuşmaya kaptırdığım için çaydanlıktaki suyun kaynadığını bile fark etmemiştim. O gece çayımızı içip, bir süre daha sohbet ettikten sonra uyuduk.
Sabah kahvaltı yaptıktan sonra Mazlum arkadaş, daha önce keşfe giden grupla beraber yola inip, son keşfi yaptı. Bu arada karargahtan Haydar ve Delil arkadaş sorumluluğunda … kişilik bir birlik şafak vaktinde bulunduğumuz noktanın yakınında bir yere gelip, üstlenmişlerdi. Hemen o gece bütün komuta gücü toplanıp eylem planlamasını ve hangi mevziye hangi arkadaşların yerleştirileceğini belirledi. Sabah planlama ve eylem grupları bütün arkadaşlara açıklandı. Ve zaman kaybetmeden iki günlük erzağın hazırlığı için harıl harıl çalışmaya başlandı. O gün, hazırlık koşuşturmasıyla akşam ettik. Her şey hazırdı. Silahlar temizlenmiş, yedek cephane alınmış, kazma-kürekler temin edilmiş, iki güne yetecek ekmek ve torak çantalara doldurulmuş, gece yarısı bekleniyordu. “Arkadaşlar kalksın saat ikide hareket edeceğiz!”sözleriyle uyanıp, mangalardan çıktık. Yağan karın altında tüm grubun toplanmasını bekliyorduk. Grup toplanınca içtima düzenine girdik. Mazlum arkadaş içtima esnasında eylemin anlam ve önemine ilişkin kısa bir konuşma yaptı. Konuşma sonrasında, “Biji Serok APO!”sloganları atarak, eylem yerine doğru yola koyulduk. Sırttan aşağıya inip yola yaklaştıkça, gruplar birbirine “Serkeftin!” dileyerek mevzilenecekleri yere gitmek için ayrılıyorlardı. Mazlum arkadaş ayrılan her grubun komutanıyla son kez konuşuyor ve tekrar tekrar dikkat edilmesi gereken hususlarda onları uyarıyordu. “Telsizinin kanalı doğru mu? Yanına yedek batarya aldın mı? Erzağınız tamam mı? Kazma kürekleriniz yanınızda mı?” gibi sorularla çıkacak en küçük bir aksiliğe meydan vermek istemiyordu. En son benim grubum ayrılırken gelip, bize de aynı soruları sorup, başarılar diledi. O esnada grupta bulunan yeni bir arkadaşın parkesinin olmadığını görünce, üzerindeki parkeyi çıkarıp ona uzattı ve giymesini söyledi. Arkadaş, “Yok üşümüyorum, gerek yok ”dese de, “Olsun, al giy. Senin daha fazla ihtiyacın var” dedi ve biraz da talimatvari bir tonla giymesini söyledi. Onun bu tür davranışlarına daha önce de tanık olmuştum. Ama o anki tutumundan dolayı ona sarılmak geçti içimden. Elini, iki elimle sımsıkı tutup, “Serkeftin” dedikten sonra ona usulca, “Kendine dikkat et” dedim. Sözlerim onu şaşırtmış olmalı ki, bir an duraksayıp, “Sen kendine dikkat et, bana bir şey olmaz” dedi. Sonra kendinden emin bir eda ile, “Ben kendi inisiyatifimle yaşar, kendi inisiyatifimle ölürüm” diyerek yanımdan ayrıldı.
Bütün gruplar mevzileneceği noktalara ulaşmıştı. Bizim mevzi yapacağımız yer, sırtın bitimi ve yolun on beş-yirmi metre üstündeydi. Kar olanca hızıyla yağıyordu. Hava aydınlanmadan önce mevzilerimizi kazıp içine girmemiz gerekiyordu. Hızla mevzi kazmaya başladık. Toprağın yumuşak olması bize kolaylık sağlıyordu. Dört arkadaştık. İkişer ikişer, hiç ara vermeden çalışıyorduk. Bir süre sonra ellerimiz soğuktan tutmaz olmuştu. Soğuk iliklerimize kadar işliyordu. İki arkadaş mevzi kazarken, biz yerimizde hareket ediyor, ellerimizi koltuklarımızın altına koyup, ısıtmaya çalışıyorduk. Bir süre sonra biz kazıyor, diğer iki arkadaş ısınma hareketleri yapıyorlardı. Sabahın alaca karanlığında mevziimizin kazımını bitirmiş, çevresini kuru ağaç dallarıyla kamufle etmiştik. Durmak bilmeyen kar yağışı altında mevziinin içinde oturmuş, pür dikkat bekliyorduk. Sırtın tam ucunda olduğumuz için sağımızda ve solumuzda mevzilenen arkadaşları da görebiliyorduk. Eylemi koordine eden Mazlum arkadaş, tüm gruplardan telsizle tekmil aldı. Her şey ve herkes hazırdı. Birkaç saat mevzide hareketsiz beklemek bizi zorlamaya başlamıştı. Ayak parmaklarımı hissetmiyordum. Soğuktan bacalarımdaki kaslara kramplar girmeye başlamıştı. Tir tir titriyordum. Diğer arkadaşların durumu da benimkinden farklı değildi. Isınmak için mevziinin içinde ayağa kalkıp, yerimde hareketler yapıyordum. Arada bir de kulak kabartıp araç sesi geliyor mu? diye çevreyi dinliyordum. Öğlene kadar ıslanmış ayaklarımızdaki sızılarla bekledik. Bir ara duyulan araç homurtularıyla birlikte telsizler çalışmaya başladı. Mazlum arkadaş tüm gruplarla bağlantı kurup, hazırlanmalarını söyledi. Plana göre eylemi o başlatacaktı. Bu sesler soğuğu ve yağışı unutturmuş, damarlarımdaki kan dolaşımını hızlandırmıştı. Artık titremiyordum ve kaslarıma kramplar da girmiyordu. Soluk alışlarım hızlanmış, yüzüm yanmaya başlamıştı. Saçımdan süzülüp, yanağımı yalayan yağmur damlaları bir serinlik veriyordu tenime. Araç sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Başımı mevziden çıkarıp, yola baktım. İki panzer, yaklaşık elli metre mesafe ile gelip, geçti ama arkasında başka araç yoktu. Bunu daha önce planlama yapılırken tartışmıştık. Konvoy olmazsa vurmayacak, zırhlı araçların geçmesine izin verecektik. Panzerler, Dersim-Ovacık arasında devriyeye çıkmışlardı. Bizim hedefimiz daha büyüktü. Onu bekleyecektik.
O gün akşama kadar yağış altında, hareketsiz, mevzilerde bekledik. Fakat düşman konvoyu gelmedi. Akşam mevziden çıktığımda yürümekte zorlanıyordum. Har tarafım soğuktan tutulmuş ve çamura bulanmıştım. Toparlanıp noktaya doğru tırmanmaya başladık. Mazlum arkadaşla karşılaşınca onda bir burukluğun olduğunu sezdim. Davranışlarından kızgın olduğu anlaşılıyordu. Yanına yaklaşıp,
“Yarın gelir” dedim. O da,
“Gelene kadar bekleyeceğiz. Bir hafta da olsa, on gün de geçse bekleyeceğiz. Mutlaka gelecekler…” dedi. Sonra konuşmadan ağır ağır yürümeye başladı.
Ertesi gün sabahın beşinde yine mevzilerdeydik. Akşama kadar bekledik fakat düşman konvoyu gelmedi. Her gün sabah kalktığımızda, “bugün gelecek” umuduyla yola iniyor, akşam ise yağmurun altında, çamurun içinde, mevzilerde beklemenin ve düşmanın gelmemesinin yarattığı gerginlikle yukarıdaki noktaya çıkıyorduk. Bu durum altı gün boyunca sürdü. Beklemek ve doğa şartlarının zorlukları sinirlerimi bozmuştu. İçimden, “geleceksen gel artık” deyip, düşmana küfürler savuruyordum.
Aram Amed
Devam Edecek…