Göç Dosyasının 3. bölümünde 2 emperyalist paylaşım savaşından dünyanın nasıl yaralar aldığını, Kürdistan’da da yaşayan Müslüman olmayan kesimin azalışını, elbette demografik yapının savaş faktörüyle nasıl değiştiği ve eko-sistem dengesinin de değişmesiyle yaşanan göçlere göz atacağız. Göçlerin meydana getirdiği toplumsal tahribatları ise neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde bu bölümde bulabilirsiniz.
HABER MERKEZİ
I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Diyarbakır’da Hristiyan nüfusu
Mezhep I. Dünya Savaşı öncesi Azalış I. Dünya Savaşı sonrası
Ermeniler Gregoryen
(Apostolik) 60.000 58.000 2.000
Ermeni Katolik 12.500 11.500 1.000
Süryaniler Keldani Katolik 11.120 10.010 1.110
Süryani Katolik 5.600 3.450 2.150
Süryani Yakubi 84.725 60.725 24.000
Toplam 173.945 143.685 30.260
I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Mardin Vilayetinde Hristiyan nüfusu
Sect I. Dünya Savaşı öncesi Azalış I. Dünya Savaşı sonrası
Ermeniler Katolik 10.500 10.200 300
Süryaniler Keldani Katolik 7.870 6.800 1.070
Süryani Katolik 3.850 700 3.150
Süryani Yakubi 51.725 29.725 22.000
Toplam 73.945 49.875 24.070
Kaynak:(21)
Daha I. Dünya savaşının yaralarını sarmadan kısa bir süre sonra II. Emperyalist paylaşım savaşı başlamıştır. Sonuçları itibariyle insanlık için tam bir felaket olan bu savaş 1939 ile 1945 yılları arasında sürmüştür. 100 milyondan fazla askerin katılmış olduğu bu savaşta, Atom bombası dahil en ağır silahlar kullanılmıştır. “100 milyon askerin dahil olduğu 25.173.700 asker, 41.830.600 sivil, 5.754.400 Yahudi ve toplamda 72.758.900” (22) insanın öldüğü en az bu rakamların iki üç katı kadarı da yaralanıp sakat kaldığı ve binlerce yerleşim birimin yerle bir olduğu, milyonlarca insanın yerlerinden göç etmek zorunda kaldığı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda sonuçları açısından daha gerçekçi bir tablo açığa çıkar. Sömürge paylaşım savaşlarının yol açtığı katliam, göç ve yıkımın sonuçları daha çarpıcı görülmesi açısından aşağıdaki tabloya bakmak yeterli olacaktır.
Kayıplar
Ülke Nüfus (1939) Ölü (Asker) Ölü (Sivil) Ölü (Yahudi Soykırımı) Toplam 1939 nüfusuna göre kayıp oranı
Arnavutluk
1.073.000 28.000 200 28.200 2,63%
Avustralya
6.998.000 39.400 700 40.100 0,57%
Avusturya
6.653.000 40.500 65.000 105.500 1,59%
Belçika
8.387.000 12.100 49.600 24.400 86.100 1,02%
Brezilya
40.289.000 1.000 1.000 2.000 0,00%
Bulgaristan
6.458.000 22.000 3.000 25.000 0,38%
Burma
16.119.000 22.000 250.000 272.000 1,16%
Kanada
11.267.000 45.300 45.300 0,40%
Çin
517.569.531 3.800.000 16.200.000 20.000.000 3,86%
Küba
4.235.000 100 100 0,00%
Çekoslovakya
15.300.000 25.000 43.000 277.000 345.000 2,25%
Danimarka
3.795.000 2.100 1.000 100 3.200 0,08%
Estonya
1.134.000 40.000 1.000 41.000 3,62%
Etiyopya
17.700.000 5.000 95.000 100.000 0,6%
Finlandiya
3.700.000 95.000 2.000 97.000 2,62%
Fransa
41.700.000 217.600 267.000 83.000 567.600 1,36%
Hindiçin
24.600.000 1.000.000 1.000.000 4,07%
Almanya
69.623.000 5.533.000 1.600.000 160.000 7.293.000 10,47%
Yunanistan
7.222.000 20.000 220.000 71.300 311.300 4,31%
Macaristan
9.129.000 300.000 80.000 200.000 580.000 6,35%
İzlanda
119.000 200 200 0,17%
Hindistan
378.000.000 87.000 1.500.000 1.587.000 0,42%
Endonezya
69.435.000 4.000.000 4.000.000 5,76%
İran
14.340.000 200 200 0,00%
Irak
3.698.000 1.000 1.000 0,03%
Irlanda
2.960.000 200 200 0,00%
İtalya
44.394.000 301.400 145.100 8.000 454.500 1,02%
Japonya
71.380.000 2.100.000 580.000 2.680.000 3,75%
Kore
23.400.000 378.000 378.000 1,6%
Letonya
1.995.000 147.000 80.000 227.000 11,38%
Litvanya
2.575.000 212.000 141.000 353.000 13,71%
Lüksemburg
295.000 1.300 700 2.000 0,68%
Malezya
4.391.000 100.000 100.000 2,28%
Malta
269.000 1.500 1.500 0,56%
Meksika
19.320.000 100 100 0,00%
Moğolistan
819.000 300 300 0,04%
Hollanda
8.729.000 15.800 124.500 106.000 246.300 2,82%
Newfoundland ve Labrador
300.000 1.000 100 1.100 0,37%
Yeni Zelanda
1.629.000 11.900 11.900 0,67%
Norveç
2.945.000 3.000 5.800 700 9.500 0,32%
Filipinler
16.000.000 57.000 90.000 147.000 0,92%
Pasifik
1.900.000 57.000 57.000 3,00%
Polonya
34.849.000 160.000 2.440.000 3.000.000 5.600.000 16,07%
Doğu Timor
500.000 55.000 55.000 11,00%
Romanya
19.934.000 300.000 64.000 469.000 833.000 4,22%
Singapur
728.000 50.000 50.000 6,87%
Güney Afrika
10.160.000 11.900 11.900 0,12%
Sovyetler Birliği
168.500.000 10.700.000 11.400.000 1.000.000 23.100.000 13,71%
İspanya
25.637.000 4.500 4.500 0,02%
İsveç
6.341.000 200 2.000 2.200 0,03%
İsviçre
4.210.000 100 100 0,00%
Tayland
15.023.000 5.600 300 5.900 0,04%
Britanya
47.760.000 382.600 67.800 450.400 0,94%
ABD
131.028.000 416.800 1.700 418.500 0,32%
Yugoslavya
15.400.000 446.000 514.000 67.000 1.027.000 6,67%
Toplam 1.991.913.000 25.173.700 41.830.600 5.754.400 72.758.900 3,71%
Kaynak:(22)
II. Paylaşım savaşının sonuçları Yahudi halkı açısından daha ağır oldu. Almanya, I. Dünya savaşından ağır bir yenilgiyle çıkmasının tek sorumlusu olarak Yahudileri görüyordu. Bu ağır yenilginin hesabını Hitler Yahudilerden soracaktır. Önceleri Yahudileri infaz etmek için ölüm mangalar kurulur. Bunlar yetmediği zaman ölüm kampları kurularak Yahudiler ve Çingeneler bu kamplara taşınarak fırınlarda yakılır ve açlıkla ölüme terk edilir. İşgal edilen birçok ülkede Yahudi ve Çingeneler yerleşim yerlerinden alınarak bu kamplara gönderilir. Yukarıda ki tabloda da görüldüğü gibi çeşitli ülkelerde toplam 5.754.400 Yahudi katledilir ve milyonlarcası da yerlerinden sürülür yerleşim birimleri yakılarak ortadan kaldırılır. Yahudiler açısından II. Paylaşım savaşının sonuçları bununla bitmeyecektir. Siyonistlerin, İngiltere devletinin yardımıyla Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurması yeni katliam ve göç dalgasını başlatacaktır.
Biliniyor Siyonist Yahudiler (milliyetçi Yahudiler) kuruluş kongresinden (1896) beri atalarının ilk Yahudi karalılığını kurmuş oldukları Kenan ülkesini (Filistin) kendilerine yeni bir devlet kurmak için amaç edinirler. Bu yönlü çalışmalarına hız verirler. İngiltere dışişleri bakanı olan Arthur James Balfour tarafından 1917 yılında Balfour Deklarasyonun yayınlamasıyla bu süreç resmen başlatılmış olur. Siyonist Yahudiler dünyanın birçok yerinde Filistin topraklarına Yahudi göçmenleri taşırlar. Bunun yanı sıra istenilen yerleri Filistinlilerden temizlemek için olmadık şiddet yöntemlerine başvururlar. Filistin topraklarında zoraki bir şekilde devlet kurma ve dünyanın başka ülkelerinde olan Yahudilerin bu alanlara taşırılması, Arap dünyası içinde büyük bir tepkiyle karşılanır. Karşılıklı kışkırtılan milliyetçi duygular gittikçe tüm Arap ve Müslüman dünyasına yayılır. Bu durum bölgede Yahudi düşmanlığını körükler. 1948 yılında İsrail devletinin kuruluşunun ilanıyla Arap birliği (Mısır, Suriye, Ürdün ve Filistin) İsrail’e karşı savaş açar. Bu savaşta “700.000” (23) Filistinli yerlerinden edilerek mülteci konumuna düşürülür. Bu savaşla milliyetçi duygular her iki tarafta da daha da bilenir. Diğer taraftan Siyonist Yahudiler ülke kurmak için gerekli siyasi desteği almış olmalarına ve yine ekonomik olarak ciddi sorunlarının olmamasına rağmen boş topraklara dışarıdan Yahudi nüfusu taşımakta güçlük çekiyorlardı. Yahudilerin bulundukları ülkelerde kurulu bir düzenleri ve yaşamları söz konusuydu. Bundan kaynaklı mecburi olmasalar kurulu düzenlerini dağıtıp İsrail denilen yere gitmek istemiyorlardı. Bu zorluklardan kaynaklı olacak ki Siyonist Yahudiler, özelikle Arap ve Müslüman ülkelerde yaşayan Yahudileri İsrail’e taşımak için birçok ülkede çeşitli provokasyonlara başvururlar. Kimi yerlerde ise Arap milliyetçileri Yahudi vatandaşlarına karşı tepki geliştirmek için böylesi durumlara başvururlar. Bu gelişen durumlardan kaynaklı başta Bahreyn, Cezayir, Fas, Irak, Libya, Lübnan, Mısır, Yemen, Suriye ve Tunus’ta Yahudilere karşı saldırı girişimleri organize edilmiş yüzlerce Yahudi katledilmiş, iş yerleri ve evleri yakılmış geri kalanlara ise göç dayatılmıştır.
“1948 yılından 1970’lerin başına kadar, 800.000 ila 1 milyon Yahudi Arap ülkelerini terk etmeye zorlanmış ya da kaçmış; 1948-1951 yılları arasında 160.000, 1972’ye kadar da 600.000 Yahudi bu ülkelerden İsrail’e gelmiştir.[24][25][26] Mısır ve Libya Yahudileri ülkeden kovulurken, Irak, Yemen, Suriye, Lübnan ve Kuzey Afrika’dakiler Arap hükümetlerinin Yahudiler için fiziki ve siyasi bir güvensizlik ortamı yaratmaya yönelik eşgüdümlü çabaları sonucunda kendiliğinden ülkeyi terk etmiştir.[27] Bunların çoğunluğu, mal varlığını da geride bırakmaya zorlanmıştır.[25] 2002 yılı itibariyle, bu Yahudiler ile soylarından gelenler, İsrail nüfusunun yüzde 40’ını oluşturmaktadır.[26] Bu grubu temsil eden ana oluşumlardan biri olan Dünya Arap Ülkeleri Kökenli Yahudiler Örgütü’nün (WOJAC tahminlerine göre, Arap ülkelerinden giden Yahudilerin varlıklarının toplam değeri bugün 300 milyar doların üzerinde iken,[28][29] Yahudilerin Arap ülkelerinde bıraktığı gayrimenkulün toplam büyüklüğü ise 100.000 kilometrekare ile İsrail Devleti’nin dört katına tekabül etmektedir.[24][29] Örgüt, Yahudilerin toplu göçünün Arap Birliği tarafından bilinçli olarak alınmış kasıtlı bir politika kararının sonucu olduğunu öne sürmektedir.”[30]
Kent ticaretiyle başlayan, uzak pazarlardan getirilen mallarla büyük kârlar elde eden tüccar sınıfı, bununla yetinmeyerek “coğrafi keşiflerle” işgal, talan, gasp, katliam yoluyla elde edilen büyük vurgunlarla bir anda sermayesini katlamıştır. Endüstriyalizmle daha fazla kâr elde ederken, daha fazla pazar ve ham madde arayışı için sömürgeler politikasını geliştirerek dünyayı kendi aralarında paylaşmanın sonucu I. ve II. Paylaşım savaşları yaşanmıştır. Yukarıda kısmı düzeyde yansıtmaya çalışmış olduğumuz bu sonuçlar tamamıyla kapitalizmin azami kâr mantığının yol açtığı sonuçlardır. Görüldüğü gibi göç ve iskan politikaları büyük oranda kapitalist ve ulus-devlet zihniyetinin yol açtığı sonuçlardır.
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde, 1991 yılında I. Körfez savaşıyla Ortadoğu’ya yaptığı müdahaleyle başlayan savaş ve kaos süreci tüm bölgeyi kapsayarak devam etmektedir. Şimdiye kadar Afganistan, Irak, Tunus, Mısır, Libya, Suriye ve Yemen’i içine alarak devam etmektedir. Bu sahalarda üstün teknik silahlarla yapılan ağır bombardımanlarla, yerleşim birimlerinin çoğunluğu kullanılamaz hale gelirken yüzbinlerce sivil insan öldürülmüş, bir o kadarı yaralı ve sakat kalmış, milyonlarca insanda başka ülkeler göç etmek zorunda bırakılmıştır. Sadece Irak’ta “2007 yılında yapılan araştırmalara göre Irak’ta tahmini 1.000.000 sivil yurttaş hayatını kaybetmiştir.[31] UNHCR Nisan 2008 tarihli verilerine göre 4.7 milyon Iraklı yer değiştirdi (Irak nüfusunun %16sı), bunların iki milyonu komşu ülkelere sığındı” [32] Libya’nın neredeyse tamamı yıkıldı. Suriye’de aralıksız beş yıldır devam eden şiddetli savaşta 10 milyondan fazla insan göç ederken, bir milyondan fazlası yaşamını yitirdi bir o kadarı yaralı ve sakat kaldı. Yerleşim birimleriyse ağır bombardımanların etkisiyle harabe kentlere dönmüşlerdir. Yürütülen savaşın bölgede başka ülkeleri de içine alarak genişleyeceği ve daha uzun yıllar devam edeceği şimdiden bellidir. Savaşın bölgede mevcut teknikle devam etmesi demek, tüm yerleşim birimlerin yaşanılamaz hale getirilerek var olan nüfusun yarısının tasfiye edilmesi ve geriye kalanında göç etmesi anlamını taşımaktadır.
• Eko-Sistem Dengesinin Bozulmasıyla Yaşanan Göçler:
Endüstriyalizmin azami kâr yasasının yaratmış olduğu sınırsız sömürü hırsı insanlığı ve eko-sistemi derin bir krizle karşı karşıya getirmiştir. Endüstriyalizmin doğa üzerindeki sömürüsünün yaratmış olduğu tahribatın vardığı düzey toplumsal yaşamla birlikte, eko-sistemi ve içinde yaşayan diğer canlı türlerin hepsini tehdit eder düzeye varmıştır. Nitekim birçok canlı ve bitki türünün ortadan kalktığını ve birçoklarının da nesillerinin devamı için koruma altına alındıklarını biliyoruz. Bu durumu doğanın doğal seleksiyonu sonucu olarak ortaya çıkan bir şeymiş gibi ele alırsak kapitalist sistemi aklamış olacağız. Çünkü bu türlerin nesillerinin ortadan kalkması tamamıyla insanın doğa üzerindeki egemenliğiyle direk bağlantılıdır. İnsanlık kendi elleriyle eko-sistem üzerinde yaratmış olduğu tahribatlarla, yaşam alanını da ortadan kaldırmaktadır. Bu tahribatların yol açtığı sonuçlar sadece bir yerden bir yere göç etmek yada yerleşim biriminin yer değiştirmesiyle sınırlı olmayacaktır. Önü alınmasa sonuçları insanlık için oldukça ağır olabilir. Mevcut durumda kırmızı alarm düzeyinde görülen bazı sorunları sıralamak durumun vahameti açısından daha açıklayıcı olabilir: Ozon tabakasının delinmesi, Kuzey kutbundaki buzulların erimesi, milyonlarca dönümlük arazilerin çoraklaşması, ormanlık alanların yok olması, çeşitli bitki ve canlı türlerin ortadan kalması, atmosferin her gün biraz daha kirlenmesi, birçok coğrafyada iklimlerin olumsuz yönde değişmesi, azami kâr eğilimiyle her gün mantar gibi türeyen baraj inşatları vb. örnekler insanlığın nasıl bir tehditle yüz yüze olduğunu yeterince açıklamaktadır.
Azami kâr mantığıyla inşa edilen barajlar, tek başına binlerce yerleşim birimi ve on binlerce dönümlük ekili arazilerin sular altında kalmasına yol açmaktır. Kuzey Kürdistan’ın Adıyaman ve Urfa illeri arasında inşa edilen GAP, yüzlerce köy ve binlerce dönümlük tarım arazilerinin sular altında kalmasına neden olmuştur. Köylerinden ve tarım arazilerinden koparılan köylüler şehirlere göç ettirilmiştir. Tarım ve hayvancılık dışında başka mesleği olmayan bu insanlar pazarlarda hamal yâda en ucuz iş gücü olarak emeklerini satmaya mecbur bırakılmışlardır. Barajlar sadece tarım arazilerinin yok olmasına sebep teşkil etmiyor, bunun yanı sıra kurulan nehir yatağı üzerindeki bitki örtüsü, hayvan türleri ve ayrıca arkeolojik değerde olan birçok tarihi yerleşim birimlerin sular altında kalmasına da yol açmaktadır. Kapitalizmin azami kâr eğilimiyle dünya genelinde inşa etmiş olduğu baraj sayısı düşünüldüğünde üzerinde yaşamış olduğumuz eko-sistem ve yerleşim birimlerinin nasılda planlı politikalar temelinde ortadan kaldırıldığı açıkça görülecektir. Bu politikaların yol açmış olduğu göç olaylarının çok sıradan ve küçük olmadıkları inşa edilen baraj sayısı göz önünde bulundurularak düşünüle bilinir.
Yine doğa felaketleri dediğimiz taban çökmesi, zemin kayması, erozyon, deprem ve sel felaketlerinin çoğunluğunun kapitalizmin doğa üzerindeki sınırsız sömürüsünden kaynaklandığını unutmamak gerekiyor. Ormanlık alanların ve bitki örtüsünün yok olması erozyon için ciddi bir zemin oluşumu ortaya çıkarmaktadır. Erozyonun dünya genelinde yaratmış olduğu tehlike oldukça büyüktür. Önü alınmazsa birçok tarım arazisi ekilemez duruma gelecek, dolayısıyla birçok yerleşim birimi yerlerinden yurtlarından olmak zorunda kalacaktır. Erozyondan kaynaklı; “Tarımda kullanılan alanların %70’i özelliklerini kaybederek dünya genelinde, toplam kara üzerinde %30 civarında çölleşmeye sebep olmuştur. Dünya’da erozyon sebebiyle çölleşme tehlikesi bulunan 110 ülke bulunmaktadır…Türkiye topraklarının ise, %90’ı su erozyonu, %1’i de rüzgâr erozyonuna maruz kalmaktadır. Tarım topraklarında bu oran su erozyonu için %75 civarındadır. Türkiye’deki erozyon sonucunda yılda 500 milyon ton verimli toprak kaybedilmektedir.” (33)
Yer altı madenlerinin fütursuz bir biçimde sömürülmesi en az erozyon tehlikesi kadar büyük bir tehlike ile insanlığı karşı karşıya bırakmaktadır. Kömür, demir, taş ocakları, mermer, kaya gazı, petrol kuyuları ve daha başka madenler yer altının binlerce metre altı oyularak çıkarılırken ciddi yapay depremlere, taban çökme ve zemin kaymalara sebep teşkil ettiği gibi, birçok su kaynağını da kurutabilmektedir. Özelikle kaya gazı çıkarılması için kullanılan çeşitli kimyasal ve zararlı maddeler toprağın tümden çölleşmesine sebep teşkil ederken, su kaynaklarının da kurumasına yol açmaktadır. “Dünyada her yıl yaklaşık 500.000 deprem meydana gelmekte ve bunların 100.000 kadarı hissedilmektedir.” (34) Bu depremlerin çoğunluğu için her ne kadar doğal sebepler gösterilse de işin aslı araştırıldığında sınırsız kâr mantığının yol açtığı sonuçlar olduğu rahatlıkla görülecektir. 2011 yılında Japonya’da yaşanan tsunami, aslında tehlikenin vardığı düzeyi gözler önüne seriyordu. Doğa, adeta insanlıktan intikam alıyordu. “Tsunami ülkede çok büyük zarara yol açtı. Depremde 15,828 kişi hayatını kaybetti ve 3760 kişi hâlen kayıp olarak belirtiliyor. Kara ve demiryolları ağır hasar gördü, çeşitli yerlerde yangınlar çıktı ve bir barajın yıkılması sonucu bölge su baskınına uğradı. Kuzeydoğu Japonya’da 4.4 milyon ev elektriksiz, 1.5 milyon ev ise susuz kaldı, gıda sıkıntısı da meydana geldi.” (35) “Deprem sonucu Fukuşima Nükleer Elektrik Santralinde kazalar meydana geldi.” (36)
Son dönemlerde sıklıkla rastlanılan büyük ölçekli depremler, kasırga fırtınaları, yoğun yağıştan kaynaklı sel felaketleri, erozyon, kuraklık, çoraklaşma ve deniz kıyılarında rastlanılan tsunami felaketleri büyük maddi kayıpların ve can kayıplarının yanı sıra, birçok yerleşim birimini yaşanılmaz hale getirdiği ortaya çıkan sonuçlara bakıldığında rahatlıkla anlaşılmaktadır. Sıklıkla gerçekleşen bu tür doğa felaketlerinin yüzde sekseninden daha fazlasının kapitalist sistemin azami kâr hırsının doğa üzerinde ki uygulamalarının yaratmış olduğu sonuçlar olduğu açıktır. Dolayısıyla bu nedenlerden dolayı yaşanmış göçleri sadece doğa afetlerinden kaynaklı göstermek kapitalist sistemi aklamak anlamını taşıyacaktır. Çünkü kapitalist sistemin doğa üzerindeki sömürü ve talan politikası öyle bir düzeye varmışki doğanın dengesini bozmuştur. Bu sınırsız sömürü durumunun önüne geçilmez, yaratılan tahribatların giderilmesi için bir çalışma içinde olunmazsa, toplumsal yaşam ve doğanın büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu bilmemiz gerekiyor.
a) Göçün Yol Açtığı Toplumsal Tahribatlar
Yerlerinden ve yurtlarından zorla göç ettirilen topluluklar kendi sosyal ve kültürel ortamlarından koparıldıkları için gittikleri yerlerde ciddi uyum ve geçim sorunlarıyla yüz yüze kalmaktadırlar. Psikolojik, sosyolojik, kültürel, ekonomik, sağlık, eğitim vb. sorunların yanı sıra geçmişine özlem yani geldiği ortamdaki çevresi, akrabaları, sevdikleri, yaşam alışkanlıkları, coğrafyası, iklimi, kültürü vs. birden değiştiğinde, gittiği yerde ciddi uyum sorunlarıyla yüz yüze kalacağı açıktır. Her şeyiyle yabancılık çektiği böylesi ortamlarda adeta toplum dışına itilmiş hissine kapılarak ağır ruhsal bunalımlarla karşı karşıya gelmesi söz konusu olabilmektedir. Kişi geldiği çevre içinde ne kadar köklü ve derin ilişkilere sahip ise göç ettirildiği yerde o derecede uyum sorunları ve aynı zamanda ruhsal bunalımlarla karşılaşma tehlikesi söz konusudur. Çünkü göçle koca bir geçmişi geride bırakmıştır. Gittiği yerin sosyal ortamına ayak uydurabilmesi için yeni bir başlangıca ihtiyaç vardır. Bu başlangıç kimi zaman ancak tüm geçmişine sünger çekmekle mümkün olabilir ki buda kendini tümden inkar anlamına gelecektir. Geçmişle köklü bir bağı olmayanlar için böylesi bir başlangıç belki de sorun teşkil etmeyebilir ama geçmişle köklü bağları olanlar için bu tür geçişler ağır ruhsal bunalımların yanı sıra yalnızlık, toplum dışına itilme hissi, içine kapanıklık, hiç kimse ile ilişkilenmeme, işe yaramaz hissi vs. durumları açığa çıkarabilmektedir. Bunun yanı sıra aile üyelerinin birbirlerinden ayrılması yani ailenin parçalanması durumlarında; anne ve babaların çocuklarından, eşlerin yada aile içinde bazıların ayrı düşme durumları söz konusu olduğunda psikolojik ve ruhsal olarak kişi daha ağır travmalarla yüz yüze gelebilmektedir. Bu tür psikolojik vakalar ağırlıkta kendi ülkesini terk edip yabancı bir ülkeye, kendisini tamamıyla yabancı hissettiği ve ait olmadığı bir kültürel ortama göç eden insanlarda açığa çıkmaktadır. Örneğin Kürdistan’dan Türkiye metropollerine yapılan göçleri bu kategoride ele almak yanlış olmayacaktır. Esasta asimilasyonu ve tümden inkâr politikaları çerçevesinde geliştirilen bu tür göçler oldukça planlı ve uzun süreyi kapsayan stratejiler çerçevesinde yapılmaktadır. Belli bir yaşı geçmiş olan insanları tümden asimile edemeyeceklerini bilseler dahi yeni doğacak nesli yada küçük yaşlarda göç etmiş kesimleri rahatlıkla asimile edip entegre edebileceklerine olan inançla bu tür siyasi amaç taşıyan göçlere baş vurmaktadırlar.
Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği (BMMYK)’nın, mülteci aileler üzerine yapmış olduğu bir araştırmaya göre şu verilere ulaşılmıştır;
• Aile üyelerinden ayrılma,
• Yakın kişilerin kaybı,
• Finansal, sosyal, fiziksel ve eğitimsel koşulların değişimi,
• Aileyi geçindiren, ev kadını vb. önceki rollerin kaybı ya da değişimi,
• Toplum desteğinin kaybı,
• Önceki normların değişimi örneğin: alışkanlıklar, gelenekler, dini rehberlik,
• Aile yaşamıyla ilgili evlilik, doğum ve çocuk yetiştirme uygulamalarına ilişkin önceki gelenekleri devam ettirmede güçlükler,
• Çocukların eğitimi, tıbbi bakım ve sağlıklı bir beslenme biçimini içeren ailenin ihtiyaçlarını karşılayacak finansal yeterliliğin kaybı,
• Yardım dışında alışılmadık bağımlılık,
• Ev sahibi hükümetin istihdam konusundaki kısıtlamalarından dolayı iş yaşamına katılımda güçsüzlük/yetersizlik,
• İşin eksikliği,
• Evde boş, işsiz oturmak,
• Yeni yıkımlar, sağlık bakımından yeni sistemleri kabul etmek zorunda kalmak.
Kaynak:37
BM mülteci yüksek komiserliğinin tespitte bulunduğu bu tür durumlara bakıldığında kendi kültürel dokusuyla uyuşmayan, yaşam alışkanlıklarına ters olan, zihniyet dünyasıyla bütünlük sağlamayan bir ortama girildiğinde aile içi ilişkilerden tutun, çocukların anne babaya karşı yaklaşımları, daha önceki rollerin ağırlıkta ortadan kalktığı yeni ilişki tarzların ve rollerin kendini dayatmış olduğu buna göre uyum sağlanmadığı taktirde özelikle aile büyüklerinin kendilerini pasif, işe yaramaz ve değersiz hissetme gibi psikolojik sorunlarla karşı karşıya olacağı anlaşılmaktadır. Anne ve babaların çocuklar üzerindeki söz gücü etkisini yitirdiği gibi, çocukların da anne ve babalarını geri, değersiz adeta kendilerinden utanılacak bir durum olarak görmeleri söz konusu olabiliyor. Çünkü eski yaşamda sahip oldukları konumlarını tümden yitirmiş durumdadırlar. Mevcut duruma ayak uyduracak ne kültürel dokuları vardır nede buna izin verirler. Onlar için yeni duruma ayak uydurma kendini inkar etmektir ki oda ruhsal olarak aşağılayıcı bir hisse yol açar. Bundan dolayı eski yaşam alışkanlıkları ve kültüründe ısrar eder. Avrupa’nın göbeğinde yaşayan yaşlı anne ve babaların ulusal kıyafetlerinden ve geleneksel yaşamlarından taviz vermemesi gibi. Yine Adana, Mersin, İstanbul, İzmir vb. metropol kentlerde bu tür örneklere çokça rastlandığı gibi bu şehirlerde yaşayanların, yaşamış oldukları mahalleri Kürdistanlaştırma durumları bile söz konusu olmuştur. En çarpıcı örneklerden biri bazı ailelerin oturmuş oldukları evlerin damlarında tandır yaptırmış olmalarıdır.
Psikolojik sorunların yanı sıra göç etmiş olan insanların ekonomik sorunlarla bağlantılı yeterli düzeyde beslenme ve barınma sorunları oldukça ciddidir. Ağırlıkta işsiz olan bu kesim göç etmiş oldukları şehirlerin varoşlarına yerleşmektedirler. Bu tür yerleşim birimlerinin alt yapı sorunları ciddi olduklarından kaynaklı her şeyden önce sağlık açısından çeşitli bulaşıcı hastalıklara davetiye çıkarır niteliktedir. Tüm bu sorunlara rağmen baskın gelen temel sorun işsizlik ve geçim derdi olmaktadır. Şehrin en tortu işlerinde ve en ucuza çalıştırılan bu kesimlerdir. Altı yaşında ki çocuktan başlayarak tüm aile fertleri çalışmak zorundadır. Yoksulluk nedeniyle okula gönderilmeyen çocuklar sokaklarda boyacılık, sakız, mendil satma, çöplerde naylon, kâğıt toplama, tekstilde yarım maaş ile çalışma; yetişkinler ise hamal, tarımda mevsimlik işçi, seyyar satıcılık, halk pazarlarında tezgâh açma vs. işlerde çalışarak geçim sıkıntısına çözüm bulmaya çalışırlar. Bu durumda çocuklar aile kültüründen daha fazla sokak kültürüyle büyümüş olurlar. Aile çocuklar üzerindeki etkisini yitirir. Ailenin parçalamasına yol açan bu durum kendisiyle beraber aile içinde çeşitli sorunlara yol açar. Sürekli didişme, kavga ve gerginlik çocuğun ruhsal dünyasının parçalamasına yol açar ki çocuk bu tür ortamlardan uzaklaşmak için daha fazla sokakları tercih edecektir. Sokaklarda büyüyen bu çocuklar geleceğe kaygıyla bakarlar. Onlar için umut vadeden herhangi bir şey söz konusu değildir. Sürekli bir biçimde aşağılanan, hor görülen ve en tortu işlerde çalıştırılan bu kesim adeta toplumdan intikam alırcasına uyuşturucu, çek senet mafyası, hırsızlık, gasp, fuhuş, kumar, haraç vs. işlerde derin devlet veya istihbarat örgütleri tarafında kullanılır hale gelirler.
Yoksulluk ve işsizliğin yol açtığı diğer önemli bir sorun ise ahlaki yozlaşmadır. Küçük yaşlarda ki çocukların sokaklarda ve iş ortamlarında çalıştırılması zamanla böylesi sorunlara yol açmaktadır. Ahlaki açıdan düşürülmüş ve fuhuşa sürüklenmiş çocukların aile ortamına bir daha geri dönememesi yaşanmaktadır. Dolaysıyla çocuk yaşta düşürülen bu insanlar katı geleneklerin etkisiyle içine girdikleri yaşama mahkûm edilmektedirler.
Kısacası göçmen, göç ettiği yerde bir yabancıdır. Çevre, sosyal ilişkiler, kültürel farklılıklar, gelenekler, yaşam alışkanlıkları, dil, coğrafya her yönüyle kendisine yabancıdır. Bu duruma entegre olması oldukça güçtür. Yeni koşulların dayatmış olduğu sosyal duruş ile geçmişi arasında sürekli bir biçimde yaşanan çatışma hali ruhsal gerginliğe sebep teşkil ettiği gibi kişilikte parçalı duruşa da neden olur. Bu tür ruhsal ve psikolojik sorunların yanı sıra konut, sağlık, eğitim, sağlıklı beslenme, yoksulluk, ahlaki olarak dejenere olma, ailenin dağılması, dışlanma, hor görülme, aşağılanma ve asimilasyon gibi birçok sorunla yüz yüze kalmaktadır.
Yarın: Kürdistan’da Demografik Yapının Değiştirilmesi, Uygulanan politikalar ve Bu Politikaların Yol Açtığı Sonuçlar ve Alt Başlıkları…
Göç Dosyası-Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi