HABER MERKEZİ-
HALİL DAĞ;
‘Biliyor musun, dağlara gelmeden önce bu kadar çok gülmüyordum, gülemiyordum. Ancak arkadaşlarımın arasında, bu ormanda mutlu olabiliyorum, gönül rahatlığıyla gülebiliyorum.
Biliyor musun, ben gülmeyi dağlarda öğrendim….’
O kalabalık ormanın içinde ilk önce ikisi gözüme çarpıyor. Aslında onları önce görmüyor, duyuyorum. Yeşilin gerçek yeşil, mavinin gerçek mavi olduğu şu günlerde ormanların kuytuları gerillalar için birebir konaklama yerleri. Ormanlar içinde su bulmak biraz sorun olsa da, koca koca meşe ağaçları bu gencecik Kürt çocuklarına yetecek kadar su bırakmayı ihmal etmiyorlar. Mutlaka bir kuytulukta, kimsenin uğramadığı bir köşede ufak bir pınarı bu çiçeği burnunda gerillalara ayırıyorlar…
Onları bulmak için koca bir ormanı dolaşıyorum. Ormanın içinden bir yerlerden sesleri geliyor, ama bir türlü nerede olduklarını kestiremiyorum. Ağaçların yankı yapmadığını da iyi biliyorum. Ama kulağıma ulaşan bu seslerin, seslerden öteye bu gülüşlerin hangi yönden geldiğini bir türlü anlayamıyorum. Sanırım öğle sıcağında yola koyulmak bir hataydı. Ama bu kahkahalar yüzünden bir türlü vazgeçip geri de dönemiyorum. Havadaki oksijen oranı öylesine yüksek ki, zaman zaman başım dönüyor. Işık öylesine gözlerimi yakıyor, bir türlü yeşilin tonlarını ayırt edemiyorum. Biliyorum, suya yakın yerlerdeki ağaçların yeşilleri daha koyu oluyor. Ama ben şuan ne açık yeşili, ne de koyu yeşili hissedebiliyorum. Bu saatte yola çıkılmazdı ama ne yapalım…
Sincap ve kuş sesleri arasında zar zor seçebildiğim kahkahalar en doğru yol göstericim. Sık ağaçlar arasında gülüşlerin geldiği yöne doğru yürümeye çalışıyorum. Bugün sanki bütün orman bana gülüyormuş gibi geliyor. Az sonra bu ormanı kahkahalarıyla çınlatan, bu doğaya en doğal halleri ile katılan gençlerle karşılaşacağımı bildiğim halde, neye güldüklerini düşünmeden edemiyorum. Nedir bu çocukları böylesine güldüren, böylesine mutlu eden şey… Kendi durumumun hiç iyi olmadığını farkındayım. Kıyasıya sıcak, dayanılmaz susuzluk, birde her tarafımda dönüp dolaşan sivrisinekler katlanılır gibi değil. Ama ormanın içinden gelen bu içten kahkahalar aklımı çeliyor, mutlu olmama yetiyor. Durup durup kendi halime gülüyorum. Nereye saklanmış bu sevinçli çocuklar…
Fotoğrafı düşünmenin zamanı değil ama bu gülüşlerin sahiplerini, bu mutlu çocukları bir şekilde film üzerine kaydetmeden duramayacağım. Kısa bir ara verip kameramı hazırlıyor ve tekrar devam ediyorum. Bir zaman sonra ağaçlar arasında gülüşlerin sahiplerini görüyorum. Onlar henüz benim farkımda değiller. Susuzluğumdan haberleri bile yok. Ama ben ikisini de tanıyorum… Birinin ismi Serhat, diğerinin Kawa… Birisi yirmi üç yaşında, diğeri yirmi dört… Biri Adıyaman’ın, diğeri Qamışlo’nun köylerinde dünyaya gözlerini açmış. Biri İstanbul’un sokaklarını terk edip gelmiş, diğeri Halep’in arka mahallelerini… Biri Türkçe konuşmuş hayatı boyunca, diğeri Arapça…
Şimdi her ikisi bu dağ başında, bu ormanın içinde, bu kıyasıya savaşın orta yerinde Kürtçe gülüyorlar…
Her fotoğrafın bir öyküsü olduğuna inanırdım. Bazı öykülerin de fotoğrafları yarattığını bu dağlarda
öğrendim. Bir kez daha bir anı yakalamanın bir bardak sudan önce geldiğini fark ediyorum. Bu gülen
çocukların kahkahaları susuzluğumu bir an olsun unutturuyor. Yemyeşil ormanı çınlatmaya devam
ediyorlar. Çevrelerine binlerce asker yığılmış, Ortadoğu’nun en eski devletleri onlar üzerine anlaşmalar
yapıyor, eş güdümlü operasyonlara çıkıyorlar, kimin umurunda…
Onlar doya doya, kana kana gülüyorlar
Gözlerimi yakan terimi siler silmez deklanşöre basıyorum. Sanırım yıllar boyu dağlarda kalmamın en büyük
nedeni de yakaladığım bu kadrajlar. Usulca yanlarına yaklaşıyorum. Beni fark eder etmez susuyorlar.
Susmayın, doya doya, kana kana gülün, demek istiyorum, olmuyor. Bir kez girdim ortamlarına. Biliyorum,
dudaklarının arasına kıstırdıkları gülüşleri yerli yerinde, her an uçmaya hazır bir kuş gibi duruyor. Bir
dokunsam tekrardan hep beraber gülmeye başlayacaklar.
Durumum pek iç açıcı olmasa gerek, Kawa koşa koşa su getirmeye gidiyor. Serhat’ın yanına oturuyorum.
Söyleyecek bir tek sözüm yok. Gözleri pırıl pırıl parlıyor. Gözleri hala gülüyor. Neye güldüklerini merak
etmiyor değilim. Ama sormayacağım. Nasıl güldüklerini gördüm ya, o bana yetiyor. Kawa elinde koca bir bidonla geliyor. Ben kana kana su içerken, Serhat sanki bütün düşüncelerimi okumuş gibi konuşuyor.
‘Biliyor musun, dağlara gelmeden önce bu kadar çok gülmüyordum, gülemiyordum.
Ancak arkadaşlarımın arasında, bu ormanda mutlu olabiliyorum, gönül rahatlığıyla gülebiliyorum.
Biliyor musun, ben gülmeyi dağlarda öğrendim…’
Serhat’ın, bu küçük bilgenin son sözü beynime zıpkın gibi saplanıyor, beni bu yazının başına mıhlıyor.
Bütün bir gece düşünmeye iten, ormandaki uykusuzluğumun nedeni oluyor.
* Halil Dağ’ın ‘Beni Bağışlayın’ Kitabından alınmıştır.