Bu söz, başlangıçta sahip olduğum biricik silahtı. Başka hiçbir silahımız yoktu. Örgüt bu kadardır. “Kürdistan sömürgedir”, “bir ulusal kurtuluş doğrultusunda grup olmamız gerekir…” Başka bir şey yok. Üç kelimeliktir. Mamak zindanından çıkardığım şiddetli ders, bir daha içeri girmemek ve kesintisiz bir örgütlenmeye gitmekti. Devletle hesaplaş- maya gidiyoruz. Bugün de devletle hesaplaşmaya gidiliyor, en sıcak savaş var, özel savaş var. Ama şimdikiler parti tarafından eğitiliyor, yönlendiriyorlar. O zaman parti yalnızca benim, kendimden başka hiçbir örgüt elemanı yok. Önce kendimi inandıracağım, sonra çevreyi inandıracağım, birkaç arkadaş (o da bulursam tabii) bulup anlatacağım. Büyük bir sorun.
Aylarca dolanıyorum, laf anlatacak adam bulamıyorum. Mumla arıyorum, tırnakla kazıyorum. Ben bir kişiyi daha nereden bulacağım? Ballandıra ballandıra anlatmak istesem, adam fazla söz dinlemiyor. “Yok” diyor, “çık dağa.” Ben de beraber olur, diyorum. Bir şey demiyorlar. Güçleri yok, sınıf kökenleri zaten elvermiyor. Gelenler yarı-feodaller, düzeyleri oldukça işbirlikçiliği yaşıyor. Onların devrimcilikleri kuşkulu. Gelenler önemli oranda cumhuriyetin kültüründen geçmiş, işbirlikçiliği iliklerine kadar yaşamış veya küçük-burjuva tutkularıyla dolup taşan kişiliklerdi. Grup denemesi buna rağmen var. Dev-Genç mirası veya etkileri… Pek mirası da yok aslında. Mirası duman, ateş olmuş, yani bir şeyler alınması mümkün değil, kendin oluşturacaksın. Dediğim gibi, bu etkilenmeyi ve bu boşluğu iyi kullanarak kendimi bu çizgiye verdim.
Örgütlemeye çalıştığım kişiliklerden farkım belirgindi. Burjuva değer yargılarına karşı, bazı ilkeler etrafında kendimi korumaya çalışmıştım. Değer yargılarına çözümleme temelinde girişmiştim, dini değer yargılarını çok değişik, çok çelişkili bir biçimde de olsa devrimci aşamaya taşırmıştım. O cesareti kendimde gördüm. Kendime göre hazırlıklarım vardı. Özellikle burjuva değer yargılarına o dönem devrimcilerinin baktığı temelde bakmamak konusunda kendimi oldukça şartlandırmıştım ve kendimi örgütlemiştim. Dinin de bana verebileceklerini anlamıştım ve gerisini gereksiz buluyordum. Bunu artık yeni bir yaşam temelinde aşmak istemiştim. Bu, yeni bir yaşam için başkaldırmak ve yol almak demekti. İşte neyi okuyorsam, bu bize gereklidir biçiminde bir yerlere topluyordum. Gerekli olmayanları ayırt ediyordum. Bütün bunlar sonradan işte 1970’lerin başlarından itibaren PKK’nin ideolojik çizgisi oldu. Tabii, o zaman sadece birkaç genellemedir. Giderek günümüze gelindiğinde yaşama kavuşacaktır.
Ondan sonrasında 1973-74-75 ADYÖD (Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği) deneyimi vardır. Bütünüyle benim so- rumluluğum altında gelişen bir deneyimdir. Yine bu Dev-Sol’un da temellerinin atıldığı bir dönemdir. Dev-Yol’un da temelinin atıldığı bir dönemdir ve ikisinde de kesin benim payım var. Çünkü devrimci yüksek öğrenim gençliğinin devrimci gruplaşmasını fiili önder olarak ben yürütüyordum. Dev-Yol’culardan bazıları engeller çıkarıyorlardı. Yine THKO adına bazıları. Örneğin Mustafa Yıldırımtürk vardı, onunla benim ilişkilerim oldu. Hem uzlaşıyor, hem çelişiyorduk. Dev-Yol’cular beni aştırmak için ayak diretiyorlardı. Fa- kat kontrol bendeydi. 1976’ya kadar denetim bendedir. 1972’nin başlangıcından 1976’ya kadar Türkiye’deki o demokratik yükseköğrenim gençliğinin devrimci gruplaşmasını ben yürüttüm. Bu anlam- da benim fiili önderlik dönemim, 1972’nin başlangıcından itibaren alınabilir. O gün bugündür hızından, temposundan hiçbir şeyi yitirmeden hâlâ devam ediyor.
Gruplaşmayı ilk dönemde Ankara’da işte Yüksek Öğrenim Gençliği adı altında götürmeyi daha uygun bir taktik olarak belledik. DDKD tipine fazla ilgi göstermedim, hatta onu tecrit etmeye çalıştım. Bunlar işin fiziki yanlarıdır ve öz çok önemlidir burada. Dediğim gibi, o zamanki irade, ruh, o grubun oluşumu, sonradan gruba bayanın (Kesire Yıldırım-Fatma) katılışı, başlayan çelişkilerimiz… Böyle bayağı hem ulusal bir çekirdek, hem parti çekirdeği. Mayalanma, çekirdekleşme bu temeldedir. Grup sürecinde böyle bir mayalanma vardı. Ben bunu yağmur yağmadan önce gökyüzünde hızla bir bulut kaynaması, ilk damlaların düşeceği, mucizevi bir yağmura doğru gelen bir yoğunlaşma olarak gördüm. Böyle bir karşılaştırma yaptım. Dikkat edilirse, topraklar zaten çok kurak, çatlamış. Umut anlamında, düşünce anlamında bütünüyle böyle. Ama gruplaşmamız bu çatlamış topraklara, umudun kırıntısının bile görünmediği bir ortama böyle bir bulut olabilmek ve ilk damlaları serpmek anlamındadır.
Oysa bu ortam her bakımdan kaçışı gerektiriyordu, ilgilenmemeyi. Deliler işi. Yaşamın hiç umudunun olmadığı, TC ölçülerinin mutlak egemen olduğu bir süreçti. İşte burada beni anlamak gerekir. Arkadaşlarımı gruplaşma pratiğine çekmek için duygularımı, düşüncelerimi, çabalarımı çok iyi anlamak gerekiyor. Çünkü önemlidir. Daha sonraki gelişmeler katı bir kararlılıkla yürüyebilir belki, ama o dönemin bulutu olabilmek ve yağmuru yeryüzüne indirmek öyle kolay değildi.
Biraz peygamberce ve mucizevi denilebilir.
Her şey haince, her şey kendi gerçeğine kara kara bakıyor. Her şey umutsuzluk kokuyor. Her şey bize göre değil. O dönem arkadaşlarımın durumunda bunu gördükçe, ah-vah çekiyordum. O günleri kavramaya biraz yaklaşmak gerekir. Kürdistan tarihi, özgürlük tarihi deyip duracaklar, ama o zaman tarih diye bir şey var mıydı ki? Bırakın tarihi, halkın kendisi var mıydı? Düşman olmuş bir halktı. Kendinden daha fazla, düşmanın olmuş bir halktı. Benim çabalarım biraz da, lanetli bir kavmi, bulunduğu uğursuz durumdan çıkmaya çağırmaktı. Benim girişimim, onların o dönemin lanetinde yüzmek istemesine karşın, benim zorlu bir çabayla, Musa’nın Tur Sina Dağı’na kavmini çekme girişimidir. Evet, bizimki de öyle oldu, Cudi Dağı’na çekinceye kadar bin dereden su getirdik.
1974 baharına gelindiğinde, ADYÖD’deki önderliğim giderek beni popüler kılıyordu. Önderliksel bir çıkış, ama Türkiyeli gibi. İstanbul’u da etkiliyor. Polis kesinlikle benim Kürtçülüğe mi, Türklüğe mi oynadığımı, veya Dev-Genç’in neresinde olduğumu fark etmiyor. Veya DDKO’ya oynayıp oynamadığımı tespit edemiyor. Burada benim yanıltmam söz konusu ve yanılma gerçekleşiyor.
Devlet bu dönemde bana nasıl el atmaya çalıştı? Sosyal-şovenizm, diyelim bir devlet dayatmasıydı ki, sola hakim olan da sosyal-şovenizmdir. Ona karşı uyanıktım. Dolaylı olarak Mustafa Kemal’in TKP’si oluyor, yani kemalist sol. Zaten önderleri katledil- dikten sonra, diğerleri belki de devletin açık etkisine girmişlerdi, özellikle Dev-Yol. Bu yenilmiş bir ruhun yaklaşımıdır. Dev-Yolculuk budur. Benim çıkış yapmamı bu Dev-Yol daha sonra 1976’da da engellemek isteyecekti, hem de ayak oyunlarıyla. Adeta burjuvazinin öncü bir kolu gibi, bana çıkış yaptırmak istemeyeceklerdi.
PKK çizgisini geliştirirken, ilk 1974’te verdiğim konferansı her- kes can-ı gönülden dinliyordu. Bir tarz sorunu, ciddiyet sorunuydu. Yani o zaman ben iki kelimeyle iş yapıyordum: “Kürdistan sömürgedir.” Yine böyle fazla doğruları formüle edecek halim yoktu. Ama topluluğun seviyesine göre de, kendimi olağanüstü kılıyordum. Böyle sunuyordum.
Kemal Pir’in katılışı!
Yarım saat beni dinlemişti ki, o zaman benim elimde fazla açığa çıkarılmış belirlemeler yoktu. Birkaç genel doğru söyledim, öyle katılmıştı ve sonuna kadar götürdü. Yani mesele bilgi birikimi de değildi. Mesele ciddiyetle, içtenlikle ilgiliydi. Mesele birbirini önceden tanıyıp tanımamakla da ilgili değildi. Yarım saat görmüştüm ve hepsi bu kadardı. PKK tarzı budur, önderlik tarzı ve bizim yöne- tim tarzımızdır. Bize içten bağlı olanların hepsinin, Haki’lerin de sergilediği tavır budur. Değil kusurlu olma, birbirlerine can-ı gönülden bağlıydılar. Gerçek bu.
Bu yıllarda babamı gördüm. Bana karşı yenilgiyi kabul etmişti. Benim 1970’lerde adımın duyulmasına seviniyordu. Radyoda ilk anonslar o zaman yapıldı. Hâlâ aklımda, geldim, kapının dibinde onu gördüm. Hem endişeli, hem de gururluydu. “Adın çıkmış, herkes duymuş, dikkat et” diyordu. Yani böyle ters bir yüzle “beni de, kendini de mahvettin” demedi. Gururla birlikte, sanıyorum inancı da vardı. “Fethedebilirsin” anlayışına ulaşmıştı. Hatta şu sözü de söylüyordu: “Yalnızsın. Bu komünistlerin bile Ecevit’i var. Ama Kürtlükle uğraşanların kimsesi yok. Dikkatli ol” diyordu. İyi bir anı. Kısaca babayla ondan sonra anlaştık. Kesin benden yanaydı ve son derece de güveniyordu. Tam burjuva toplumuna giriş ile sonradan Ankara’dan çıkış arasında 15 yıllık bir süre vardır. Köy toplumuyla birleşmemiş, şehir toplumuyla birleşmemiş olarak, Ankara’dan sonraları güçlü bir çıkış yapacağız. Burjuvaziden çok şey öğrenmiş oluyoruz. Mücadeleyi öğrenmiş oluyoruz. Birçok mücadele silahı elde ediyoruz.
Bu yıllardaki delikanlılığımda ben, herkesin tersine çok büyük bir kördüğümle karşı karşıyayım. Benim için her şey alaca karanlıkta ve haince bir ortamda, haince niyetlerle çepeçevre kuşatılmıştı. Ankara’da çevrem dört yandan beni tutacak kişilerle doluydu. Zavallı ve zaten çok tektim, güçlülük arz eden fazla bir şeyim yoktu. MİT bile o zaman beni değerlendirdiğinde ki, masalarda ben böyle heyecanlı konuşuyormuşum, alay ediyormuş. “Masada laf eder” diyormuş, “Gitsin bakalım Kürdistan’a.” MİT’in kendisi daha sonra bunu itiraf etti. “Biz hafife aldık, küçümsedik. Yılan bir karış iken, bir askerimiz potinini kaldırsaydı ezerdi” demiş. “Biz hafife aldık ve başımıza bu geldi.” Düşünün benim o halimi, bir çırpıda beni boğabilirlerdi. Neden boğulmadım? Düşmanın bile inanamadığı çıkışı nasıl yaptım? Kimileri bulundukları ortamı anlayıp değerlendiremezken, ben mutlak düşmanın egemenliği altında olduğum saha- da da çıkış yapabilmişim. Hemen her şey kuşkulu, her şey yılan gibi bizi sokmakla karşı karşıyaydı. Biz böyle partileşmeye başladık. Bu göz ardı edilirse, PKK kesinlikle anlaşılamaz.
Öğrenilmesi gerekir, çünkü bu herkesin hayat hikayesidir. Öğrenemeyen, yaman bir militan olamaz. Benim anlaşılmam, parti tarih ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Delikanlılığımda, dediğim gibi, bana kız aramaya çıktıklarında, başıma felaket geliyor diye düşündüm ve kendimi savunmaya çalıştım. Ondan sonra kendim kız aramaya çıktığımda, korkunç cana- varlarla karşı karşıya olduğumu gördüm. Burjuva kızları vardı, çoğu da hayrandı bize aslında. Siyasaldayken, çoğu da burjuva bürokrat kızlarıydı veya subay kızlarıydı. Sanıyorum oldukça da beğeniyorlardı, çünkü o zaman öğrenci önderliğini yapıyordum. Destekliyorlardı. Fakat yanına yaklaşmak benim için meseleydi ve iyi ki kendimi aldatmamışım. Benim o zaman kendimi aldatmam, bir tarihi tersyüz edebilirdi, baş aşağı götürebilirdi.
Diyarbakır’lı bir delikanlı vardı. Hatta Lice müftüsünün oğluydu, ismi de Faruk’tu galiba. Hâlâ aklımda, bir karasevda havasına girdi. Adam daha sonra bir bıçak da aldı eline. Adana’lı bir kızın düştü peşine, bütün siyasalı birbirine kattı, başımıza kaldırdı. Çünkü onun arkadaşı bendim. Manevi gücünü biraz benden alıyordu. İkide bir karasevdaya düşen birisiydi. O rezaletten kurtuluncaya kadar, ben yerin dibine girdim. Düşünün, işte aydın, müftünün oğlu o duruma girdikten sonra, diğer kişilikler nasıl davranır? Ki, o zaman benim de çok beğendiğim kızlar vardı. Hâlâ hatırlıyorum, biri vardı böyle, ama adını bile sormadım. “Sen nasılsın, sen ne güzelsin…” Asla bunu söylemedim ve hâlâ söylemem de. Bu bir tarz sorunuydu. Çünkü o zaman böyle söylesem, büyük ihtimalle kaybedeceğimi biliyorum.
Bu bir tarz. Daha sonra ideolojiye giriş yaptık. Siyaseti, sosyalizmi nasıl inceledik? Büyük bir ciddiyetle kitapları devirdik. Ulusal sorun diyorlardı. Baktık sadece sözcükler var, ama içinde bir tek Kürt sözcüğü yok. Varsa yoksa birkaç sözcük, onun dışında piyasada hiçbir şey yok. Kürt meselesi nedir? Tek başına kütüphanelere koş, tartışmaları dinle, düşün, taşın… En son zorlaya zorlaya bugünkü teoriyi ortaya çıkardık. Tabii, teori büyük bir silahtır. Teoriyi, düşünce gücü- nü oluşturduktan sonra grup grup insanı çekmeyi başardık. PKK’nin oluşumu böyledir. Teoriyi yaşatmasaydık, iki insanı bir araya getiremezdik. Ben bunu iğne ucu ile kazıdığımı, kütüphanelerden, ya- şamdan, şurdan-burdan kızılca kıyamet içinde ortaya çıkardığımı biliyorum.
Hepsi de, TC’nin imha, ölüm fermanı altında gerçekleşti.
Kemal Pir’lerle, Haki’lerle birliğe girdik. Sosyal-şovenizme karşı gerçekten mücadele bayraktarlığı yapan arkadaşlardı. “Bunlar Apocu olmuş” diyorlardı Kemal ve Haki için. Bu Halkın Kurtuluşu’cuları, Dev-Yol’cular sanki kendilerine ihanet etmişler gibi bu arkadaşlara bakıyorlardı. Ama onlarla da oldukça mücadelemiz vardı ve biz onları sanırım dengeledik. Bunlar geride, dernekçilikte kaldılar. Devrimcilikten gittikçe daha çok uzaklaştılar. İhtilalciliği, biz bunların elinden kurtardık.
Böylece bir çizgi ayrışması oldu. Bu dolaylı olarak devletin yenilmiş solculuğunun etkisidir. Nasıl ki, 1920’lerde Mustafa Suphi’ler ezilmiş ve sahte TKP Ankara’ya damgasını basmışsa, yine öyle olmuştu ve Mahirlerin grubu da imha olmuştu. Yine THKO’nun grubu, Kaypakkaya’nın grubu da öyleydi. Bununla devrimci mirası abluka altına alma var. Biz ise ablukaya karşı savaş vermiş oluyoruz, devrimci mirası koruma savaşıdır. Bizim çıkışımız zaten devrimci mirasa sahip çıkmanın çıkışıdır.
Sanıyorum hâlâ Dev-Yol’cular benim için şunu söylüyorlarmış: “Direnişi bizden çaldı.” Çaldı değil, devrimci mirası bu haince yaklaşım sahiplerine karşı koruduk. Dev-Yol’un bana büyük öfkesi bu nedenledir ve anlaşılırdır. Ve diğerleri de, Perinçek’ten tutun ondan öteye, büyük bir kısmı böyledir. Bizimle gurur duyan çok az dürüst aydın var. Bize bağlı olanlar da var, ama önemli bir kesimi “neden faşizm ezemedi, neden 12 Eylül ezemedi” diye hayıflanıyordu. Öf- keleri, kendi yüzleri açığa çıktığı içindir.
Kemalizmin sol etkisi, dolaylı bir devletti. Tıpkı 1920’lerdeki gibi, önce öldürüyor, geri kalan mirası da devlete bağlıyordu. 1970’lerde de öldürüyor, geri kalan mirası devlete bağlıyordu. Ben buna tepki duyuyordum. Kürtçülük olayında da böyle durumlar var. Dev-Genç adına hareket eden bazı militanlar eziliyorlar. Kürtçülük Deniz’ler tarafından sahiplenilmek isteniyor. Ancak idam ediliyorlar. Devletle işbirliği halindeki KDP mirasa konmak istiyor. Ben ona karşı da bir çıkış oluyorum.
1975’lere doğru geldiğimizde, bizim tezler etrafında hem büyük bir tartışma vardı, hem de gruplaşma sürüyordu. Tabii devlet, henüz beni tam teşhis etmemişti. “Bu ne tip Kürtlüktür, ne tip bir devrimciliktir?” araştırması var. Birçok soru işareti var, ama henüz tam bir cevap verebilmiş değillerdi. İşte sanıyorum bu çerçevede üzerimize yavaş yavaş devletin gölgesi düşüyordu. Biz yavaş yavaş devlete yöneliyoruz, devlet de yavaş yavaş üzerimize geliyor. Bu işin bir yanı.
Anıtkabir’in dibindeki evden sonra oturduğum bir ev vardı. Özellikle Pilot’un (Ağrılı Necati) yoğun devreye girdiği evdi. Oraya da bazı kadınlar gelmişti. 1975 sanıyorum, hatta 1976 da olabilir. O zaman da kesin oralı olmadım. Yani anlamak bile istemiyordum. O yıllarda burjuva kadın, ilişki nedir bilmiyorum. Gücün yoksa mücadeleye veya ilişkiye girmeyeceksin. Benim de burjuva kadın gerçeğini tanımaya gücüm yoktu. Okulda bir bayan vardı, dediğim gibi, konuşmaktan bile çekiniyordum. Hâlâ hatırımda, çok zor geliyordu. Üniversite yıllarında da öyleydi. Özellikle kadın konusunda çok zor karşıladığım yıllar. Son derece dikkat çekici davranıyorum. Etkileme durumum da yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Fakat burjuva tarzı bir ilişkiye yönelmem, deveye hendek atlatmaktan daha zordu. Ancak çok ilginçtir, bizim, grubun içine bir bayanı almamız burada önem taşıyor. Grubumuz şekillenirken, o bayanla Pilot da ilgilenmişti. ADYÖD’de tanıştırılmışlardı.
O zaman benim kendime göre bir sosyalist arayışım vardı ve ulu- sal sorunla uğraşıyordum. Onun dışında kimseye bir merhaba bile diyemezdim. Belki de beni çekici buluyorlardı. Çünkü hepsi, Kürt sözcüğünü ağzımdan çıkardığımda bile, büyük alkışlıyorlardı, hatırlıyorum ve hepsi de yarı yarıya kız-erkek burjuva çocuklarıydı, beni olağanüstü destekliyorlardı. Ama buna rağmen tek bir sözcükle “nasılsın” demedim. Yine de ilgileri vardı. Daha önceleri, hatta ortaokulda da, burjuva küçük-burjuva çocukları ve kızlarıyla okumuştum. İlgi çekici de buluyordum. Fakat ucuz bir merhaba demek, bir ilişki, bir burjuva kızına, çocuğuna nasılsın demek asla yoktu. Çok güzel bulduğum halde, bir “nasılsın” demezdim.
Sonradan çok iyi anlaşılıyor ki, bu yıllarda bir hata yapsam, kesin imhayla sonuçlanacaktı. Bir Alaaddin Kapan vardı. Daha sonra provokatör çıktı. Postallar giyip ta siyasalın içine gelmişti. O da bir devlet olayı olabilirdi. THKO adına geçiniyordu. Yani devlet yavaş yavaş üzerimize gelmeye çalışıyor, çeşitli etkileme yollarını denemeye başlıyor. Bunlar bence bilinçli etkileme yollarıydı ve devlete karşı çıkışımıza yavaş yavaş cevaplar gelişiyordu. Ama ben, ortada silik ve hatta tehlike arz etmez konumdayım, o kadar ki, “ya, bundan da adam mı çıkar” deniyor. Nedir o zaman sergilediğim?
Birkaç söz yetiştirmek için korkunç çalışıyordum. “Senin şöyle ülken var, şöyle halkın var, biraz bu düşüncelere ilgi duy!” O zaman insan kazanmak için nasıl yoktan var edercesine işin içine giriştiğim, yoktan var eden çabalarım, kaybeden komutanlara ithaf olunur. O zamanın olanaksızlıklarında yapıyordum bunları. Ve bir de düşmanı umutlandırmam gerekiyordu. Hem umutlandıracağım düşmanı, hem yanıltacağım. Benim o zamanki en büyük çelişkim bu- dur. Bir yandan arkadaşlarıma doğruyu vermek için olmadık şeylere başvuruyorum. Çünkü bunlar düzenin etkisindeki gençler ve haklı olarak düzenin etkisi altında bir yöne doğru savrulacaklar. Haydi bunu kazandık. Ama öte yandan düzen devreye girmiş. Sonradan çok açıkça anlaşılacağı üzere, düzenin en etkili kişilikleri devreye girmiş ve beni “ölümlerden ölüm beğen” hükmü içerisinde bitirmek istiyorlar. Ve hiçbir güç imkanı yok. Düzenin adamları bile “bu köylü parçasını” diyorlar, “bu zavallı, her şeyden yoksun tipi öl- dürtmek bizim zararımızadır.” Ve devam ediyorlar: “Bunu öyle ha-
zırlayalım ki, tarihimizin en büyük bir işbirlikçisi haline getirelim.” Belki de planları biraz da buydu. Zaten adam sonradan demişti: “Aileye bağlayıp devletimizin en iyi elemanı haline getireceğiz.” Evet bu bir düşman planıydı. Dediğim gibi, ölmem kendisi için zararlıydı. Daha iyi bir “eşek” haline getirmek için sözüm ona plan geliştiriyor. Bu, gerçekten de öldürmekten daha tehlikeli bir yaklaşımdır. İnsanı bir öldürürsün, kurtulur. Bu, beni her gün öldürmek, işte kendine göre yürütmek istiyor. Bu, basit bir duygu, basit bir hamle değildir. Benim o zamanki ruhum, telaşlarım, endişelerim, olanaklarım, olanaksızlıklarım, sabrım, inadım nedir?
Bu oyunun bu noktada anlaşılması için, meseleyi biraz daha aç- makta yarar var. Burjuva sosyalitesine girmekte çok zorlanıyorum. Ne girebiliyorum, ne de o beni çekebiliyor. Devrimci gurubun sosyalitesine giriyorum. Çok ilginç bir giriş tarzı bu, çok mücadeleci. Fakat Ankara’dayım ve bu çok tehlikeli ortamda feodalizmi, feodal aileyi kesinlikle ruhuma yaklaştırmamışım. Şehir toplumunu yine öyle.
Kendimi 1970’lerin bu döneminde neredeyse bembeyaz bir sayfa gibi devrimci gruba adıyorum. Taptaze bir başlangıçtır. Başkaları için örgütler vardı. Mücadeleye yeni girenler daha sempatizan bile olamadan, örgüt içinde gibi görünüyorlardı. Devlet de onların üzerine gidiyordu. Benim ise hangi örgütten olduğumu anlamak, bayağı bir bilmeceydi. Bu belirgin bir özellik olsa gerek. İz bırakmamak veya “bu şudur” değerlendirmesine götürmemek için, çok karmaşık bir durum arz ediyorum. Tartışılan şudur: “Bu Kürt solundan mı, Türk solundan mı? THKO’cu mudur, THKP-C’li midir? Kürt ordusundan mıdır?” Polis böyle bir-iki yıl bocalama içindeydi. Türk polisi mantığı. Bence hâlâ onu tam aşmış değiller, belki şimdi aşmaya çalışıyorlar.
Şimdi dönemin bu bayan ilişkisine dikkat edilirse, kilit öneme sahiptir. Muhtemelen devlet, 1974-75’te bizi adamakıllı sarmaya geldi. Diğer örgütlerin içinden geliyordu. Dev-Yol kontrolü, dolaylı bir devlet kontrolüydü. Diğer gruplar da, aşağı-yukarı aynı özellikteydi. Kürtlüğü KDP çekmek istiyordu, o da dolaylı bir devlet kont- rolüydü. Zaten o zaman çok açıktı. KDP tümüyle MİT’in yedeğine alınmıştı. Ama biz hâlâ renk vermiyoruz. Hâlâ nasıl bir örgüttür bilinmiyor, adı bile yok. Çocuk yedi yaşına bile gelmiş ve adı bile yok. Hatta temel özellikleri bile belli değil. Nasıl gelişebilir? Belli etmiyor. Süreci tıpkı kendime benzetmişim. Zaten nasıl adam olacağımıza kimse anlam veremedi uzun süre. Köyde de, ailede de öy- leydi. “Allah kimseyi bunun grubu yapmasın” diye köylüler dua ederlerdi. Herkes benim gibi olmadığı için oğlunu okşardı.
O babaları görsem de, oğullarının hesabını onlardan sorsam… Evet “o baştan çıktı” diyorlardı. Bana benzemedikleri için kendi çocuklarıyla övünüyorlardı. Bir ilkokul arkadaşım vardı. Bana bir merhaba, bir selam yollamaktan veya yanıma gelmekten korkuyor- muş. Oysa korkmamalıydı. Babası özellikle “oğlum ne kadar akıllı” derdi. Şimdi bir yerde müdürmüş. Onu çekmek için çok uğraştım, ama başaramadım. Önemli değil, devletinin iyi bir müdürüdür. Evet devlet de bu süreçte bizim adam olacağımıza pekala inanmıyordu. Teşhis edemiyorlardı. Daha da ötesi, ciddiye de almadı galiba. Devlet şunu mu söylüyordu: “Bunda hayat yok” veya “bir şey yapamaz?” Belirgin bir şey yok veya büyük bir gizlilik hareke- ti…
Çok açıktım, ama hiçbir zaman açık değilim. Düşünün, devlet daha 1975’te bizim Kürt ordusunu kurduğumuz biçiminde bir bilgi almış veya o tarzda bir yaklaşımı var. 1975’te, 1976’da devleti bu konuda etkisizleştiremezsem, hangi eylemle grubu Ankara’nın dışına çıkaracağım? Mahir Çayan, Deniz Gezmiş gibi gençlik önderleri bile taş çatlasa bir ay eylemle yaşadılar. Mahir örgütü kurdu, iki ay yaşayamadı. Ve işte TİKKO kuruldu, aynı şey. En değme ihtilalci örgütün bile ömrü birkaç ay. Benim de Kürt ordusu adına yapabileceğim, belki bir haftalık da yaşayamaz. Gizli partiler kuruluyor, hepsi iki ay sonra gerçekten açığa çıkıyor. Mustafa Suphi parti kurdu, geldi, karga tulumba yarı yolda denize gömüldü. Çayan’ların partisi on kişiyle Kızıldere’de gitti. Deniz’ler
daha ordu olmadan darağacına gittiler. Kaypakkaya zaten Dersim’de ilk eyleme geldi, öylece gitti. Yine TC’ye karşı tek bir başarılı örnek yok. Kürt isyanlarına bakıyorsunuz, Şeyh Said’i daha isyana çıkmadan kontrol altına almışlardı. Yine Seyit Rıza’yı kandırıp darağacına götürdüler. Bunların hepsine adım attırmamışlar. Kürt aydınları çıkıyor, daha Kürt sözcüğünü bile söyleyemeden etkisizleştiriliyor.
Bütün bunlar gerçektir. KDP kuruluyor, daha on gün geçmeden Faik Bucak, aşiret kavgası süsü verilerek bir provokasyonla imha ettiriliyor. KDP 1970’lerden itibaren bir ajan örgüt olarak yedeğe alınıyor ki, daha sonra biz ortaya çıktığımızda, KUK biçiminde bize dayatılıyor. Türk solu, daha sonra sosyal-şovendir ve hatta Kürt sorunun çarpıtılmasında mutlak anlamda kullanılıyor. TKP’den tutun en solcuyum diyene kadar, böyle kullanılıyor. TC sol içinden bunu yaptığına göre, başka yerde nasıl yapmaz? Jandarmasını, polisini, istihbaratını bir yana bırakalım, bir tek sızma birimi en değme örgü- tü bitiriyor. Bu mutlak anlamda böyle ve bizim üzerimize de böyle geliyor.
Nitekim iki sızma yapıyor. Biri kadın biri erkektir. Kesire Yıldırım (Fatma) ve Ağrılı Necati (Pilot). Bayan Dev-Yol’dan geliyor. Ara sıra belirleyici rol oynayan, Pilot ilişkisinin de kendisine bağlı rol oynadığı, genelde grup ilişkimiz, özelde bayan ilişkisi oluyor. Asıl aktrist bu bayandır. Çok ilginçtir. Dikkat edilirse, bu çerçevede sola veya bizim grup söz konusu ol- duğunda Kürt sorununa ilgisi olanların yaklaşması beklenir. Bu aşa- mada, karşıya böyle bir tipin çıkmasında, işin sosyal-duygusal bo- yutunu düşünmek gerekiyor. Sosyal yönden ayrıca aileyi ve bunun Kürt isyancılığı içindeki konumunu göz önüne getirmek gerekiyor. Bayan, sola ilgi duyuyor ve Kürtlüğe geliyor.
Benim gibi birinin dikkatinden kaçmayacağı açık. Hem kadın, hem sosyalist geçiniyor, hem eski isyanlara karşı. Dersim isyanında olumsuz, ama oldukça etkili, bir tür işbirlikçi-ajan rolü oynamış bir aileden geliyor ve kişilik olarak da hayli dikkat çeken özelliklere sahip bulunuyor. Devrimci hareket içinde sözüm ona yeri var. Dev- Yol’cular muhtemelen özellikle ilgileniyor. Kesin 12 Mart sonrasının önder kişiliklerini etkileyecek bir konumda ve oluşacak grupların içinde iddialı olmaya çalışan biri. Ama ne kadar devlet içindir, ne kadar sosyal-şovenizm içindir o ayrı bir konudur. Bizim açımız- dan pek o kadar önemli değildir. Bizim için önemli olan, görebilmek ve grupla bağlantısını gerçekleştirebilmektir.
Başlangıçta, uzun bir süre “alalım mı, almayalım mı?” diye tereddüt var. 1974-1975 böyle geçiyor. Karşılıklı birbirini yoklama sürecidir. Aslında hem çekingen, hem tereddütlüydüm. Geldiği Dev-Yol çevresi, bizim açımızdan sosyal-şoven niteliğini gittikçe ortaya çıkardı. Çünkü sonradan Haki’nin kendisi, 1976’da bunların kuruluş toplantısına gittiğinde tek kaldı ve attılar. Haki de tek başına mücadele etti. Dikkat ediyorum, bayanı Kürt gençlerine dayatı- yorlardı ve sanırım bizim grubu oldukça zayıflatmak istiyorlardı. Dev-Yol’cuların bunu kullanması veya birleşerek bizi böyle zora sokması ne anlama geliyor? İster doğrudan, ister dolaylı olsun, kemalizmin tekrardan bir saldırı aracı olabilir.
En önemlisi de, Dev-Yol’un ulusal sorunu bizim öngördüğümüz anlamda kabul etmeyeceği; Kemal ve Haki’lerin katıldığı Türkiye devrimciliğinin de kabul etmeyeceği bir biçimde, sosyal-şoven yönü ağır basan ve kötü niyetleri giderek açığa vuran bir tarzın sahibi olacağı açığa kavuşmuştur. Bu bayan da onlar için oldukça öncü düzeyde rol oynayan, dikkat etmezsek ailesinin Dersim isyanında oynadığı rolü bizim şahsımızda uyanan modern ulusal kurtuluş hareketine karşı oynayabilecek biridir.
İlgimizin genel çerçevesini çiziyorum. Babasının Dersim isyanına karşı kötü rol oynadığının farkındaydım. Yeniden isyan edilmiş ve kızı da bizim harekete doğru bir yönelim içinde. Tam içinde de değil, ama dışında da değil. Dev-Yol gittikçe kemalist niteliğiyle hareketimizin önünü kapatmak istiyor ve bu kişi bir araç olabilir, hatta bir ajan olabilir. Birçok soru işareti var. Acaba hiç ilişki kurmasaydım, taktik açıdan daha doğru olabilir miydi? Bir kız ve Kürt kızı ve sosyalist, bizim de bir Kürt sosyalist grubumuz var. Doğal olan gelip gruba katılmasıdır. Aksi halde düşman ilan etmemiz lazım.
Evet özgürlük ilkesi: Eğer kabul etmezsek, kadın özgürlüğü açısından da ilkeden taviz verecektik. Sanırım bir de bilinç öğesi vardı ve rahatlıkla yürütecek biriydi. Eğer bunu göz önüne almazsak, yeterlilik ilkesinden de taviz vermiş olacaktık. Böylesine bir ilke aşınmasına rıza göstermek de, bizim o zamanki devrimci ölçülerimize sığmazdı. Yine duygu ya da duyarlılık ilkesini de, benim gibi birinin göz önüne getirmesi gerekiyordu. Moral ilke: Bir Kürt kızı, ailesi kırk yıl ajanlığa oynamış, bu ise Kürt ulusal kurtuluşçusu ve sosyalist olmak istiyor. Bir kız olarak gençliğini de öyle sergilemek istiyor. Tabii, burada duygusal yönü de ağır basan bir ilginin uyan- maması düşünülemez. Eğer hainse, ajansa, ona göre kin, öfke duygusu geliştirmemiz gerekir. Yok ihanetten, ailenin tarihteki olumsuz, uğursuz, lanetli konumundan çıkarmak istiyorsa, ne yapmamız lazım? Duygulanmamız gerek, doğal olanı bu. Olabilir, biraz üzüleceksin. Ama bu onun reddi temelinde değil de, kabul edilmesi yönünde gelişsin. Bunu kurtarabiliriz, ailesine rağmen ulusal kurtuluşun içinde eğitip ıslah edebiliriz, affedilir bir konuma sokabiliriz.
Burada sömürgeciliğe ve işbirlikçiliğe karşı çok ilginç bir yaklaşım biçimi var. Aslında “nereden çıktı karşımıza?” diyecek kadar kendimizi talihsiz buluyoruz, ama öte yandan “tamam, tam hesaplaşacağımız bir kişi” gibi bir soru işareti de var. Üç yıl boyunca bunu düşündüm, taşındım.
Bu yaklaşımın bayağı anlamlı ve bazı sonuçlarının olduğu ortaya çıktı. Hemen birçok ilişkide yöntem olarak denediğim yaklaşımı, burada da denemişi. Olağanüstü olma, önemli sonuçlara yol açacak ilişkiyi esas alma. Yani stratejik ilişki, kritik ilişki. Sonuç alıcı ilişkiyi bütün zorlukları kadar, sorunları kadar; çözümleyici yanıyla esas almak, mücadeleci yanıyla esas almak bende bir alışkanlık haline gelmiş. Bunlar ilgimi daha çok çeken ilişki düzeyleri oluyor. Alışılagelenden, statükodan, tek düzeyden fazla etkilenmiyorum, boşa gitmiyor. Merakı daha çok çeken, sonuçları daha çok altüst edici olabilecek, çok önemli bir mücadele konusu olabilecek durumlara kendimi kaptırıyorum. Benim tarzımın yakalanabilmesi açısından, bunu anlamak önemlidir.
Yaşamdaki olaylara, süreçlere yaklaşımım hep en tehlikeli, fakat en sonuç alıcı yerde olur. Herkesçe rahatlıkla başarılabilecek olanı tercih etmiyorum. Oldukça düşünülmeyecek olanı, zor akla gelecek olanı kendime mesele yapıyorum. Kimileri bu yönümü anlamak için çaba da harcıyorlar, ama bu kadar açık anlatmamıştım. Politikada ve bir bütün olarak mücadelede, böyle bir diyalektik süreci olan bir kişi olmaktan ne kendimi kurtarabildim, ne de başka bir anlayış benimseyebildim. Yani çok zeki veya dahi olduğum için değil de, bir tarz olarak böyle olmaya özen gösterdim veya buna zorunlu kaldım. Geniş ufku veya mecerası olabilecek olanı tercih ettim. Ama çok da gerçekçiydim.
Yanlış anlamamak gerekiyor; başarma imkanı çok zayıf, ama im- kansız değil ve onu tercih ediyorum. Sıradan bir öğrenciyim. Aslın- da derslerimde çok başarılıyım ve düzen sınırları dahilinde mükemmel olabilirim. Ama bu beni hiç ilgilendirmiyor ve “bir devrim ge- rekmez mi?” diye düşünüyorum. Toplumda hemen her ilişkide sıradanlık ilişkileri söz konusu olduğunda şansımın iyi olduğunu söyleyebilirim. Ama hiçbirisine fazla ilgi göstermedim. Hep macera peşindeydim.
Aslında öyle pek maceracı olacak durumda da değildim. Yani sanılan maceracılar gibi değil. O konuda çok yeteneksizim. Ama gücümün çok üstünde ve kendimi zorlarsam belki bir adım tutturabilirim. Veya herhangi bir yeniliği yakaladığımda ısrar edersem (veya ısrarlıyım, böyle bir alışkanlığım var) onda bir sonuç alabilirim. Böyle yaklaşımlar büyük bir alışkanlık halinde kendini dayatmış gidiyor.
Bayanı hemen bir yurtsever veya bir sosyalist gibi katmak istiyoruz. Ama kolay kolay ölçüye gelmiyor. kendine göre bir dayatması var. Hayli düşündürücü, duygulandırıcı, hem tereddüte sevk eden, hem mücadeleye çeken bir konum. Yansıtmak istediğimiz türden bir gelişme, gelişen duyarlılık, kararlılık.
Sanırım hareketimizin Kürdistan’da yol açtığı etkiden dolayı, bir gün aniden bayanın ailesi apar topar Ankara’ya taşındı. MİT evlerinin olduğu bir semte, sanıyorum Etlik’e taşındılar. Kesin ajan ilan etmiyorum, ama CHP’nin-Ecevit’in himayesinde yaşamak istedikleri kesindir. Öyle bir mekanda üslendiler. Bu bana daha da düşündürücü geldi. Neden hemen apar topar evlerini alıyorlar. Bu aileyi Kürdistan temelinde de yararlı kılabilirdik. Ama gelişleri kuşku uyandırıcı, sanki merkeze, kemalizmin karargahına sığınıyor. Bizim için her bakımdan anlamlı ve üzerine gitmemiz gerekiyor. Hem ailenin bu özelliği, hem kadının bu özelliği, kördüğüm olmuş bir sorun ve gittikçe rahatsız ediyor, çözümü dayatıyor. Aile, bir feodal ilke, kemalist ilke, işbirlikçi ilke ve kadın, cins olarak kendi çözümünü dayatan bir öneme sahip. Bir de önderliğe oynuyor. Yanı sıra bizim çıkış yapmak isteyen önderliğimiz var, onun çevresinde bir konum veya engel arz ediyor. Şöyle veya böyle birçok soru işaretiyle her gün, takip dolu geçiyor.
Benim için en zor bir yönelimdi, çok çekinmeme rağmen aniden kapıyı tıkırdattım ve bu ailenin içine girdim.
Kendini mekan olarak çok iyi örgütlemiş, Kürdistan ölçülerine göre hayli lüks, sosyete diyebileceğimiz bir düzenlenişe sahip. O zamana kadar pek gözlemleyemediğim küçük-burjuva aile yapılanması söz konusu, görüyorum. Ama böyle rafine olmuş bir düzen yok. Sanırım TC’nin 40 yıldan daha fazla süren egemenlik sürecinde en üst düzeyi biraz görmüş, onu bile Kürdistan’a uyarlamış işbirlikçi bir aile. Yaşamı, işbirlikçiliğin özellikleriyle karıştırarak kendilerine göre tam bir stil oluşturmuşlar. Çok gelişmiş bir yaşam, çok ayarlanmış davranışlar, incelik, oldukça oturmuş, rahat bir yaşamları var. Benimki ise tam tersi, tam kırk yıl dağda kalmış birinin, kırk yıllık oluşum sürecini geride bırakmış bir aile içine gidişine benziyor.
Neye benzer benim şimdi bu kapıdan içeri girmem? Aslında görünüşte sevgili arkadaşımı arıyorum. Birçok belirti de öyle ve aile zaten öyle karşılıyor. Ürkek, soru soruyorum: “Kızınız nerede, be- nim arkadaşımdır.” Ama son derece ilginç bir giriş tarzı. Çok çeliş- kili de olsa, bir arkadaş. Ne de olsa sosyalizm ve Kürtlük üzerinde duruyor. Birdenbire ister ulusal, ister sınıfsal tavrımı koyacak durumda değilim. Yani tarz, biraz baskın tarzı oluyor. Aile kuşkuludur.
Grup içinde de tartışmalar yoğundu. Yaklaşmayalımdan ziyade, ilgileneceğiz ve bastıracağız. Benim o kapıdan içeri girmem, işte o rüşveti almama benziyor. Görünüşte böyle bir şeyi hiç yapmamam gerekir. Duygu yüklü gidiyorum. Ne de olsa grubumuzun elemanı. Aile en işbirlikçi rol oynamış ailelerden biri Kürdistan’da. Onu gruptan biliyorum ve bu da eşittir bir yerde TC ile uzlaşmaya git- me. Kemalist CHP gibi. Kendisi solcu olduğunu ne kadar söylerse söylesin, objektif olarak düşünüldüğünde Kürt ulusal kurtuluşunda- ki yeri bellidir, sınıfsal yeri bellidir. Ve biz en radikal sosyalist hare- ketiz, grubuz. O zamanki giriş, bir hesaplaşma oluyor. O çok önemli bir giriştir. Yine benim yüreğim ağzıma geliyor. Aslında basittir, “merhaba, nasılsın?” Selamını alacak, o kadar. Oysa bana göre çok farklı bir durum. Sanırım kapıdan girerken, çok bilinçli olmasa da, başıma sardığım bela kadar, attığım adımın büyüklüğü söz konusu.
Ankara’yı çözmeye çalışıyorum.
Ankara veya kemalizmin etrafında örgütlenen Kürt işbirlikçiliği- ni çözmeye çalışıyorum. Bir de kadın var içinde, kadını çözmeye çalışıyorum. Üç büyük çelişki! Kemalizm ön cephede yer almış, işbirlikçilik en tehlikeli olmuş ve kadın yine en tehlikeli bir durumda. Üç büyük çelişkiyi en üst boyutta temsil eden bir ilişki. Ankara’nın merkezinde, MİT’in egemen olduğu bir sahada. Kaleyi içten fethetmekten daha tehlikeli, cüret kadar çok büyük duyarlılık isteyen bir fetih tarzı.
Nasıl yaptım?
O anda şu aklıma geliyor: Ayrı bir davranış, çok kritik bir davranış, çok hayati rol oynayacak bir davranış söz konusudur. Altından çıkılması belki de imkansız gibi görünüyor, ama Kürt çözümü için de bana göre başka çare yok. Nasıl ki, babaya karşı ilk isyan çok önemli ve kişiliğime damgasını vurmuş ise bu ilişki bundan kırk kat daha önemli ve sonraki tarihe damgasını vuracak. Yalnız benim için değil, bütün Kürdistan için somut. Devlet dairesi, devlet ilişkisi, çok iyi örgütlenmiş, somut olarak en sıkı korunan bir kale… Üstünlüğü; sosyal, siyasal, maddi ve duygusal anlamda tam. Benimse örgütlülük düzeyim her bakımdan ilk isyandakinden daha zayıf. Öyle bir durak ki, yaratıcılığımızı gösteriyor. Teşvik ediyor. Kader ağlarını ördü de bizi içine mi düşürdü? Veya bir baskın hareketi miydi? Veya çok mahirane siyasal bir taktik miydi? Yoksa çok duygulandırıcı, çoklarının yaşadığı gibi zayıf bir kişiliğin hareketi miydi? Bel- ki de hepsi. Zaten o günlerde oldukça yorgunum ve günler o kadar zor geçiyor ki…
Bendeki bir özelliktir, sosyal ilişki dönemlerim böyle olmuştur. Neredeyse dönüp dolaşıp “ya bu ilişkiyi halledersin, ya da yaşayamazsın” noktasına geliyorum. Siyasal olarak, sosyalizm, kemalizm açısından ve duygusal bütün yönleriyle, “ya aşarsın, ya da mahvolur gidersin!” Bu gerçeklerle, her gün cehennem azabı gibi geçiyor.
Bu noktada bir diğer anım var. Bu grup içinden kaçmaya çalıştım. Bu tam kaçma değildi, geri çekilme de diyebiliriz. On beş gün kadar bu gruptan istifa ettim. Bu kişilik yüzünden “çekileceğim” diyorum. Gücüm yetmiyordu, çok etkileyici bir kişilikti ve kaçtım. Arkadaşlarımın çoğu bunu fark etmedi bile. Belki hatırlamıyorlardır da. “İstifa ediyorum” dedim. Sanırım bu birkaç hafta sürdü, tekrar yöneldim. Baktım bu yapamaya- cağım bir iş, böylesine bir yenilgiyi kabul etmek ne kadar zor da olsa geri çekildim.
Sanıyorum kadının şöyle bir silahı söz konusuydu ve büyük ihtimalle de bilinçliydi. Ben grubu sürüklüyorum. Grubun daha da riskli olan elemanları var ve bunlar benim çevremde şekilleniyor. Bayan, bunu bozmak istiyor. Bozarken de ilkelere göre çok ters, tehlikeli bulduğum, düşünmek dahi istemediğim yöntemi, kadınlığını kullanıyor. Böylece grubu parçalamak istiyor. Bu çok açıkça görünüyor.
Şimdi buna karşı ben nasıl bir tedbir alacağım? Grubu bırakıp gitmek olmaz. Bunun eline bırakmak hiç olmaz. “Yapma” desem, olmuyor ki… İnanmıyor, ezici geliyor. Ben de bunu daha ustaca karşılayacak durumda değilim. Bizim Kürt delikanlılarındaki (özellikle bugün zindan kişiliğindeki) zayıflığı kadın yönüyle etkileyip bağlamak ve grubumuzu bu özelliğiyle adeta işlemez duruma getirmek istiyor. Açıkça da söylemiyor bunu.
Bu durumda ben, çok pratik ve son derece kendime göre bir çözüm olarak düşündüğüm önerimi yaptım. Bu kadın çok etkiliyor. Bir kişiyi değil, hemen hepimizi etkilemeye çalışıyor. Bir de, yoldaşça değil, bazı tehlikeler seziyorum. Bunun kadınlığını kullanması pek özgürce ve yoldaşça değil. Tehlike giderek kendini belli ediyor. Bayan, değişik bir düzeyde değerlendiriyor ve bağlamak istiyor. İşte bu duygular içindeyken, ani bir önerim gelişti. Bizim toplum ölçülerine göre her ne kadar yanlış da olsa (şimdi öyle bir şeyi kimseye söyleyemem ama), bana göre çok önemli bir aşamada söylenmesi gereken bir sözdü: “Sen bir kişiyle sözlen” dedim. “Bu kişi herhangi birimiz olabilir.” Bu sözü, ilk ve son olarak ona söyledim. Hiç beklemiyordu ve hemen büyük bir tepkisi söz konusu oldu. Öyle yetişmiş ve hazırlanmış bir silah olarak kendi kişiliğini bu tarzda fiilen kullanmak istemesinin önüne geçmek istiyorum. “Etkileyicisin, güçlüsün. Bu gençlik grupları içinde istediğin biçimde ilişkiyle, istediğin gibi götürebilirsin. Ama ben de sana bir tedbir öneriyorum. Görünüşteki durumun yanlış anlaşılmaması için, herhangi birimizle sözleş.”
Bir şeylerin önünü almak istediğimi fark etti ve büyük bir tepkiye yöneldi.
Kadın, öyle hazırlanmış, son derece eğitilmiş ve çekici, hangi grubun içine girse darmadağın eder durur. Büyük ihtimalle subjektif olarak da, objektif olarak da böyle. Kanıtlayamadık, ama bu nokta kesin göz ardı edilemez. Bu sosyal, siyasal, duygusal bir tedbir Hatta en değerli bir elemanını kaybetti. Sanıyorum Tekoşinciler bile bu ilişkiyi böyle kullanmak istediler. Veya Tekoşin biraz da bu önerinin sonucu olarak gelişti. Bayanın ilişkilendirildiği kişi, daha sonra etrafında veya içinde bir Tekoşin olayına yol açtı. Bu ilişki, bir ajan örgütlenmeye zemin sunuyordu. Bir yerde grubu kurtarmak için buna bile razıydık. Bu konular çok ince bir mantık ve duyarlık ister. 1976-1977’ye kadar böyle götürdük. Fakat kadın, böyle bir ilişkiyle sınırlandırıla- bilecek biri değildi. Benim de bu geçici tedbiri böyle sonuna kadar götürmem mümkün değildi.
Çok ilginç; bu yıl, aynı zamanda son derece fırtınalı, devletin üzerimize geldiği, grubun kaderinin tayin edildiği bir yıl oldu. 1976 tam gruplaşmanın Kürdistan’da yol aldığı, fakat devletin de adamakıllı yol aldığı (ki Pilot devreye giriyor) ve belki de genelde Kürdistan ulusal kurtuluş tarihinde, özelde PKK tarihinde en kritik bir yıl oldu. İşler giderek karmaşıklaşıyor. Bana göre bayanın ailesine dayanırsak, bu eşittir CHP ve Ecevit’tir. Bu adama rapor gidecek: “Filan grubun önderi, filan aile ile ilişkili, ilişki geliştirin!” diyecek. Sezgi- sel olarak, giderek ne kadar kuşkulu da olsa veya benim tecritimi de getirse, ben daha da yöneleceğim. Almış olduğum tedbir yetmiyor. Benim kız sözlenmiş, ama bu ne onun tarafından, ne benim tarafım- dan zaten tam kabul edilmiyor.
Savaş başladı. Grubun kaderi söz konusu. Şimdi artık bunları in- kar ederek grubu götürmek mümkün değil. Siyasi açıdan mümkün değil, sosyal açıdan, kadro açısından mutlaka çözmemiz gerekiyor. Bir adım daha attım. 1976’nın sonu ve 1977’nin başında çıkmam gerekiyordu. Benim Ankara’dan çıkış yapmamın ve o grubu sağlam çıkarmanın neredeyse başka yolu yoktu.
Devrimin Dili ve Eylemi Kitabı (Önder APO)
Devam edecek…