HABER MERKEZİ
8 ekim 1998’de başlayan ve Kürt halk önderliği şahsında Kürt halkının özgür geleceğini hedef alan uluslar arası komployu tam anlamadan bugün Suriye merkezli devam eden savaşı, bu savaşta oluşan ilişki ve ittifakları da anlayamayız.
Kürt halkını önderliği şahsında hedef alan bu komplonun stratejik amacı Kürt Türk savaşı çıkarmaktır. İkincisi, Kürt halkının özgür geleceğini kurmaya çalışan PKK çizgisini tasfiye etmek, Türkiye’yi de bir akçeye muhtaç ettikten sonra her iki gücü de teslim almaktır. Kürtler Barzani ailesinin insafına terk edilip, Süleymaniye Hewler ve Duhok ile sınırlı bir bölgeye hapsedilecekti. Türk devleti ise siyasi, ekonomik, diplomatik kuşatamaya alınarak komplocuların Ortadoğu’daki jandarması haline getirilecektir. Bunu gören Kürt halk önderliği ve Türk devleti içindeki kimi çevreler bu oyunu bozmak istedi. Komplocularda buna karşı PKK içinde tasfiyeci bir gurup örgütledi. Türkiye’ye ise Erdoğan ve AKP projesiyle müdahale ettiler.
PKK, içindeki tasfiyecileri tasfiye ederek kendisini Kürt-Türk savaşının dışında tutmaya çalıştı. Ancak Türk devletinde komplonun amacını gören ekip, Erdoğan ve AKP projesi karşısında aynı dirayeti gösteremedi, mücadele edemedi ve Türk devleti Erdoğan ve AKP eline geçti. Ya da içerde birileri devleti bunlara verdi. Dolayısıyla komplonun kurduğu tuzağın sürdürücü gücü olan bu yapı, faşist bir rejim kurarak Kürtlerle savaş ve çatışmayı hayatın rutini haline getirdi. Aş ve iş isteyenlere ‘siz bir merminin kaç para olduğunu biliyor musunuz’ diyecek kadar da meşrulaştırdı.
Erdoğan ve AKP faşizmi Kürtlere karşı savaşarak devleti ele geçirdi. Devlet ve iktidarı elinde tutması, süreklilik sağlaması da içerde demokratik dinamikleri tümden tasfiye etmesi, Kürtlerden en işlevsel olan hain ve işbirlikçileri yanına alması gerekirdi. MHP ile birleşmesi, KDP’yi kendi kullanımına sokması bu konseptin sonucunda gelişti.
Erdoğan Bahçeli iktidarı sürdükçe, Kürtleri ilk hedefine koymuş 15 şubat komplosu sürüyor demektir. Bu iki faşist iktidarda oldukça TC’nin Kürtlerle savaşı sürecektir. Bu savaşı sürdürmesi, Türkiye’de kara-faşizm, Kürtler içinde ise Barzani ailesinin denetimindeki KDP’ye bağlıdır. KDP’nin varlığı Türk devletinin Kürt soykırım savaşına meşruiyet ve daha geniş hareket alanı vermektedir. Türk devletinin medya savunma alanlarına ve kuzey doğu Suriye’ye dönük saldırısı bu minvaldeki gelişmelerin bir sonucudur.
Türk devletinin kuzey doğu Suriye ve Medya savunma alanlarındaki saldırıları, Türk devletinin AKP ile içine girdiği kapitalist emperyalist sistemin bölge jandarması rolü gereğince olmaktadır. Ve nasıl ki Suriye’de işgal ettiği bölgelerle Suriye’yi bölüyorsa aynı şeyi Irak ve İran içinde gündeme gelecektir. Elde ettiği alanları bir kazanım olarak değerlendirip İran ve Irak devletlerine karşı bir koz olarak kullanacak, Ege ve Ak denizdeki çıkarları için de Yunanistan’a karşı batılı güçlere pazarlayacaktır.
Bu saldırıların Kürtler için tehlikesi çok daha büyüktür. Türk devleti Barzani ailesiyle içeriğini kimsenin bilmediği eli yılık bir anlaşma yapmıştır. KDP ile Türkiye arasındaki yakınlaşma, birlikte PKK gerillalarına ve Rojava Kürtlerine dönük saldırıları bu anlaşmanın Kürt halkının özgürlük mücadelesini tasfiye edip Barzanileri bir aile, hanedan ya da şirket olarak tutmayı içerdiğini belirtmek mümkündür. Yeter ki Başur petrolleri Türkiye’ye aksın. Görüldüğü gibi Barzanilerin istedikleri şey petrol satmak ve elde ettikleri dolarlarının Türk bankalarında sağlamda olmasıdır.
Barzanilerin Türklerin yanında güvende olması için sadece PKK değil, YNK ve Goran gibi ulusal çizgiye yakın siyasi yapılar ve Komala İslami gibi dindar yapıların da bir biçimde tasfiye olmasını gerektirmektedir. Yine kuzey doğu Suriye devriminin de tasfiye edilmeyecekse de çizgisine çekmek temel amacıdır. Türkiye’de yatıp kalkan ENKS denilen yapının el altında tutulması bunu çok açık göstermektedir.
Başur’daki gelişmelere bakınca Barzanilerin KDP adıyla diğer Kürt siyasi çevrelerine çok değişik biçimlerde saldırı içinde olduğu görülecektir. TC’nin on yıllardır Kürtler karşı uyguladığı taktikleri o da Başurdaki diğer güçlere karşı uygulamaktadır. Goran hareketini bakanlık ve para vererek eritti. İlk çıktığı dönemde Başur halkına büyük umutlar veren bu aydın ve ulusal söylemlere sahip siyasi hareket, artık Başur’da yok gibidir. YNK’nin durumu da giderek Goran’a benzemeye başlamıştır. Aslında Başur’da gelişme imkanı en fazla olan güç YNK’dir. Goran, Newey Nu, Behram Salih’in Demokratik Cephesi, daha önce İslami harekete geçenlerin önemli bir kesimi YNK’den kopanlar olması tesadüf değildir. YNK kendi içinde bir özeleştiri yapar demokratik açılımda bulunursa ve adında da geçen yurtsever çizgi ile siyaset yaparsa Başur’un en az yüzde altmışını temsil edecek bir potansiyele sahiptir. Fakat içindeki bazı acemilerin, para ve mevki severlerin KDP’ye yanaşıp PKK’ye düşmanlık edercesine Türk işbirlikçiliğine yatmaları son seçimlerde tahmin edilmeyecek kadar zayıflamasına yol açtı. Oysaki YNK’liler Mam Celal’in hayatının son dönemlerinde neden ‘Bundan böyle Öcalan’ın özgürlüğü için çalışacağım’ dediğini anlarsa güçlenecektir. Yaşanan durum Türk devletinin KDP eliyle YNKyi bitirme saldırısı içinde olduğunu yeterince göstermektedir. Çünkü bitmiş ya da güçten düşmüş bir YNK, KDP’nin istediği gibi at koşturmasını, Başur’u Türklere satmasını beraberinde getirecektir. Yaşananlar Türkiye’nin Suriye’den intikam almasına da benzemektedir. KDP de YNK’den tarihi intikam alma peşindedir. Bu da çok açık ki uluslar arası komplonun temel hedefi olan ‘21. Yyda Kürtler olmasın, olacaksa da Barzani ailesinin marabaları olsun’ sömürgeci saldırının günceldeki biçimi olmaktadır. Ve arkasında kesinlikle Erdoğan-Bahçeli Türkiye’si vardır.
8 ekim komplosu başladığında başta İran olmak üzere Irak ve Suriye ve diğer bölge devletleri bu saldırının sadece Kürtlere dönük olduğunu, Kürt-Türk savaşını amaçladığı için de kendilerinin Kürtlerden kurtulacağını düşündüler. Bir bilgiyi paylaşarak bunu daha net anlatalım; Kürt halk önderi Rusya’da iken bir PKK yöneticisi İran ile görüşüyor. Kendilerine destek olmasını, önderliklerini Kürdistan’a geçmesine yardımda bulunmasını istiyor. İran ‘durum çok tehlikeli bizden uzak durun’ manasında cevap veriyor. PKK yönetici komployu anlatmaya, yaşanan saldırının sadece Kürtlere dönük olmadığını anlatıyorsa da İranlı yetkililer ya anlamıyor ya da anlamak istemiyor.
1998’de Ortadoğu’ya geri dönüşü olmayan saldırı başlatılmıştır. O gün devletler bunu göremedi. Ya da görmek istemedi. Nasıl olsa yoksul, sahipsiz Kürtler saldırı çarkının içine alınmıştı. Canı acıyan ve kanayan Kürtlerdi. Egemen devletler bunu içten memnuniyetle izlediler. Yıl 2019, Fas’tan Tunus’a, Libya’dan Mısıra, Suriye’den Irak’a, İran’dan Türkiye’ye ve Afganistan’a kadar ortaya çıkan manzara gözler önündedir. 1998’de Kürt halk önderliği dinlenseydi, görüşleri dikkate alınsaydı, sonuç böyle olmazdı.
Bugün de benzer ancak biraz daha dar bir alanı hedefleyen bir saldırı söz konusudur. Erdoğan ve AKP 1998 senesinin 8 ekiminde startı verilmiş saldırının ortaya çıkardığı bir yapıdır. Komplo tüm Ortadoğu’yu hedeflemişti. Kürtleri direkt hedefine almasının nedeni dört devlette savaş ve çatışma yaratma güç ve potansiyele sahip olmasıdır. Kürt halk önderliği sayın Abdullah Öcalan Kürtleri bu dayatmanın dışına çıkarınca, ABD ve stratejik müttefikleri Erdoğan ve AKP adıyla bir saldırgan yapı yaratıp ortaya sürdüler. Dolayısıyla nasıl ki 8 ekim 1998de başlatılan saldırı sadece Öcalan ve Kürtleri hedeflememiş, tüm Ortadoğu’yu emperyalistlerin çıkarlarına göre dizayn etmeyi esas almış ve bölge halklarını ve devletlerini hedeflemiştiyse, Erdoğan-Bahçeli devletinin kuzey-doğu Suriye ve medya savunma alanlarını hedefleyen saldırısı da sadece PKK’yi hedeflemiyor. Bu görülmezse başta Kürtler olmak üzere Araplar, Farslar ve diğer halklar çok büyük zararlar görecektir.
Bu saldırıyı boşa çıkarmanın yolu da Kürtler üzerindeki baskı, yasaklama, teröristlikle yaftalama, kanun dışı görme siyasetinden vazgeçmektir. Kürtler de rahat silahlanmalıdır. Yine uluslar arası anlaşmalar ve hukuk içinde halk olarak varlıkları tanınmalıdır. ABD ikili oynamaktan vazgeçmelidir. TC’yi Kürtlerle terbiye etme söylem ve eylemini terk etmelidir. Her kes en büyük silahın demokrasi olduğunu, savaş ve şiddetle değil siyasi müzakere yoluyla sorunları çözecek bir çizgiye gelmelidir. Bunun da yolu Kürt halkının varlığının tanınmasından geçmektedir. Sonuç olarak Kürt varlığı tanınmadıkça bölgede kimseye rahat yoktur.
Mehmet GÖREN/Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi