İttihatçı zihniyetin Kürdistan’ı Türkleştirme operasyonu iki temel ayak üzerinde yürütülmüştür. İlk ayağı 1925’ten 1940’a kadar devam eden askeri operasyonlarla Kürdü teslim almak amacıyla uygulanan kızıl katliamlar, ikinci ayağı ise 1940’lı yıllardan sonra iradesi teslim alınmış, örgütlüğü ve toplumsallığı dağıtılmış zemin üzerinden kültürel soykırımla sonuç almaya dönük olarak ‘Çöktürme Planına’ kadar sürecin tarihsel analizi
HABER MERKEZİ
1940 ile 1970 Arası Uygulanan Göç ve İskan Politikaları
Kürt meselesi, sırtlan payında kurulan Türk ulus-devleti için her zaman esaslı bir sorun olarak orta yerde durmuş gibidir. 1940’lı yıllara gelindiğinde Bakurê Kürdistan’ın askeri operasyon düzenlenmedik tek bir alanı kalmaz. Askeri operasyonlarla öncelikle Kürtlerin iradesini teslim almayı, toplumsallıklarını ve örgütlülüklerini tümden dağıtmayı esas alırlar. Bu askeri operasyonlar sonucu on binlerce insan katledilirken on binlercesi de topraklarından sürülmüşlerdir. Deyim yerindeyse Şeyh Sait isyanıyla başlatılan Kürdistan’ın fethi operasyonları başarıya ulaşmıştır. Bundan sonra Kürdistan’da Kürtlük adına yaprak bile kımıldamayacaktır. Aslında İttihatçı zihniyetin Kürdistan’ı Türkleştirme operasyonu iki temel ayak üzerinde yürütülmüştür. İlk ayağı 1925’ten 1940’a kadar devam eden askeri operasyonlarla Kürdü teslim almak amacıyla uygulanan kızıl katliamlar, ikinci ayağı ise 1940’lı yıllardan sonra iradesi teslim alınmış, örgütlüğü ve toplumsallığı dağıtılmış zemin üzerinden kültürel soykırımla sonuç almaya dönük olarak yürütülmüştür. Görünen o ki askeri operasyonlar tamamlanmış ama Kürt’ü Türkleştirme noktasında hala istenilen sonuç alınmış değildir. Burada asimilasyon politikasının sonuç vermemesinin en önemli nedenlerden biri Kürt aşiretlerin göçebe yaşamıdır. Göçebe yaşayan aşiretlerin devlet kurum ve kuruluşlarıyla hatta şehir yaşamıyla bağı oldukça zayıf olmuştur. Bu yaşam biçimi kendileriyle sınırlı ve dar kalsa da dil ve kültürlerinin korunmasında önemli bir rol oynamıştır. Nitekim daha sonra Kürt aşiretlerin bu göçebe yaşamı önüne geçmek için devlet çeşitli şekillerde tedbir almaya çalışacaktır. Bu noktada CHF(CHP) azınlıklardan sorumlu IX. Bürosu’nun, 1939-1940 yıllarında Kürdistan için hazırladığı raporda öncelikle 31 ilde Kürtçe konuşanların nüfusunun 1.5 milyonu geçtiği ifade ediliyor devamında ise şunlar belirtiliyor; “…Bunun için memleketin büyük bir kısmında yabancı bir unsurun toplu olarak yaşadığını bilmek ve itiraf etmek ve buna göre tedbirler almak zaruridir… Bağlı haritaya bakacak olursak Ağrı, Hakkâri, Van, Bitlis, Muş, Bingöl, Tunceli, Siirt, Diyarbakır, Mardin ve Urfa vilayetlerinde Kürtler nüfusun yüzde altmışından fazlasını teşkil etmekte ve muayyen bir memleket parçasında ekseriyet halinde bulunmaktadırlar… Bu durumu göz önüne alarak memleketin bu kısmı için müstacelen (acilen) hususi tedbirler almaya mecburuz. Bir taraftan Kürt nüfusunun çokluğu, diğer taraftan oturdukları sahanın genişliği dolayısıyla Çerkez, Arnavut, Gürcü gibi küçük yabancı kavimler için teklif ettiğimiz temsil (asimilasyon) tedbirleri bu saha için kâfi değildir. Burada alacağımız tedbirler daha esaslı ve şumullü (kapsamlı) olmalıdır. Gerek mübadele(değiş-tokuş) ve gerekse hicreti kolaylaştırma yoluyla memlekette mevcut gayrı Türklerin azaltılması esas olmakla beraber bu hususta hatıra gelen birkaç tedbiri aşağıda sıralıyorum;
… Ancak bu iskânın iyi bir netice verebilmesi için yukarıda saydığımız mıntıkalara yerleştirilecek olan Türk nüfusunun miktarı buralarda oturan Kürt nüfusuna tekabül etmeli ve medeni seviye bakımından Kürt’e üstün olan bu muhacirler mıntıkalarına göre, istihsal vasıtası ve aletleriyle tam bir surette teçhiz olunarak maddeten de üstün bir hale getirilmelidir. Bu verimli ovalara yerleştirilecek olan Türk nüfusu ve bölgelerin iklimine uyan ve memleketin kesif bir surette meskûn olan mıntıkalarından alınabilir. Ayrıca bu sahalara memleketimiz dışında oturmakta olan Türk nüfusu da getirilebilir. Bu hususta ilk hatıra gelen kısım Romanya ve Bulgaristan Türkleridir ki bunlar oralarda tedrici bir surette erimege mahkûmdurlar. İkinci kısım olarak İran’ın Kürt ve Farslarla meskûn olan Şiraz bölgesinde oturan ve nüfusu 200 bini aşan ve büyük bir hayvan servetine malik olan Kaşkailer düşünülebilir. Bu suretle bu mıntıka için hariçten bir milyona yakın bir nüfus elde edilebilir ki bu yekûn Aras, Murat, Şimali Fırat ve Dicle mailelerinde oturan Kürt nüfusunun üstüne çıkar. Buralarda halen oturmakta olan Türkler de hesap edilirse mevcut Türk nüfusu büyük bir ekseriyet kazanmış olur. Aşiretlerin iskânı: Göçebelik devam ettiği müddetçe temsil (asimilasyon) politikasının büyük zorluklara maruz bulunduğu bugün herkes tarafından anlaşılmış bir hakikat olduğundan burada bu işin lüzumundan bahsetmek fazla olur. Yalnız bu işin de diğer umumi iskân işi gibi halen iyi işlemediğini zikretmek kâfidir.” (56)
Görünen o ki Kürdistan’a giden her devlet heyeti gördükleri manzara karşısında cinnet geçirmektedir. Çünkü 1925-1940’lı yılları arası Kürdistan’da uygulanan asimilasyon ve göç politikalarına bakılırsa Kürtlük ve Kürdistan adına hiçbir şeyin kalmaması gerekirdi. Taşı toprağı her şeyiyle Türkleşmeli ve dolayısıyla bir Türk vatanının parçası haline gelmeliydi. Ama yapılan tüm katliam ve göçertme politikalarına rağmen Kürdistan’a giden her devlet yetkilisini şaşırtıp ürkütecek kadar Kürtlük dipdiri ayaktadır. Mezopotamya coğrafyasında bin yıllarca yaşamış olan bu kadim kültürü 15 yıl gibi kısacık bir zaman diliminde tümden ortadan kaldırmayı düşünmek bile ne kadar gerçeklikten kopuk hayali bir yaklaşım olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Aslında cumhuriyetin Kürtlere bu yaklaşımı bile oluşturulmak istenen yapay Türk ulus-devletinin gerçekliğinin izahı için yeterlidir. Sanki yangından mal kaçırırcasına bir an önce Misak-ı Milli sınırları içinde olan tüm etnik grupları, özelikle de Kürtleri tek potada eriterek Türkleştirmeye çalışmaları ne kadar korsanvari ve sırtlan payından bir devlet olduğunu açıklar niteliktedir.
Kürtleri Türkleştirmek için devlet yetkililerince onlarca rapor ve yüzlerce öneri sunulmuştur. Bu raporlar içinde en ilginç olanlardan biri Kazım Karabekir tarafından devlete sunulandır. Aslında Suriye ve Irak Arap rejimlerinin 1970’li yıllarda orada bulunan Kürdistan parçasını diğer parçalardan tamamıyla koparıp izole etmek ve böylelikle asimilasyon politikalarından sonuç almak için uygulamış oldukları “Arap Kemeri” projesinin esin kaynağı olduğu anlaşılmaktadır. Kazım Karabekir, Bakur Kürdistan’a bir Türk kanalı açmayı önerir. Bakur Kürdistan’ını üç parçaya bölerek “T” projesi dedikleri bir kanalla Kürdistan’ın bir başından diğer başına kadar oluşturulacak bu kanallara Türk nüfusu yerleştirerek böylelikle toplumsal olarak Kürtleri birbirlerinden kopararak asimile etmeyi düşünmektedir. Kazım Karabekir raporun gerekçesinde şunları ifade etmektedir; “Kürtleri bize bağlayan yegâne bağ, dini kuvvet idi… Kürdistan’da yol yoktur. Kürdistan’da tarım ve sanayi yoktur… Yönetim ve yargı yetersizdir. Kürtleri öylece bırakıp sadece askere almak demek, düşmanlarımıza propaganda alanı açmak demektir. Öncelikle yol, köprü ve okul yapmak; tarım reformu gerçekleştirerek Kürdistan’da inşa faaliyeti başlatmak gerekir. Kürtlük, zayıf anımızda kışkırtılıp hem kendilerini hem de bizi maf edebileceğinden, (yönetim) Türk kanalı açarak Kürdistan’ı üç kısma bölmelidir. Şöyle ki;
• Kuzeyden güneye doğru Hasankale-Malazgirt-Bitlis-Siirt-Cizre
• Erzincan-Pülümür-Nazmiye-Palu-Ergani-Diyarbekir-Mardin
• Doğudan Batıya Karaköse-Malazgirt-Muş-Genç-Palu
• Siirt-Diyarbekir yani Dicle boyu. En önemlisi (açılan bu kanallarda) Malazgirt ve Nazmiye bölgelerine Türk köyleri yerleştirilmeli.
• Ayrıca bölgede kuvvetli bir idare kurmak, isyanı bastırmada her türlü fedakârlığa katlanmak gerekir.” (57)
Bu raporlarda bahsedilen iskân ve göç politikaları günümüze kadarda devam edecektir. Çünkü en hızlı biçimde Kürt’ü Türkleştirmenin yolu onu bulunduğu coğrafyasından koparmaktı. Bakur’da iskân ve göçün esası asimilasyon politikalarından sonuç almak için yapılmıştır. Dolayısıyla devlet tarafından çok bilinçli ve planlı şekilde gerçekleştirilen eylemler dizisidir. 1940’lı yıllardan sonra göç politikalarında yöntem olarak eskisi gibi katliam, toplu göç, sürgün vb. uygulamalar esas alınmasa da bu sefer farklı yöntemlerle Kürde göç dayatılacaktır. Kürdistan’a bilinçli olarak hiçbir ekonomik yatırım yapılmaz ve iktisadi olarak Kürdistan geri bırakılır. Kürdün geçim kaynağı olan tarımcılık ve hayvancılığı sınırlı düzeyde tutarak gelişmesinin önü alınır. Buna karşılık batı şehirleri her yönüyle çekim merkezi haline getirerek Kürdistan’dan batıya doğru sürekli bir biçimde ekonomik, eğitim, sağlık ve daha başka sebeplerden kaynaklı göçü tetikleyen politikalar esas alınır. Bu politikalar çok uzun vadeli ve kesintisiz bir biçimde uygulanılır. Burada ön görünen şey Kürt coğrafyasını Kürtler nezdinde anlamsız, değersiz ve adeta “karın doyurmaz” topraklar olarak biran önce terk edilmesi gereken coğrafya kanısını oluşturmaktı. “Karın doyurmaz” topraklara bağlılık zayıf olacağı gibi, yurtseverliği de zayıf hatta anlamsız olacaktır. Yaratılmak istenen bu kanıya inanmış herkes biran önce ülkeyi terk etmeye hazırdır. Hele birde eline küçükte olsa bir fırsat geçti mi onu kaçırması bile düşünülemez. Nitekim bu uygulamalardan kaynaklı Kürdistan’dan Türkiye’ye doğru yoğun bir göç dalgası söz konusu olur. 1960’lı yıllara gelindiğinde 2. Dünya savaşının ağır sonuçlarından kaynaklı Almanya yeniden inşa faaliyetleri için iş gücüne ihtiyaç duyacaktır. Türk devleti bu durumu bile Kürdistan’daki nüfusu göçertmek için değerlendirmeye çalışacaktır. Alman devletiyle yapılan anlaşma gereği her giden işçi başına o dönemin parasıyla 10 bin mark para alırken aynı zamanda Kürtlerin yönünü Avrupa’ya vererek Kürdistan’ı da boşaltmaya devam edecektir. Bu sefer özellikle seçtiği bölgeler o dönemde azda olsa aydın ve bilinçli bir kesimin geliştiği sol muhalif eğilimlerin güçlendiği ve Kürtlük noktasında da farklı eğilimlerde de olsa kıpırdamanın yaşandığı Maraş, Adıyaman, Malatya, Dersim, Sivas, Elazığ ve Erzurum alanları olacaktır. Bu dönemde birçok insan işçi olarak Almanya’ya gönderilecektir. Giden her işçi bir süre sonra ailesini ve dolayısıyla akraba çevresini Avrupa’ya taşımaya çalışacaktır. Çünkü Kürdistan’a göre ekonomik ve yaşam olarak daha rahat koşullara sahip olmasının yanı sıra kısa sürede zengin olmanın şartları mevcuttur. Kürdistan’da “Almancı” olmak artık herkese nasip olmuyordu. O dönemde yeşil çamın devreye girmesiyle çekilen filmlerle de “Almancı” olmayı teşvik etmişlerdir.
1970 ile 2000 Arası Uygulanan Göç ve İskan Politikaları
1970’li yıllara gelindiğinde Türk devletinin korktuğu başına gelmiştir. Türkiye ve Kürdistan gençliği 68 kuşağın etkisiyle yoğun bir biçimde sol ve Marksist klasikleri okuyarak faşist devlet rejimine karşı çeşitli örgütlenmelere girişeceklerdir. Tamda Kürdistan’da sonuç aldık dedikleri bir ortamda PKK hareketi doğacaktır. Çıkışıyla birlikte Kürdistan’da ciddi bir taban örgütlenmesine yol açacaktır. Bu durum devletin 50-60 yıllık tüm inkar ve imha politikalarını boşa çıkartan bir çıkış niteliği taşıyordu. Onun için devlet PKK’ye yönelirken diğer klasik sol-Marksist örgütlere yöneldiği gibi yönelmeyecektir. Daha kapsamlı ve adeta bir daha hiç kimsenin Kürt ismini ağzına almaya bile cesaret edemeyeceği bir yönelimi esas alacaktır. İlk yönelimi PKK’nin ilk kadrolarının örgütlendiği ve toplumsal taban bulduğu Maraş’ta olacaktır. 19 Aralık 1979 yılında Maraş merkez, Pazarcık ve çevre köylerindeki Kürt Alevi kesimlerine yönelik bir hafta süren katliam uygulanır. Bu katliamda resmi rakamlara göre; 150 Alevi Kürt öldürülür, onlara ait 200’ün üzerinde ev yakılır ve 100’e yakın işyeri tahrip edilir. Oysa bizzat olayın tanığı olan Alevi Kürtlere göre o zaman 1000’den fazla insan katledilir. Pazarcık ve Maraş merkezde bulunan tüm Kürt iş yerleri yakılıp talan edilir. Bununla sınırlı kalınmaz Alevi köylerine de saldırı düzenlenir. Köylerden gelebilecek saldırılara karşı tedbir alındığı için çok fazla zarar verilemez. Bu saldırıyla bu alandan tümden Kürtler temizlenmek istenmiştir. Nitekim daha sonra Maraş merkezde bulunan bir alevi Kürt mahallesi tamamıyla boşaltılır yine Pazarcık ve Elbistan’da bulunan Kürtleri Avrupa’ya göçertmek için kolaylıklar sağlayarak göçün önü açılır. Sadece dört ay sonra Mayıs ayında Çorum’da, Alevilere yönelik ikinci bir katliam girişimi olur. Burada resmi rakamlara göre 57 Alevi katledilir ve 100’den fazla insan yaralanır. Bu her iki vaka Kürt alevi kesimi üzerinde ciddi bir psikolojik baskı oluşturur. Hem Maraş katliamı ve arkasından gelen Çorum katliamıyla birlikte Maraş bölgesinde ki Kürt alevi kesiminden binlerce kişi Avrupa’ya göç etmek zorunda kalır. Yine devletin bu dönemde özel olarak göç ettirmeye çalıştığı başka bir kesimde Ezidi Kürtler olmuştur. 1980’li yılların başında bu kesimin Avrupa’ya göç etmesi için kolaylıklar sağlanmış ve göçü teşvik ederek Bakurê Kürdistan’da bulunan Ezidilerin çoğunluğu Avrupa’ya taşınmıştır. Avrupa’ya kitlesel göç bunlarla sınırlı kalmayacaktır. Turgut Özal döneminde de Avrupa’ya ve Türkiye’ye kitlesel göç teşviki için daha kapsamlı bir plan ele alınacaktır. Tıpkı Şark Islahat Planında olduğu gibi dönemin ruhu canlandırılacaktır. Özal iktidara geldiği ilk yıllarında sadece Almanya devletiyle değil, birçok Avrupa ülkeleriyle de anlaşma yaparak özelikle Bingöl, Elazığ ve Maraş gibi alanlarda insanların kitlesel biçimde Avrupa’ya taşınması için her türlü teşviki yapacaktır ve buralardan Avrupa’ya doğru ciddi bir göç dalgası başlayacaktır. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise PKK hareketi gerilla mücadelesiyle sınırlı kalmamış Kürdistan’ın birçok yerinde halk ayağa kalkmış, gençler akın akın yönlerini dağlara vermiş deyim yerindeyse Kürt ulusal dirilişi başarı kazanmıştır. Bu gelişmelerin önü alınmazsa devletin dayanmış olduğu ulus-devlet projesi tümden çökebilirdi. Bunun için Turgut Özal Kürdistan’ı boşaltmak için daha kapsamlı bir plan geliştirecektir. Turgut Özal Cumhurbaşkanı iken dönemin başbakanı Süleyman Demirel’e Kürdistan’da uygulanacak olan dönemin yenilenmiş Şark Islahat Planı’nı gönderir. Bu planın bizzat devlet tarafında harfiyen uygulanmasını talep eder. Bu plan 1993’te Turkish Daily News gazetesinde yayınlanır. Planın detayları şu şekildedir; “En sorunlu kuşaktan başlayarak, dağlık bölgedeki köyler ve mezralar kademeli olarak boşaltılmalıdır. Sayıları 150,000 ile 200,000’i geçmeyen PKK destekçisi grubun dikkatli bir plânlamayla ülkenin batısında yeniden iskân edilmesiyle PKK’nin lojistik desteği kesilmiş ve bu insanların hayat standarttı yükselmiş olacaktır. Bu gruba iş bulmada öncelik tanınmalıdır. Dağlardaki yerleşim yerlerinin boşaltılması ile terörist örgüt izole edilmiş olacaktır. Güvenlik güçleri bu tip bölgelere derhal girmeli ve tam bir kontrol sağlamalıdır. Yöre insanlarının bölgelerine dönmelerinin önüne geçilmesinde, uygun yerlere çok sayıda baraj yapılması ayrıca bir alternatif olabilir. PKK’nin lojistik desteğini kesmek için, yerel halk devlet saflarına kazanılmalıdır. Uzak dağ köyü ve mezralarına yerleşmiş halk daha büyük yerleşim alanlarına gitmeye teşvik edilmelidir. Yöre insanının ülkenin batısına göç etme eğilimine bakılırsa, görülmektedir ki gelecekte sadece 2-3 milyon insan bölgede oturuyor olacaktır. Eğer bu göç düzene sokulmazsa sadece nüfusun göreceli olarak daha varlıklı bölümü taşınmış, fakir olanlar arkada bırakılmış olacaktır. Böylece bu alan daha da fazla anarşi için besleyici bir zemine dönüşecektir. Bunun önüne geçmek için, göç mutlaka devlet tarafından düzene sokulmalıdır. Batıda önceden belirlenmiş yerleşim yerlerine toplumun her kesimine mensup olanları içeren plânlanmış dengeli bir göç düzenlenmesi zarureti vardır.”(58) Özal, dönemin başbakanı Süleyman Demirel’e sunduğu kapsamlı planlamada Kürdistan’ı boşaltmak için üç temel taktik önermektedir. Birincisi, kırsal kesimdeki köylerin ne pahasına olursa olsun boşaltılması yani yakılması, ikinci önemli taktik merkezi köy projeleriyle onlarca dağınık köyü boşaltarak merkezi köylerde bir araya toplayarak denetimde tutulması, üçüncüsü ise bölgede yoğun bir şekilde baraj yapımına geçerek birçok yerleşim alanını baraj altında bırakarak mecburi bir biçimde göçe zorlamaktır. Özal’ın uygulamak için uygun gördüğü proje olduğu gibi uygulanır. Bakurê Kürdistan 1927 yılında çıkarılan umumi müfettişliklerle hep olağan üstü yetkilerle donatılmış valilikler tarafından yönetilmiştir. Bu kanun her ne kadar 1952 yılında resmen yürürlükten kaldırılmış olsa da, fiili olarak Kürdistan’a yaklaşımda bir değişiklik söz konusu olmamıştır. 1980 darbesinden sonra Kürdistan sıkıyönetimle idare edilmeye çalışılmıştır. 10 Temmuz 1987’de kaldırılan sıkıyönetim yerine bu sefer 19 Temmuz 1987’de Kürdistan’da olağanüstü yetkilerle donatılan ve yaptığı hiçbir şey için sorumlu tutulmayan OHAL valilikleri devreye sokularak Kürdistan yönetilmeye başlanmıştır.
Devlet PKK ile mücadele ediyoruz adı altında bölgede ki insanlara, coğrafyaya ve hayvanlarına savaş açmıştır. Öncelikle GKK (geçici köy korucuları) dedikleri köy korucuları örgütlendirildi, daha sonra özel timler, Asayiş, kolordu gibi birlikler, JİTEM, Faşist Kontra örgütlenmeleri, Hizbullah çeteleri vb. örgütlendirilerek Kürdistan’da canlı olan her şeye karşı savaş açtılar. Korucu dayatmasını kabul etmeyen tüm köyler yakılıp yıkıldı, 4000’den fazla köy ve mezra boşaltıldı. Gerillanın saklandığı veya rahat hareket edebildiği ormanlık alanlar tümden ateşe verildi, gerillaya yardım etmiş veya yurtsever olarak düşünülen insanlar oluşturulan kontra örgütlerinin eliyle sokak ortasında acımasız şekilde infaz edildiler. Yaklaşık olarak 17 bin insan gözaltında kaybedildi. On binlercesi gözaltına alınarak ağır işkencelerden geçirildi. Yine binlerce insan hiçbir suçu olmamasına rağmen DGM (devlet güvenlik mahkemeleri) mahkemelerinde yargılanarak ağır cezalarla cezalandırılıp yıllarca cezaevinde bırakıldı. İnsanların tek geçim kaynağı olan tarımcılık ve hayvancılık bölgede tümden ortadan kaldırıldı. Öncelikle yaylalara yasak getirilerek hayvanların mera ve otlaklara çıkmasını engellediler. Daha sonra ekili olan arazi, bağ ve bahçeler ateşe verilerek bölge insanını göç etmeye zorladılar. Özel olarak devlet tarafından kurulan şebekelerle Kürtlerin yönü Balkan ve Avrupa ülkelerine verildi. Yaklaşık olarak 800 binden daha fazla insan bu dönemde Avrupa ülkelerine taşırıldı. Diyarbakır barosu yönetim kurulu 12.02.1998 tarihinde yayınlamış oldukları bölge raporunda boşaltılan ve yakılan köy sayısını tarihlerine göre şu şekilde vermiştir:
1989-1993 arası 923
1994 yılı 1800
1995 yılı 195
1996 yılı 175
1997 yılı 118
————————
Toplam 3211
Yine aynı raporda “Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemelerinde 1984-1996 yılları arasında açılan dosya sayısı ile yargılanan sanık sayısı aşağıya çıkarılmıştır;
YIL : DOSYA SAYISI
1984 26
1985 91
1986 127
1987 166
1988 351
1989 586
1990 846
1991 1055
1992 1594
1993 2364
1994 3402
1995 2812
1996 2257
Toplam: 15677
YIL : HAKINDA DAVA AÇILAN SANIK SAYISI
1984-1988 2784
1989 2307
1990 3842
1991 4488
1992 5664
1993 8274
1994 9046
1995 6717
1996 5383
Toplam: 48.505
“Bu sayılara kolluk güçlerince serbest bırakılan ile yerel savcılıklarca hakkında takipsizlik kararı verenler dahil değildir. Malatya Erzurum, Van ile kapatılan Erzincan DGM’lerin dosya sayısı ile yargılanan sanık sayısı eklendiğinde 94-97 yılları arasında 100,000’i aşkın insanın DGM’lerde yargılandığı görülmektedir.”(59)
Aslında bu sayılara Türkiye’nin diğer yerlerinde ki DGM mahkemelerinde yargılanan Kürtler eklenince rakamın 100.000’i çok çok aşacağı anlaşılmaktadır. DGM mahkemelerine düşen insanlar açısından bu durum sadece bir yargılama değildi. O aşamaya gelmeden önce 30, kimi zamanlar 90 gün gözaltı ve yoğun işkencelerin olduğu, çoğu insanın psikolojisinin bozulduğu bir süreçten geçilmekteydi. DGM mahkemeleri ise tamamıyla atanan Kürt düşmanı hakim ve savcılar tarafından yürütülüyordu. Tüm bu uygulamalardan kurtulmanın tek yolu ülkeden kaçmaktı. Türk devletinin denetiminin dışına çıkabilmek kurtuluş için tek yol gibi görünüyordu. Bundan kaynaklı yüzbinlerce insan yurt dışına ve milyonlarca insan ise çaresiz bir şekilde Türkiye metropollerine göç etmek zorunda kalmıştır. Bu uygulamalar sonucu aynı raporda bakın sadece 1990 ile 1998 yılları arasında “ toplam 3.000.000 insan göç etmiştir. Bu göçlerin büyük bir kısmı bölge dışına, İstanbul, İzmir gibi büyük kentler ile Adana, Mersin, Antalya gibi Akdeniz kentlerine yapılmış, diğer büyük bir bölüm ise bölgenin Diyarbakır, Van, Batman gibi görece daha güvenlikli olan kentlerine yapılmıştır.”(60) İHD İstanbul Şubesi’nin 1993-1994 yılları arasında Türkiye’nin çeşitli illerine göç eden insanlarla yüz yüze yaptığı görüşmelerde şöyle bir sonuç ortaya çıkmıştır; “Göç edenlerin %99.9’u devletten baskı gördüğünü belirtmiştir. %15’i köyünün ateşe verildiği, %16’sı köy ve ormanlarının bombalandığını, %16’sı ekinlerinin yakıldığını, hayvanlarının telef edildiğini, %24’ü işkence gördüğünü, %20.5’i korucu olmak için baskı gördüğünü, %58’i gözaltına alındığını, %27’si gözaltı kaybı olduğunu belirtmiştir.”(61)
Daha sonrada sistematik bir biçimde Kürdistan’da köy boşaltmalar ve göç ettirme durumu devam etmiştir. İstanbul, Mersin, Adana, İzmir vb. büyük metropol kentlere Kürt nüfusun göçünün %90’ı bu dönemden sonra gerçekleşmiştir. Sadece İstanbul’da 4.000.000 Kürdün yaşadığı dikkate alınırsa Kürdistan’dan Türkiye’ye doğru kaç milyon insanın göç ettirildiği belki de daha rahat anlaşılır. Kürdistan adeta insansızlaştırılmak istendi. Her türlü insanlık dışı uygulamalar devreye konularak bu yapıldı.
2000 ile 2016 Arası Uygulanan Göç ve İskan Politikaları
Bu uygulamaların en acımasızı ise bölgede yapılan barajlarla hem tüm yerleşim birimleri hem de bölgenin tarihsel hafızası olan tarihi yerleşim birimleri ve tarihi eserlerin su altında bırakılmasıydı. Aynı şekilde tarım arazileri de su altında bırakılarak Kürdün tek geçim kaynağı olan toprağı da elinde alınmış oluyordu. Kürdistan’da inşa edilen bu barajların esas amacı sulama yada elektrik üretmek için değildir. Esası amacı Kürt’ü yerleşim birimlerinden koparmak ve asimilasyon politikalarının cenderesine almaktı. Şuan Kürdistan’da inşa edilmiş ve faaliyette olan baraj sayısı 52 tanedir. En son sözüm ona güvenlik amaçlı (gerillanın bölgedeki manevra gücünü kısıtlama) inşa edilmek istenen baraj sayısı en az 100’ü bulmuştur. Bu barajlar inşa edilirse Kürdistan coğrafyasının ağırlığı sular altında bırakılmış olacaktır. Katliam, talan, gasp, sürgün, göç ve asimilasyon politikalarıyla başaramadıklarını bu sefer baraj inşalarıyla denemek istemektedirler. Bu politika sonuç alır mı? Geçmişten günümüze kadar uygulanan politikalarda kısmı düzeyde sonuç alınmış olsa da mevcut durumda Kürt halkının ulusal bilinç ve örgütlülük düzeyi dikkate alındığında bu tür uygulamalarla sonuç almanın mümkün olmadığı açık ortadadır.
En son Eylül 2014 tarihinde, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nın Sri-Lanka hükümetinin Tamil Kaplanlarına karşı 2009 yılında hayata geçirmiş olduğu planın neredeyse birebir kopyasının hazırlanıp Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde Genelkurmay Strateji Plan Dairesi, Strateji Şube Müdürlüğü’nce “Çöktürme” planı olarak savaş simülasyonuna denemesini yaptırarak, hükümete gizli ibareli eylem planı olarak uygulanmak için sunulur. Bu planda PKK’nin lider kadrolarının tümden imhası hedeflenmiş ve bunun için lider kadroları sınıflara ayrılarak en üst düzeyde ki kadrolara 4 milyon dolar, en yeni savaşçı başı için 50 bin dolar para koyularak örgütü tümden çöktürmeyi hedef aldılar. Raporda öncelikli dikkat çekilen şey “Rusya, Çeçenlere karşı… ABD, Taliban’a ve El-Kaide’ye karşı… Ama en etkili sonuç Kolombiya’da alınıyor: FARC örgütünün lider kadrosunun neredeyse dörtte üçü biçildi.”(62) deniliyor. Planın hayata geçirildiği 24 Temmuz 2015 tarihinde PKK’ye karşı tarihin en kapsamlı hava saldırısı düzenlendi. Türk medyasında bu hava harekâtına 82 savaş uçağının katıldığı 400 PKK hedefinin vurulduğu ifade ediliyordu. Daha sonra ise aralıksız bir biçimde hemen hemen her gün savaş uçaklarıyla medya savunma alanları bombardıman altına alındı. Ayrıca planın bu aşamasında önemli bir ittifak güç olarak, KDP ve Barzani ailesi yer alacaktır. KDP ve Barzani ailesi gerillaya ve PKK’nin öncü kadrolarına karşı yapılan hava saldırılarında sonuç alınabilmesi için planın yerel istihbarat ayağını oluşturdu. KDP tüm istihbarat ağlarını harekete geçirerek yapılan hava saldırılarında sonuç almak istiyordu. Çünkü KDP’de en az Türk devleti kadar bölgede PKK’yi kendi önünde engel görüyordu. Medya savunma alanlarına yapılan hava saldırıların asıl amacını raporda şu şekilde dile getirilmektedir; “Sınır ötesi hava harekâtlarıyla Kandil ve civarı kampların felç edilmesi sağlanarak emir ve talimatların verilemez hale getirilmesi, telsiz, telefon ve diğer iletişim araçlarının işlevsiz bırakılması, terör örgütünün kendi içinde iletişimini keseceği gibi, sevk ve idarenin de büyük bir sekteye uğratacağı, bununla birlikte uygulamaya konulan ‘Çöktürme’ eylem planıyla yerleşkelerin ablukaya alınması ve yaşam alanlarının yok edilmesi ile terör örgütünün iç yapılanmasını psikolojikmen çökertecek, lojistik desteği kesecektir. İnsansız hava araçlarıyla lider kadroların yerlerinin tespitine özen gösterilmesi ve lider kadrodan bir kaçının X edilmesi önemli bir psikolojik üstünlük sağlatacaktır.”(63) denilmektedir. Görünen o ki medya savunma alanlarına yönelik hava saldırısı planın ilk aşamasıdır. Esas amaç ise raporda ifade edildiği gibi iletişimi, sevk ve idareyi keserek içerde gelişebilecek olası direnişi başsız bırakarak moralmen çöktürmektir.
“Çöktürme” planının ikinci aşaması ise PKK’nin taban bulduğu şehir ve kasabaların ablukaya alınarak tümden boşaltılmasıdır. Bu göç ettirme hareketine karşı olası bir direniş söz konusu olursa nelerin yapılacağı raporda açıkça ifade edilmiştir. “Ablukaya alınan yerleşkelerde, yaşamsal alanlar tahrip edilerek geri dönüş koşulları ortadan kaldırılacak, kitlesel imhalar, tutuklama ve boşaltmalarla yerleşkeler huzura kavuşturulacaktır. Raporun 8. sayfasında ‘yapılacak bastırma operasyonlar da 10 bin illa 15 bin imha, 8 bin civarı yaralı, 5-7 bin arası tutuklama, bombalanmış küçük ve büyük yerleşim alanlarında 150-300 bin civarı insanın yer değiştirmesinin ‘terör’ örgütünü felç etmesini, işlevsizleştirmesini sağlaması düşünülmektedir” denilmektedir. (64) Bu plan çerçevesinde başta Cizre olmak üzere Silopi, Şırnak, İdil, Nusaybin, Silvan, Dargeçit, Diyarbakır-Suriçi hedef alındı. Plan bu alanlarda başarıyla hayat bulursa sırayla PKK’nin taban bulduğu diğer yerleşim birimlerine de uygulanacaktı. Öncelikle bu yerleşim birimleri paralı özel kuvvetlerce (Jandarma Özel Kuvvetleri, Polis Özel Hareketçileri) kuşatılarak dışarı çıkma yasağı ilan edildi. Halkın şehri terk etmesi için süre tanıyıp zorladılar. Daha sonra en ağır silahlarla kuşatılmaya alınan şehirler bombardıman altına alındılar. Tank, top, zırhı araçlar ve uçaklar kullanılarak yerleşim birimlerini imha etmeye başladılar. Halkın direnişi karşısında istenilen sürede ve şekilde gerçekleşmese de sonunda girdikleri bu yerleşim birimlerinde halkı göç ettirdikten sonra ağır iş makineleriyle girilen mahallerde evler ve iş yerleri yerle bir edildi. Bu süreçte 400.000’den fazla insan yerlerinden göç ettirildi. Bu sefer devletin düşündüğü gibi olmadı, halk Türkiye metropollerine değil Kürdistan’ın içlerine doğru göç etti. Ayrıca yürütülen savaşın ne anlama geldiğini rahatlıkla anlayacak düzeydeydiler. Botan halkı şehre göç etmektense kırsal kesimde çadır açarak nerede yaşayacağını devlete gösterdi. Devlet planlamış olduğu bu kapsamlı tasfiye hareketinde ısrar ederse direnişin tüm Kürdistan’a yayılacağından korktuğu için sınırlı düzeyde tuttu ve direnişe geçen şehir ve kasabaların bastırılmasıyla yetinmeye çalıştı.
Bunun yanı sıra çöktürme planının önemli bir diğer ayağı ise Suriye’den gelen Arap ve Türkmenlerin Kürdistan’a yerleştirilerek demografik yapısını değiştirmeye dönüktür. Öyle anlaşılıyor ki, Suriye’de ki Arap nüfusu bilinçli ve kirli bir planın parçası olarak -çöktürme planı- Türk devleti tarafından göçe teşvik edildi. Görünen o ki İttihat Terakki zihniyetinin yarım bıraktığı projeyi AKP-Erdoğan zihniyeti tamamlamak istedi. Çöktürme planı AKP ve Erdoğan’ın istediği tarzda yürümüş olsaydı, Suriye’den Türkiye’ye göç ettirilen kitlenin tamamı Kürdistan coğrafyasına yerleştirilecekti. Kürt nüfusu ise geçmişte olduğu gibi Türkiye’ye sürülecekti.
Yarın: Başurê Kürdistan’da Göç ve İskan Politikası
Göç Dosyası-Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi