HABER MERKEZİ –
“Bu işte varım” diyen kükreyebilmeli, görevlerin üzerine hücum etmeli
“Hareketin ayakta kalma şansını Başkan bilir” diyor. Sorumsuz adam! Birçok yetki, olanak sendeydi; senin gibi “sorumlu adam” bu duruma düştükten sonra, Başkan nasıl Hareketin sağlamlığını sürdürecek, koruyup geliştirecek? Vicdansız! Hepsi böyle!
Harekete göz-kulak olmak, hareketi esenliğe kavuşturmak hiç kimsenin umurunda değil. “Onu Başkan düşünür” diyorlar. Başkan nedir, ne kadar düşünebilir, düşünüyorsa da ne kadar yapabilir, onun hiç umurunda değil zaten. Başkanlık anlayışına göre, bunları düşünmesine gerek yok. Her şeye kadir Allah’ın yerine, böyle bir kavram geçirmiş. Allah’ı da bildiği, tanıdığı yok! Bu durumda biz ne kadar zafere yüklenebiliriz? Taktikle neyin yaratıldığını iyi bilirim ama ucuz zafer anlayışlarının da ne kadar tehlikeli olduğunu bilirim. Değil karın doyurmayı, bir çorbayı bile kurtaramayacaklarını çok iyi biliyorum ama iddiaları da böyledir.
Halk milyarlar akıtıyor, her tarafa savaşçı akıyor. Bunlara göre, başarılı kendileri! Değil aslında! Savaşçının akışı, milyarların akışı nedir, nasıldır ben biliyorum. Onunla alakası yok! Aslında kendisi bir engeldir ama yanlış hesap yapıyor. Benim etrafımda olup bitiyor bütün bunlar.
1993 hamlesi istenildiği gibi başarılı olmasa da, bizim durumumuzu da biraz göz önüne getirerek, halen partiye yüklenmeyi bırakmış değiliz. Partinin direnme gücünü, dayanma gücünü biliyor, Önderlik gücünü biliyor, fakat zaaflarını da biliyor ve dolayısıyla da sonuç almaktan vazgeçmiyor. Halbuki biz düşmanı çok gerilettik ve birçok imkânı elde ettik. Ordulaşmaya ilişkin, eylemlere ilişkin çok muazzam mevziler, fırsatlar yakaladık. Her yerden çok iyi vurma durumlarımız var; bireysel suikastten tutalım, metropolden tutalım bir dağ alanını kurtarmaya kadar, dağ alanındaki düşmanı imhaya kadar bütün imkânlar var. Ama kim bunları mesele yapıyor, kim “bunlar benim öz meselemdir, yüklenmeliyim” diyor? Bunlarda da bir yokluk var.
Bazıları çalışıyor ve biraz dürüst çalışanlar iyi ses de veriyor, bazı iyi sonuçları da alabiliyorlar; kanıtlanmıştır. Bazı bölgelere bakın; biraz kendini veren bir önder, bir komuta gücü, gerçekte düşmanı da geriletiyor ve az kayıpla işler oluyor. Bazı yerlere bakıyoruz; binlerce savaşçı var, iyi bir komuta olmadığı için çürümeye yol açıyor; binlerce taraftarımızın olduğu yerde hiçbir ses yok, çünkü bir tane provokatör veya kötü bir yönetici burayı işlemez duruma getirmiş.
Bütün bunlara kayıtsız kalamayız. Çünkü ya düşman bizi bastırır, ya biz zafer imkânlarını arttırırız. Hepiniz inanmışsınız, bu işe kendinizi katıyorsunuz, yarın, öbür gün şehadete de gitme an meselesidir. Ama zaferin eşiğine gelmişken biz niye kendimizi bile bile yenilgiye teslim edelim? Bu kadar dürüst kadro, “Bu işte varım” diyen kükreyebilmeli, görevlerin üzerine hücum etmeli, biraz harekete göz-kulak olmalı, gerektiğinde iyi bir askeri komutan, gerektiğinde iyi bir örgütçü olabilmeli, gerektiğinde legal faaliyete hükmetmeli. Kadro dediğin böyle olur, böyle kadrolar zaferi yakalar.
Anla beni yoldaş, kimsen anla!
Niye istemiyoruz zaferi? Niye hep beklenmedik yerde kaybederiz? Kaybetme hoşunuza mı gidiyor? İşkenceyi yaşadınız; zahmeti, zorlukları her gün yaşıyorsunuz, biraz özgür yaşama veya uğruna birçok şeyimizi verdiğimiz, bizim olması gereken yaşama niye yürümeyeceğiz? Savaşta niye başarıyı değil de, illa bir yerinden vurulmayı bekleyeceğiz? “Ben vurulmaya alışığım, mutlaka birileri beni bir yerden vurur, düşürür”; bu psikolojiyi, bu tarihi niye yıkmayalım? Bunu söylüyorum ama bizimkiler maalesef bir yerden vurulmayı bekliyorlar.
Ben yine yaşadığım müddetçe de yaparım, kesin bir yenilgiye de fırsat vermem. Bunlar benim şahsımı ilgilendiren meselelerdir, sizin meseleleriniz değil! “Kaybederiz, bize her şey layık” demek, çok kötü bir durum. Yoldaşlıkla da, insanlıkla da fazla alakası yoktur. Ben lafla bağlılıktan da hiçbir şey anlamam veya ölümüne bağlılıktan da bir şey anlamam; ben başarıyla bağlılıktan bir şey anlarım. İşlerin ne kadar düzenle, ne kadar kudretle, ne kadar başarıyla gittiğinden anlarım. Beni tanımak istiyorsanız, böyle tanırsınız. “Yoldaş seni çok sevmiştik, senin için çok gözyaşı dökmüştük” denmesinden nefret ederim. Anla beni yoldaş, kimsen anla!
Şunu çok iyi biliyorum ki, bizde her şey biraz başarılı çalışmaya bağlıdır. Başarılı olmadın mı bir hiçsin ve dünyada da bizden daha değersiz kişi kalmaz! Bunları niye anlamayalım; anlayıp da gereklerini niye yerine getirmeyelim? Her yerde ve her zaman bu tutumu niye esas almayalım?
15 Ağustos Atılımı’nın onuncu yılına girişi dolayısıyla, biz şüphesiz bunları herkese bir kez daha hatırlatacağız. İyi şeyler oluyor, halk da onay vermiştir, düşman neredeyse kabul edecek duruma gelmiştir. Yapmayın! “Bu işleri can alıcı yerinden bozarız, rahatlıkla başarılabilecek olanı da başarısızlığa uğratırız” demeyin! Bile bile değer kaybına yol açmayalım! Rahatlıkla başarılacak görevlerden kaçmayalım!
Ben çok istemediğim halde, bir kez daha yönelirim, hiç istemediğim halde, gerekirse ona yol açmaktan çekinmeden üzerine giderim. Çünkü tehdit edilen, toptan bir yaşamdır, insan toptan bir yaşama bu kadar kendini dayatmamalı. Bencilliği ne kadar ağır bassa da; intikamcılığı, düşkünlüğü, sefaleti ne kadar güçlü de olsa; bir ulusun, bir muazzam kolektif hareketin yaşamına çomak sokmamalı, arkadan hançer olmamalı veya can alıcı yerinden vurmamalı, zayıf bırakmamalı. Anlaşılır şeylerdir.
Anlamasalar da, bildiğiniz gibi, kabul etmenin zor olduğu birçok durumun üzerine parti gidecektir. Her saha için bu geçerlidir. Bu benim kendi kendimi içine ittiğim bir hal de değildir. Sabrı gördünüz, yoldaşça yaklaşımları gördünüz, ilgiyi, desteği gördünüz. Bütün bunları da birilerinin hatırı için yapmadığımı gördünüz.
Bütün bunlar, söylenen önemli tarihi görevlere bir başarı şansı verdirmek içindir. Yoldaşça, askerce, politikçe, özgürce, güzelce yaşamak içindir. Bir kandırma değil. Bunu istemek, sizi kandırmak demek değildir, yaşamınızdan sizi vazgeçirmek değildir, Tam tersine, layık olana biraz yaklaştırmak içindir. Önderlik budur; sürükleyen, yürüten böyledir. Anlatacaksınız, anlayacaksınız.
O halde, en can alıcı görevleri de yürütebilirsiniz; temsil, bu çerçeve dahilinde yapılır. Temsili biz bu çerçeve dahilinde anlamlı görürüz. İyi düşünürseniz üzerinde; ne kabul edilir ne edilmez, bence bellidir. Bizi köylülerin seviyesine indirgeyen bir tartışmaya çekmeyin. Üslubumuzu fazla bozacak duruma sokmayın. Biraz seviye yüceliği kalsın. Ama zeki olun, anlayın. Kadro dediğin böyle olur, yoldaş dediğin böyle olur ve biz de buna hem muhtacız hem de layığız.
Görev adamı olma, bugün bizim en çok muhtaç olduğumuz hususiyettir
Yapılan şeyler herkese layık olan biçimdedir. İsterseniz her kumaş biçilebilir. Temelde görevlerinize yürüyebilirsiniz, kadro kendini tanımlayabilmeli, görevler temelinde olmalı. Kendisi için görevden başka şeye fazla yaşam hakkı vermemeli. Görev adamı olma, bugün bizim en çok muhtaç olduğumuz hususiyettir. Görev için varız, görev için bağlıyız, görev için birbirimizden hoşnutuz. Ama görev dışı, görevlerle oynama temelinde ne birbirimizi anlarız, ne birbirimize müsamaha ederiz, ne de anlayış gösteririz. Varsa-yoksa her şey, görev temelinde bir yoldaşlık içindir. Görevsiz yoldaş olmaz, görevlerden habersiz bir militan çabadan bahsedilemez. Görev de tarihi nitelikleriyle, güncelliğiyle çok dayatıcıdır; büyüğü-küçüğü de olmaz; az çabası, çok çabası da olmaz.
MİT’in Bitlis planı çerçevesinde geliştirmek istediği tasfiye operasyonları etkisizleştirilmiştir. Geliştirebileceğimiz ordulaşma, kitlesel açıdan taban kazanmıştır. Bunun olanakları hiçbir dönemle kıyaslanmayacak bir biçimde artmıştır. Tüm bunlar varken, görevlerin gerçekleştirilmesinde, güç planlamasında gereklerinin üzerine yürümeme ve tam bir kadro belası olma durumu kabul edilemeyecek durumdur. Bu, çok önceden de söylendiği gibi, halen varlığını sürdüren bir durumdur. Kadro politikamızın, kadro örgütlenmemizin liderlikten tutalım kitlesel nedenlerine kadar, yine düzeyinin geriliğinden tutalım her türlü kendiliğindeci hastalıklarına kadar sorunları vardır ama en önemlisi de asla kendini dürüstçe, yeterlice verememe yaşanmaktadır.
Esas itibarıyla, kendilerini verdiklerinde rahatlıkla başarabilecekleri görevlere çok ters yaklaşımlar, çok değişik anlayış ve tutumlarla dayatmalar, dönemin büyük başarısını tehdit ediyor. Son yılların en büyük tehlikesi burada yatmaktadır. Çeşitli dönemlerde, çeşitli sorunları önem sırasına göre değerlendirdik. Hiç birisi kadro sorunları kadar sancılı olmadı, ısrarla kendini sürüncemede bırakmadı. Kurtuluş savaşımı, her türlü örgütsel, siyasal, askeri görev gerçekleştirilmesi burada düğümleniyor. Hep böyle, mücadelemizin seyrini belirleyen durum oluyor. Parti içi demokrasiyi doğru değerlendirememe, ondan kadronun kesinlikle cesaret etmemesi gereken sonuçları çıkarma var.
Tembelce kullanmaktan tutalım son derece keyfice kullanıma kadar görevlere en sığ, en yetersiz yaklaşımlar var. Bazıları bunu anlayış düzeyine getirerek üzerine yaslandıkça yaslanıyorlar. Kadrolaşmanın bir görev fethi olduğu bir türlü görülmek istenilmiyor. Alan gasp etme, yetki gasp etme, değer gasp etme; bunların hepsi sınıf savaşımının yansıyış biçimleridir. Kendini katmama, frenleme, eylem geliştirmeme, düşmanı umursamama olumsuz örnekler oluyor. Parti ile hesaplaşmasını böyle yapıyorlar, savaş gerçeğinden kaçışı böyle yapıyorlar. Her türlü kısa-uzun vadeli görevlerden kendilerini dıştalamayı böyle yapıyorlar. Yaptıklarında da, Parti karşısında durumlarını kurtaracak kadar yapıyorlar. “Parti beni bu halimle taşır” diyorlar.
Fethetme, sınırsız katılım, yaratmada iddia, coşku kişinin çok az aklına geliyor. Bunu nasıl kırmalıyız veya bu sorunu daha nasıl iyi ortaya koyup aşabilmeliyiz? Hemen her sahayla bu temelde adeta kavga ediyoruz. Hatta herkesle kavgamız var. Ben de dahil, hiç kimse iddia edemez; “PKK’nin olanakları düne göre azalmıştır, gerilemeyi yaşıyor” diyemez. Ama yine hiç kimse iddia edemez ki, her şey yolunda ve yordamındadır. Her an zafer kadar, yenilgi tehlikesi de vardır.
Hepinizle her gün tartışıyoruz. Sizlere sık sık, ‘nasıl insansınız’ diyorum. Bu durumları böyle kabul etmeyi neyle bağdaştırıyorsunuz? Dürüstlüğünüzden kuşku duyulamaz ama orta yerde bu hususlar var. Peki, bu konudaki çözüm gücünüz ne olacak? Bir kadro gücü olabilecek misiniz? Biz bu soruyu sorduğumuzda kaç kişi üzerine alıyor? Bizi bu temelde dinlerken neyi uyguluyorlar? Sorun bu. Yetkinin başına ne getiriliyor? Ve bizi çekmek istedikleri nokta nereler oluyor? Ne hakla bunu yapıyorlar? Bunları tartışmadan, sormadan edemiyoruz. Kavgayı daha da şiddetlendirmek pek anlamlı değil.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan’ın 13 Ağustos 1993 tarihli çözümlemesi