Kürdistan’da ilk göç, “Dağlar Ülkesine” sefer düzenleyen Sümerler tarafından esir alınan bir kısım Kürtlerin Güney Mezopotamya’ya sürgünleri ile başlamıştır. Esir alınan Kürtler, Sümerlerin varoşlarında yaşam mücadelesi vermek zorunda kalmışlardır. Bu ilk göç dalgasından sonra Kürtler; bölgesel işgalciler tarafından sistematik göçe mecbur bırakılacaklardır.
HABER MERKEZİ – Kürdistan’da Demografik Yapının Değiştirilmesi, Uygulanan Politikalar ve Bu Politikaların Yol Açtığı Sonuçlar
Kültürel tarih bağlamında yaklaştığımızda, Kürtlerin binlerce yıllık başat bir tarihe sahip olduklarını görürüz. Bu kültürün temel niteliği kabile ve aşiret formlarını güçlü yaşaması, tarım ve hayvancılık ekonomisinde devrimsel bir rol oynamasıdır. Verimli Hilal kültürü insanlık tarihinde ne kadar rol oynamışsa, Kürtlerin ve bu coğrafyanın halklarının kültürel tarihteki rolleri de ona denktir. Tarihte mezolitik ve neolitik dönemlerin (M.Ö. 15000-4000) merkezî kültürüdür. Çin’den ve Hint’ten Avrupa’ya kadar tüm neolitik toplum kültürlerini beslemiştir. Kültürel yayılmanın izlerini hem genetik hem de etimolojik yöntemlerle bu alanlarda tespit edebilmekteyiz. Yaklaşık olarak ve tespit edilebildiği kadarıyla Verimli Hilal merkezli on iki bin yıllık bir kültürel önderlik söz konusudur. İnsanlık tarihinde hiçbir kültürün bu denli uzun ve kapsamlı, güneş gibi aydınlatıcı, ısıtıcı ve besleyici bir rol oynadığına tanık değiliz. Varsa da, rolleri sınırlı ve yüzeyseldir.
Aynı zamanda Proto Kürtlerin uygarlıkla da ilişkileri çok yoğun olmuştur. İki yönlü bir ilişki tüm gelişmelere damgasını vurmuştur. İlk yönüyle uygarlık kültürünün baskıcı ve sömürücü kent, sınıf ve devlet unsurlarıyla hep çatışmalı olmuşlardır. Bazen sömürü ve baskının merkezlerini istila etmeye kadar varan hamleler (Babil’in fethi, Ninova’nın yıkılışı) yaparken, güçleri yetmeyince de çoğu zaman dağların fethedilmez doruklarına çekilerek (Zagrosların güney eteklerinden Dersim’e kadar benzer lehçeleri konuşan Hewrami ve Zaza kültürü bu gelişmelerle yakından bağlantılıdır) varlıklarını korumaya, bağımsız ve özgür yaşamdan vazgeçmemeye özen göstermişlerdir. Bu kültürün izleri bugün bile oldukça etkilidir. Dağ Kürtleri denilen kesim esas olarak bu hat üzerinde yaklaşık beş bin yıl boyunca yaşayan Hurri kökenli kabilelerdir. Uygarlık kültürüyle ilişkilerinde ikinci yön geliştirilen ilişkileri olumlu değerlendirip benimseme ve özümseme temelinde olmuştur. Kürt kültüründe uygarlığın bu yansımaları kentli, sınıflı ve devletli zihniyet ve kurumların oluşması biçiminde olmuştur. Birçok örnekte karşılaştığımız “Yenemiyorsan benzeş ve öyle yen” kuralı burada bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Guti, Mittani, Hitit, Urartu, Med, Pers ve Sasani örnekleri, kendilerine saldıran uygarlık güçlerine karşı kendilerini bizzat uygarlık olarak inşa edip benzeşerek yenmeyi ve ayakta kalmayı ifade etmektedir.
Kürt halkı için en başta şunu belirtmek gerekir, Kürdistan’da göçebelikten yerleşikliğe geçiş düzenli bir şekilde gelişmemiştir. Bu durum Kürdistan’a karşı geliştirilen yönelimler karşısında düzensiz bir seyir izlemiştir. Bazı dönemlerde yerleşik olan kabile ve aşiret saldırıları karşısında tekrardan göçebeliğe geçebilmişlerdir. Aşiretlerin ovaya doğru iniş eğilimi taşıdıkları bilinen bir gerçektir. Ama herhangi bir istila karşısında tekrar dağlara çekilmişlerdir. Bu durum Kürtlerde merkezileşmenin gelişimini zayıflatmıştır. Aşiretlerde uzlaşma, dağlara kaçış, direniş ve işbirlikçilik aynı alanda birbirine yakın olan aşiretler içinde gelişebiliyor. Egemen güçlerin etkileri zayıflayıp siyasi otoritede boşluk doğunca ovalara doğru iniş tekrar başlayabilmektedir. Ama daha çok yaşam için tercih edilen yerler ova ile dağ arasındaki yerleşkeler olmuştur. Kısmi olarak tarımcılık yapabilen bu aşiretlerin temel geçim kaynağı hayvancılık olmuştur.
Kürdistan’da demografik (nüfusla ilgilenen bilim dalı) yapının değişimi olumlu veya olumsuz olarak siyasi otoritenin kimler tarafından yönetildiğine bağlıydı. Kürdistan’da otorite boşluğu doğduğu dönemlerde Kürtler; Beylikler, Mirler ve Şeyh’ler yoluyla yarı özerk şekilde kendi kendilerini yönetmişlerdir. Onların nüfusunda ciddi sorunlar yoktu, ne iç göçler nede dış göçler de bir artış veya azalma söz konusu değildi. Kürdistan’ın işgal edildiği dönemlerde işgalci otoriteler söz konusu vergilerin toplanması, gençlerin askere alınması vb. uygulamalardan kaynaklı sorunlar baş gösterdiğinde tedbir amaçlı iç ve dış göç Kürtlere dayatılmaya başlanmıştır. Aynı zamanda göçertilen Kürt nüfusu yerine farklı etnik yapıya sahip toplulukları, Kürt yerleşkelerine yerleştiriyorlardı. Bu uygulamalarla siyasi otoriteye yakın toplulukları Kürdistan’ın stratejik noktalarına konumlandırıyorlardı.
A. Kürdistan’daki Göç’e Tarihsel Giriş ve Nedenleri
Kürdistan yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle her zaman Ortadoğu’da çekim merkezi olmuştur. Merkezi Uygarlığın doğuş döneminde kereste, maden ocakları gibi kaynaklar nasıl ki en önemli ticari kaynaklardandı, bugünde halen bu önemini korumaktadır. Kürdistan’da ilk göç, “Dağlar Ülkesine” sefer düzenleyen Sümerler tarafından esir alınan bir kısım Kürtlerin Güney Mezopotamya’ya sürgünleri ile başlamıştır. Esir alınan bu Kürtler, Sümerlerin varoşlarında yaşam mücadelesi vermek zorunda kalmışlardır. Bu ilk göç dalgasından sonra Kürtler; bölgesel işgalciler (Asur, Elam, Babil, Pers ve Osmanlı…) tarafından sistematik göç politikaları ile yurtlarını terk etmek mecburiyetinde bırakılmışlardır. Sosyolojik analizini yaptığımızda yerleşik ve yarı göçebe hayatını örgütlemeye çalışan Kürtler ağırlıklı toplumsal özelliklerini coğrafik konumundan almıştır. Bu konuda Önderlik; ‘’Kürtler Dağ’ı esas alan bir savunma anlayışı, tarım ve hayvancılıkla beslenme kültürü sayesinde otantik bir halk olarak günümüze kadar varlıklarını korumuşlardır ’’der.(38) Kürdistan tarihine aslında bu açıdan savaşlar tarihi dersek abartmış olmayız. Hiçbir zaman rahat yüzü görmemiş bir halk gerçeği söz konusu. Uygarlığın ilk doğuş dönemi savaşlarla geçmiş, bu uygarlıkların bölgede hegemonya olma girişimleri yine savaşlarla belirlenmiştir. Savaş demek daha fazla işgal, yıkım, açlık, yoksulluk ve göç demektir. Tarihte Asur-Akat saldırıları, Bizans ile Sasaniler arası savaş (300 yıl), Moğollar-Haçlı saldırıları, Osmanlı-Safevililer arası (400 yıl) …vs. Yaşanan savaşlar olduğu gibi Kürdistan topraklarında cereyan etmiştir.
Ksenephon; Kürdistan ülkesinde Acemlerden kaçan Yunan ordusunun durumunu anlatırken, Karduk ülkesinin tarihin ilk başlarından itibaren bir savaş alanı olduğunun kanıtını göstermektedir. “Acemler, onların (Yunanlıların) yiyeceklerini köylerden aldıklarını görünce köyleri ateşe verdiler. Ksenephon köyleri yakılan köylülere yardım ederek, köylerin yakılmasına meydan vermiyordu. Ancak Hisrof o düşüncede değildi. Yunanlılar da Hisrof’un düşüncesine katılarak Karduk’ların köylerini yakmaya başladılar.” Bu ilk belgeli anlatımın örnekleri daha sonrada Kürtlerin her isyanında ya da direnişinde kaderi gibi olacaktır. Kürdistan’da çatışan yabancı güçlerin her ikisi de Karduk köylerini yakmıştır der.
Büyük İskender’in Doğu’ya yapmış olduğu fetih seferi Kürdistan’ın yıkımı ile sonuçlandı. İskender öncesi hakim olan güçlerle, ölümünden sonra generalleri arasındaki savaşlar ve generallerin birbirleri arasındaki savaşlarda Kürdistan birçok defa el değiştirmiştir.
Aynı şekilde M.S. 224 ile M.S. 645 yılları arasında Romalılarla Sasaniler arasında onlarca savaş yaşanmıştır. İki devletin bölgeye egemen olmak için verdikleri savaşların tamamı Kürt yerleşim yerleri üzerinde olmuştur. Kürdistan’da en kanlı savaşların yaşandığı bu dönemde neredeyse tüm bu savaşlar Amed, Nusaybin ve Urfa çevrelerinde yürütülmüştür. Sasaniler, Romalılardan aldıkları yıllık vergiyi alamadıkları zaman Roma’nın denetimindeki Kürt şehirlerine saldırmış, ya da Harran vb. alanlarda tarımla uğraşan Kürtleri ya talan etmiş ya da katletmiştir. Med sonrası Kürtler adlı kitabında Tori; Ebul Faraç’tan aktardığına göre savaşlar sürecinde sürekli kuşatma altında bulunan Amed, Urfa, Nusaybin ve diğer kaleler hangi güç tarafından alınırsa ardından katliamlar yaşanmıştır demektedir. Dini inançlarından dolayı Sasaniler’e daha yakın olan Kürtler çoğunlukla savaşlarda Sasaniler’i desteklemelerine rağmen her iki taraftan da zarar görmüştür. Savaşlar sırasında Dicle ve Fırat nehirlerinden biri sürekli olarak Sasani ve Romalı’lar arasında değişen sınır olmuştur. Ama Romalı’lar ve Sasaniler arasındaki her türlü anlaşmazlığın sonucunda savaşlar Kürdistan’da yapılmaktaydı. Bundan dolayı en çok etkilenenlerde Kürtler oluyordu. Sasaniler ile Romalılar arasındaki savaşların yarattığı sonuçlar, gerçekleştirdikleri katliamların boyutları günümüzle karşılaştırıldığında savaşların yıkıcılığı daha anlaşılırdır. Örneğin M.S. 503 yılında Amed’i kuşatan Sasaniler, burayı Romalı’ların elinden aldıklarında, “on binlerce kişiyi katletmişlerdir.”(39) On binlerle hesaplanan tutsak ve katletme savaşları sırasında, şehirlerden bile dağlara kaçışlar olmuştur. Savaş sırasında yerleşik tarım yapanlar da sadece bağ bozumu sırasında köylere inmişlerdir.
M.S. 928 yılında Arap egemenliğinin zayıflaması sonucunda Bizanslıların Kürdistan’a yönelik yeni bir saldırıları gerçekleşmiştir. Bu saldırılar sırasında Maraş gibi Müslümanların elindeki bazı şehirler tekrar geri alınmıştır. M.S 958-959 yıllarında Amed, Adıyaman ve Urfa yöreleri yıkıma uğratılır. Yine Bizans orduları M.S 965-966 yıllarında Amed, Nusaybin ve Antakya yörelerini yağmalayıp yıkıma uğrattılar. Bu şekilde ardı-arkası kesilmeyen saldırılar karşısında Mervani Kürt devletinin elinde sadece Amed ve Farqin (Silvan) kalır. Arada kalan tüm bölge Bizanslıların eline geçmiştir.
Abbasilerin zayıflamasıyla beraber yeni bir güç olarak ortaya çıkan Türkler başta Abbasilerin askeri vurucu gücüyken yavaş yavaş iktidarın sahibi olurlar. Abbasi halifesi Mehdi (Muhammed el-Mehdî bin Abdullâh Mansûr 775-785 on yıl halifelik yapmıştır) zamanında Türkmen boyları Adana, Maraş, Göynük, Malatya, Amed, Ahlat ve Malazgirt civarına yerleştirildiler. Neredeyse Kürdistan’ın demografik yapısı değiştirilir. Bu uygulama diğer halifeler döneminde de devam etti. Abbasiler kendilerini Bizanslılardan korumak, daha fazla toprak elde etmek için bu yolu kullanırken buralardan Anadolu içlerine doğru saldırılar yapmayı da hedeflemişlerdi. 1071 yılından önce Selçuklu Türkmen boyları Anadolu’ya sızmaya başlamışlardı. Düzensiz akıncı saldırılarıyla Anadolu’nun çeşitli yerlerine kadar ilerleyen bu gruplar talan yaptıktan sonra tekrar sınırlarına çekiliyorlardı. Kürtlerle de yer yer çatışmalar gelişiyordu. Kürdistan bu akıncı boylarının saldırılarından da etkilenmişti. 1071 Malazgirt savaşından sonra, daha önce çeşitli savaşlarda Bizans ve Türkler tarafından kuşatılan ve ele geçirilmeye çalışılan Amed Bölgesi bağımsızlığını korumuştur.
16.yy’a gelindiğinde Safevi-Osmanlı imparatorluklarının bölge hegemonyası için yürütmüş oldukları savaşın merkezi Kürdistan’dır. 400 yıl boyunca devam edecek olan bu savaş Kürdistan halkına katliam, talan, yıkım ve göçten başka bir şey getirmemiştir. Safevi imparatorluğu ideolojik olarak Şia ’lığa dayanırken, Osmanlı imparatorluğu ise İslam’ın Sünni mezhebini esas alır. Her iki imparatorluk arasında ki mezhep farkının ceremesini en fazla Kürtler çekeceklerdir. Safeviler sınırın her iki tarafında ki alevi-kızıl baş Kürt aşiretlerini yanlarına çekerken, Osmanlılarda sınırın her iki tarafındaki Sünni Kürtleri örgütleyecektir. Her savaşta yenilen hangi taraf olursa olsun kaybeden yine Kürtler olmuştur. Osmanlılar savaşta yenilgiyle çıkmışsa sebebi Alevi Kürtlerdir onları katliam ve sürgün bekler. Safeviler yenilmişse Sünni Kürtlere göç ve katliam dayatılır. Örneğin: “Şah Tehmasıp Kürtleri Osmanlılara karşı kullanmak amacıyla Mansur aşiretini örgütleyip, silahlandırarak Erzurum’a göçertirmiştir. Bazı verilere göre 30.000 aile bu amaçla köylerinde zorla sınırları muaheze etmek için götürtülmüştür… Yine Şah İsmail İran’ın doğu ve güney doğu sınırlarını Özbek saldırılarına karşı savunmak için şuan Kuzey Kürdistan olarak bilinen coğrafyadan Qermani aşiretinin çoğunluğunu Horasan’a zorla göç ettirmiştir. Bu göç ilk defa Kürtlerin Horasan’a göç ettirilmesidir. Kürtleri sınırlarda siper etme siyaseti Şah İsmail’den sonrada sürdürülmüştür. Zira Özbek kökenli Abdul Mu-imenin Meşhed’e saldırdığında kenti savunan Kürtler olmuştur. Horasan’a en büyük Kürt göçü 1598 de olmuştur. İlk Kuzeyden Kürtler Tehran-Veramine götürülür, oradan da Horasan’a yerleştirildiler. Net olmamakla birlikte 45 bin aile o dönemde Safeviler tarafından Horasan’a götürülmüştür. Nadir Şah Horasan’dan 5 bin Kürt aileyi Osmanlılara karşı Erzurum’a yerleştirir. 2000 aileyi de Gilan (mazenderan-reşt) Rusları engellemek için götürür. Bazı kaynaklara göre bu tarihten öncede Kürtler, Gilan’a göç etmişlerdir. Fakat Nadir şahın politik-askeri nedenlerden dolayı 2000 Kürt aileyi Gilan’a zorla göç ettirdiğinden şüphe yoktur. Şuan Gilan’da 60 civarında Kürt köyü bulunmaktadır. Horasan’da 1.5 milyon Kürt Aşhan, Bıcnurd, Cacarm, Sebzewar, Nişapur, Quçan, Çınaran ve Meşhede yayılmış durumdadır. Her ne kadar kendi kültürlerini kısmen korumuş olsalar da, İran’a ulus-devletin gelişiyle birlikte büyük oranda sistematik asimilasyon politikalarına tabi tutulmuşlardır.”(40)
1639-Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Kürdistan resmen ikiye bölünür. Bu anlaşmadan sonra her iki imparatorluk sözüm ona sınırlarını güvenceye almak için yeni demografik değişimleri gündemlerine alırlar. Osmanlılar kendi sınırları içindeki alevi-kızılbaş Kürtlerin birçoğunu Anadolu içlerine, batı sınırlarına ve bir kısmını da Sünni Kürtlerin bulunduğu alanlara sürgün ederler. Safeviler de aynı uygulamayı Sünni Kürtlere uygulayarak nüfusun büyük bir kısmını kuzey sınırlarına sürgün ederler. Osmanlı İmparatorluğu bu yerlere Türkmenleri yerleştirirken Safevi İmparatorluğu ise Şii kökenli Azerileri ve diğer toplulukları sürekli Kürdistan’a yerleştirmeye çalışıyorlardı. Her iki taraf da sürgün ettikleri Kürtlerin mal varlıklarına ve topraklarına el koyarak bunların bir kısmını devlet mülküne geçirirler. Geriye kalanları da bu alanlara yerleştirdikleri dönmelere, Türk eşrafa ve kendi yandaşı Kürtlere tımar olarak dağıtırlar. Bu uygulamayla her iki tarafın sınırlarının güvenliğini Kürtler sağlamış olacaktır. “ Kürtler, zamanında Safevi hükûmdarı Şah Abbas tarafından binlerce Kürdün sürgüne gönderildiği İran’ın kuzeydoğusunda kalan bölge başta olmak üzere, günümüz Afganistan sınırlarındaki bölgelerde 1500’lerden beri yaşamaktadırlar. Zamanında sürgüne gönderilmişlerin çoğunluğu nihayetinde Afganistan’ın içlerine ilerlemiş, Herat ve diğer batı Afganistan şehirlerine yerleşmişlerdir. 16. yüzyılda Afganistan’daki Kürt kolonilerinin nüfusu on binleri bulmaktaydı.”(41) Bugün de yaklaşık bir buçuk milyon Kürt buralarda yaşıyor.
Özelikle Osmanlı İmparatorluğunda iskan ve göç ile demografik yapının değiştirilmesi politikaları, güvenlik eksenli geliştirilen bir stratejiydi. Nitekim İttihatçılar daha sonra bu politikalara derinlik kazandırarak Ermeni, Rum, Asuri ve Kürtlere karşı çok acımasızca hayata geçireceklerdir. Bu politikalarının tarihi, iki karakteristik nüfus hareketi ile özetlenebilir. Biri; İmparatorluğun kendi politik gücüne bağlı olarak şekillenen ve fethedilen toprakların kolonizasyonu için dışa dönük bir nüfus hareketi olarak gerçekleşendir. Diğeri ise; 1683 Viyana yenilgisinin yanında özellikle Rusya’nın 1800’li yılarda Kafkasya ve Balkanlarda ki yayılmacı politikalardan kaynaklı göçe zorlanan Türk, Pomak, Müslüman halklar ve Osmanlı yanında yer almış nüfusun ağırlığının Osmanlı topraklarına sürülmesiyle uygulanacak olan iskân politikaları olarak açığa çıkandır. Bu değişim iç politika meselesi olarak kabul edilen, göçebelerin iskânı meselesine yaklaşımı da etkilemiştir. Osmanlı döneminde Anadolu’ya yönelmiş olan bu yayılmacı hareket, İmparatorluğu’nun temel felsefesi olmuş ve işgal edilen yeni alanlara Türk unsurların göç etmesi olağan bir hale gelmiştir. Osmanlı Beyliği, güttüğü nüfus ve kolonizasyon politikası gereği her fetih sonrası, toprakların etnik-dinsel kompozisyonuna müdahale ediyordu. Anadolu’da nasıl ki fetih sonrası bu politikalar sistemli yürütüldü, Balkanlar’da da her fetih ve kolonizasyon sistemli bir sevk ve iskân politikası eşliğinde yürütülüyordu. Bunun için Anadolu halkından bir miktar nüfus, sistemli bir şekilde fethedilen (Balkanlara) topraklara transfer ediliyordu. Evlad-ı fatihan denilen ve fetih hareketine katılanların gönüllü olarak gelip yerleşmelerine ek olarak, fethedilen yerlerin “şenlendirilmesi” için daha kalabalık bir insan kitlesine ihtiyaç oluyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun kan kaybetme, zayıflama sürecine girmesiyle birlikte Kürt beylerinin haklarına kısıtlamalar getirilmeye başlanmıştır. Ağır vergiler ve askere alınma durumları Kürt toplumu içinde huzursuzluğa ve dolayısıyla çatışmalara neden oluyordu. Bu çatışmaların yanı sıra bazı Kürt beyliklerinin bağımsızlık arayışları, Osmanlı’yı aşırı derecede kaygılandırıyordu. Yine Kürt nüfusunun 3/1’inin göçebe şekilde yaşaması, Osmanlının merkezileşme çalışmaları için ciddi bir sorundu. 1800 yıllarına gelindiğinde Avrupa’da gelişen ulus-devlet karşısında gerileyen Osmanlı, Tanzimat (1839-1878) kanunlarıyla adeta Avrupa’daki ulus-devlet yapılanmasını taklit ederek imparatorluğun modernleşmesi ve merkezileşmesi projesine bağlı olarak göçebelerin iskân meselesi, merkezi otoritenin sağlanmasının bir önkoşulu olarak ortaya çıkıyordu. Bunun için, nüfus sicil büroları imparatorluğun tüm vilayetlerinde açılır. Kürtlerin, göçebe aşiretlerin iskânı önemli bir sorun olarak görülüyordu. Kürt göçebelerin iskânı meselesi, güvenlik ve ekonomik gibi kaygılardan daha çok, eldeki topraklar üzerinde hâkimiyetin artırılması meselesi olarak görülüyordu. Sahipsiz topraklara yapılan her iskân bir nüfus sayımı ile birlikte gerçekleşiyor, ardından askeri yoklamalar yapılıyor ve bu toprakların vergilendirilmesi sağlanıyordu. Ancak, iskân projesine göçebelerin direnişlerini kırmakta devlet zorlanıyordu. Üstelik iskân sonrası dahi, bu göçebeler sorun olmaya devam ediyorlardı. Başlarda devlet 50 ya da 100 göçebe aile için bir aşiret grubu oluşturduğundan, göçer gruplar aşirete bağlanamıyordu. Bu durumda yeni bir iskân politikası belirlendi ve göçerlerin mevcut köylere dağıtılarak iskânları düşünüldü. Dağıtılacak göçer aile sayısı şöyle belirlenmiştir: 20 hanelik bir köye 5-6 aile, 30 hanelik bir köy için 7-8 göçer aile ve 40-50 hanelik bir köy için 10-20 göçer ailenin iskânı gerçekleşmiştir. Göçebelere yönelik en büyük iskân hareketi Fırka-ı İslahiye olup; Çukurova, Gavurdağı, Kürt dağı ve Kozan civarında 26 göçebe aşiretin, güneyden gelen Mısırlı Mehmet Ali Paşa’nın tehdidini perdelemek amacıyla hayata geçirilmiştir.
Yine 1808’de tahta çıkan II. Mahmud, ilkin Kürdistan’ı Osmanlı’nın merkezi otoritesine kayıtsız-şartsız bağlama ve merkezi otoritenin en ücra köşeye kadar dayatılması politikalarını yürütmüştür. Bu süreç 1831 yılında tımar sistemini sona erdirir. Daha sonra gelen Abdülmecid vakıfların topraklarının çok az kısmı dışında, Osmanlı sınırları içindeki tüm toprakları devlet mülküne geçirir. 1858 yılında Abdülmecid tarafından çıkarılan arazi kanunnamesiyle (toprak kanunu) topraklar tapulanır. Ancak köylerin ortak topraklarına tapu verilmez. Kürdistan’daki mirler, şeyhler ve aşiret reisleri devletle yaptıkları işbirliği sonucunda ucuz fiyata büyük toprakları ele geçirerek toprak ağaları haline gelirler. Ayrıca yüksek düzeyli memurlar da çok geniş arazileri kendi üzerlerine tapularlar. Bu şekilde bir yandan yoksul köylüler topraksızlaştırılıp köylerinden terke zorlanırken diğer yandan koçer aşiretler toprağa yerleşmeye çekilerek çözülmek istenir. Bununla birlikte 15-30 yaş arası erkeklerin mecbur edildiği, 12 ve daha sonra 15 yıla çıkarılan askerlik nedeniyle Kürtlere ne köyde ne de şehirde yaşam imkânı kalır.
Bu gibi uygulamalar Kürtler’de büyük rahatsızlıklara yol açar. Yarı özerk statünün ortadan kaldırılması başta Baban, Bedirhan ve Şeyh Ubeydullah aileleri olmak üzere 19. yüzyılı kapsayan isyanların gelişmesine yol açar. İsyanların bastırılması sonrası ağırlıkta yaşanan, liderler ve yakın çevresinin sürgüne götürüldükleri İstanbul’da padişahın yakınında saraylarda ve konaklarda lüks içinde yaşatılması olurken çocuklarının da Osmanlı mekteplerinde okutulması olmuştur. Buna karşı halk ise, her isyan sonrası gelen yenilgi ile köyleri yakılıp on binlercesi batıyla doğru göçe yollanmıştır. Kalanlar ise, en ağır vergiler altında ve yoksulluk içinde kıvranır hale getirilmiştir. Bugün Batı (Türkiye) ve Anadolu’da farklı yerlerde uzun süreden beri yaşayan Kürtlerin büyük bir kısmı, Mir Muhammed (Soran Mîri) ile başlayan kıyım zincirinin sürgünleri olarak Anadolu’nun çorak bozkırlarındaki yerleşim yerlerine sürülenlerdir. Bu dönemdeki isyanlarda Orta Anadolu’ya sürülen 2 milyondan daha fazla Kürt vardır. Bunlar başlıca şu aşiretlerden oluşmaktadır:
Reşvan, Canbeg, Lek (Şexbizinî), Milan, Şadi-Rutan, Zerikî (Zirkan), Sêwêdî, Terîkan, Mikaîlan, Mirdesî, Molikan, Badilî, Nasirî, Koçgiri (Sanz), Mahasi, Belikan, Celikan, Oxciyan, Cutkan, Xelkan, Sêfkan Pisiyan ve Beski’dir. Bu sözü edilen aşiretlerin her biri geniş Kürt coğrafyasından sürülenlerdir. Çünkü bu aşiretlere mensup kişileri bugün hala Diyarbekir’de, Malatya’da, Sivas’ta, Viranşehir’de, Urfa’da, Siverek’te, Hakkari’de, Palu’da, Dersim ve Deştê Herîrê’de görmek mümkündür.
Yarın: Osmanlı’nın 1913-1923 kadar olan süredeki Göç politikaları
Göç Dosyası-Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi