HABER MERKEZİ – BAŞKAN, GERÇEĞİN ve İNSANIN DİLİNİ ÇÖZDÜ
1970-‘71’de Erzurum lisesinden mezun olduğum sene 12 Mart darbesi oldu. Lise öğrencisi olduğumuz için darbeden sınırlı etkilendik. Ancak üniversite sınav sonuçları belli olup da Ankara’ya gittiğimizde darbenin sonuçlarını çok daha yakından hissettik.
Babamın teşvikiyle sürekli bir okuma istemim vardı. Sınavda tercih ettiğim bölümlerden de anlaşılıyordu. O zaman rağbet edilen meslekler vardı. Elektrik, inşaat mühendisliği, Tıp, Siyasal bilgiler ve benzeri meslekler rağbet görüyordu. Tercihim tıp fakültesiydi. Fakat tercihlerim arasında siyasal bilgilerde vardı. Hukuk fakültesini tercih etmiştim, fakat tercih olarak İstanbul Hukuk Fakültesini seçmiştim. O zaman sosyal puan, fen puanı ve toplam puanın yanı sıra bir de yabancı dil puanı vardı. En yüksek puanı yabancı dilden almıştım. Toplam puanımda iyiydi. Siyasal Bilgiler Fakültesi o zaman toplam puanla alıyordu.
İstanbul Hukuk Fakültesi ve benzerleri de toplam puanla öğrenci alıyordu. İlkin kaydımı İstanbul Hukuk Fakültesi’ne yaptırdım. Başkan da ilk sene kaydını İstanbul Hukuk Fakültesi’ne yapmıştı. Daha oradan Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geldi. Siyasal Bilgilerin başta puanı yüksekti. Kayıtlar başlayınca puanlar düşmeye başladı. ‘71’de ikinci kayıt başladığında kaydımı İstanbul Hukuk Fakültesi’nden Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesine aldım. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Türkiye’nin en seçkin okullarından biriydi. Bu okulun önemi sadece Türkiye’de bürokrasiye eleman yetiştirmekle ele alınamaz; bu bir yönüdür.
Diğer bir yönü ve bence en önemli yönü, devrimci gençlik hareketinin üstlenme noktalarından biri olmasıydı. O dönemdeki Türkiye devrimci hareketinde önemli rol oynayan liderlerin bir kesimi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisiydi. Örneğin biz okula kaydımızı yaptırdığımız dönemde Mahir Çayan’ın kaydı hala silinmemiş, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi olarak adı geçiyordu. Okulun kapısına okulun kütüphanesinden aldıkları kitapları iade etmeleri gereken öğrenci isimlerinin yazılı olduğu bir uyarı listesi asılmıştı.
Tabii ben ilk etapta Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne sol düşüncelerle daha yakından tanışmak amacıyla girmedim. Bu okula girişimde başka etkenler önemli rol oynadı. Ailenin teşviki de etkiledi. Örneğin ninem ben daha çocukken bana, “Benim oğlum okuyup vali olacak”, diyordu. Sanırım onun etkisi de vardı. Bu bilinçaltında beni yönlendiren temel etkenlerdendi.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gelir gelmez okuldaki potansiyelden etkilendim; zaten gelenin etkilenmemesi mümkün de değildi. Devrimci düşüncelerle o ortamda çok net bir biçimde tanıştım. Bir süre sonra devrimci hareketin içerisine daha aktif katılmaya karar verdim. Katılım noktasındaki kararım kesindi.
Okumak artık benim için ikinci plana düşünüyordu. Daha ilk girişimde böyle bir karara varmamla okuma istemim zayıfladı. Okulda atmosferde öyleydi. Yoğun bir baskı vardı. Öğrenciler arasında küçümsenmeyecek bir tartışma düzeyi vardı.
Devrimci hareketin liderleri o dönemde tutuklanmışlardı. Yine her gün tutuklamalar oluyor, baskınlar yapılıyordu. Bir bakıyorsunuz yanınızda tanıdığınız öğrenciler tutuklanıyordu. Hem cezaevine alınanlar, hem gözaltına alınıp serbest bırakılanlar ortamı oldukça politize ediyorlardı.
Bu süreçte Başkan’ı fazla tanımıyordum. Yalnızca ismini biliyordum. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kayıt yaptıran, en yüksek puanı alan ilk yirmi öğrencinin ismi yayınlanırdı. Yüksek puanı tutturan ilk yirmi öğrenciye Maliye Bakanlığı burs veriyordu. Başkan’ın ismi de puanı yüksek olan ilk yirmi öğrenci arasında yer alıyordu. Başkan’ın adını ilk kez okulda asılan o liste içerisinde buldum. Tabii listedekilerin kim olduğunu soruyorduk. Başkan’ın Urfalı bir öğrenci olduğunu biliyordum. Başkan’ın durumu ve özellikleri nedir hususlarında başlangıçta çok fazla bir bilgim yoktu. Süreç oldukça hareketliydi. O koşullarda hareketlilik eylemliliğe de yansıyordu.
Okulda Mehmet Yılmaz adında Kırşehirli bir arkadaşım vardı, kendisiyle ilişkilerim iyiydi. Yaş olarak bizden büyüktü. Ağabeylerimiz dediğimiz solcu öğrencilerdendi. Hemen hemen her gün görüşmemize rağmen ertesi gün uçak kaçıranların arasında onun da yer aldığını öğrendik. İsmet İnönü’nün oğlu Ömer İnönü’nün de içinde bulunduğu bir uçak Bulgaristan’a kaçırılmıştı. Bu tür eylemler, cezaevindeki devrimci hareketin liderlerinin serbest bırakılması içindi. Yani bir tür takas yaptırmaktı. Fakat o eylem sonuç vermedi. Onlar Bulgaristan’a iltica ettiler.
Yine Diyarbakırlı filinta gibi bir genç vardı, Liceli; Kürt’tü. Onun yanındaki Sefa Asım Yıldız vardı onunla da tanışıyordum. Ağabeylerimizden bir şeyler öğrenmek bizlerde yoğun bir istekti. Bize belki bir-iki şey anlatırlar diye hep ağızlarını ne zaman açacaklar diye bakardık.
Bir gün kahvede otururken arkadaşlar,
– Tavla oynayalım.
– Tamam.
– Yenilen mutlaka bir şey yapsın.
– Ona da evet.
– Yenilen gece onikiden sonra sokağa çıkacak.
– Tamam dedim.
Tabii oyunu ben kaybettim, yenildim.
Ertesi gün bir eylemde Keko dedikleri Ahmet Niyazi şehit düştü, Sefa Asım Yıldız da yakalandı. O zaman Jandarma genel komutanı Kemalettin Eken vardı. Normalde Kemalettin Eken’i yakalayıp esir alıp kaçırarak karşısında Denizleri serbest bıraktırmak istiyorlardı. Tabii Denizlerin üzerinde büyük bir idam tehdidi vardı. Yani ortam canlı, dinamik bir ortamdı. Çok yoğun bir baskı olmasına rağmen devrimci gençlik arasında devrimci dinamiğin kırıldığını söyleyebilmek çok zor. Beklide temel özellik şu; gençlik çok canlı hareketli ama bilinçsiz, ne yapacağını bilmiyor. Çünkü gençlik içerisinde önde gelenler, birazcık bir şeyler bilenler, birazcık yol gösterebileceklerin hemen hepsi cezaevindeydi. Geride kalanlar ise ne yapacaklarını fazla bilmiyorlardı. Eğer birileri olsa, yol gösterebilse istediği eyleme sürükleyebilirlerdi. Mesela bana da eyleme katılmak isteyip istemediğimi söyleselerdi kesinlikle katılırdım. O konuda kendimi gerçekten de her türlü eylem için hazır hissediyordum. Silah tanımıyordum, bilmiyordum ama bunlar bana çok zor gelmiyordu. Yarım saat içerisinde de öğrenilebilir biçiminde bir yaklaşımım vardı. O zamanki hava böyleydi. Sonbahardı, on kişilik Mahir Çayan ve arkadaşları yanlış hatırlamıyorsam Maltepe cezaevinden kaçtılar.
Biz o sırada Ankara’da ulus semtinde geziyorduk. Atatürk heykelinin olduğu çevrede dolaşırken Ankara’da çıkan yerel gazetelerin birinde Mahir Çayan ve arkadaşları cezaevinden kaçtı biçiminde bir başlık atılmıştı. Bunu okuyunca çok sevindik. Onların cezaevinden kaçışıyla birlikte Türkiye devrimci hareketinin yeniden eski düzeyini yakalayacağına inanıyorduk. Gençler olarak biraz da hayallerimizle yaşıyorduk. Gazeteyi satan küçük çocuğa başlığı okuyarak gazeteyi satmasını söyledik. Çocuk başlığı okuyunca gazete anında kapışıldı, herkes gazeteye koştu, aldı. Ve çocuk bütün gazetelerini sattı. Tabii hep beklentimiz buydu. Mahirlerin mutlaka bir şeyler yapacağına inanıyorduk. Özellikle tehdit altında olan Deniz’dir. Deniz tüm üniversiteleri dolaşıyordu. Her fakülte, üniversite Deniz’i tanırdı. Deyim yerindeyse Deniz’i tanımayan genç yoktu. Zaten sembol olmuş. Belki Mahir Çayan’ın da adı duyulmuş ama Deniz kadar duyulduğunu söyleyebilmek zor. Bir efsanedir Deniz. Herkes için bir efsane. Adı da hoştu; Deniz Gezmiş. Bizim köylerde bile denizleri dolaşmış, denizleri fethetmiş adam gibi algılanırdı. Bir ad değil de bir efsanenin tanımı gibi gelirdi Deniz adı. Bizim için de öyleydi. Yani halkın algılama biçimi, Deniz’e yaklaşımı bizim kafamızın içinde de vardı. O açıdan mutlaka Mahir bir şeyler yapacak ve Deniz’i cezaevinden çıkaracak diyorduk. Mahir’e yakışan, Mahir’den beklenen de buydu. Daha sonraki şeylerde de açığa çıktı. Mahir de böyle düşünüyor. O zaman mesela Filistin’e gidiş yolları açık, o konuda çok ciddi engeller yok. Cezaevinden çıkar-çıkmaz uygun kanallar bularak Lübnan’a Filistin güçlerinin sahasına ulaşabilirler. O zaman, çevresinde Mahir’e bunu söyleyenler var. Denizler içerdeyken üzerinde idam tehdidi Demokleis’in kılıcı gibi sallanırken Türkiye’yi terk etmenin ahlaki olamayacağını, Denizler için mutlaka bir şeyler yapmak gerektiğini söylüyor ve net bir biçimde reddediyor. İlginçtir bizim beklentilerimiz çakışıyor.
O dönemde bir de tabanla birleşen bir ruh hali var, ona çok yabancı değil. O zaman kadar da hala Başkan’ı tanımıyordum. ’72 yılı 30 mart akşamıydı. Bizim okulun, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin karşısında hukuk fakültesi ve eğitim fakültesi vardı. Hukuk fakültesi ve eğitim fakültesi bitişikti. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne bağlı Basın-Yayın Yüksek Okulu vardı. Okulların karşısında da kahveler vardı. Öğrenciler genellikle oralara gidiyorlardı. Arkadaşlarla tavla oynadığımız sırada televizyonda sekiz haberleri sunuluyordu. İlk haber olarak Mahir Çayan ve on arkadaşlarının Kızıldere’de kuşatıldığı ve ölü olarak ele geçirildiği söylendi. Tabii biz Mahir bir kere kaçtıktan sonra yakalanmaz diye düşünüyorduk. İlginçtir kaçışından o ana gelinceye kadar hep bir coşku vardı.
Deniz’e mahkemede idam cezası verilmiş olsa da hakkında Yargıtay’a gidilir falan ama dışarıda Mahir var. Mahir’e bir şey olmazsa Deniz’e de bir şey olmaz diyerek coşkulu ruh halimiz devam ediyordu. Bu haberi dinlediğimizde şoke olduk, çok şiddetli bir depremi yaşar gibi olduk; her şeyi bıraktık. İçtiğimiz kahve ve çayların parasını bile ödemeden yıldırım hızıyla çıktık. Başka arkadaşlar da vardı ama bizim çevreden iki üç kişiydik. Hukuk Fakültesi öğrenci yurdunda beş yüz altı yüz öğrenci kalıyordu. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrenci yurdu var, orası kapalıydı. Şehir adeta sol devrimci hareketin kalelerinden biri olmuştu. Biz geldiğimizde bütün öğrenciler dışarıdaydı. Hepsi yurdun bahçesine toplanmıştı. İçlerinde bazıları da ağlıyordu. Öyle ki gruplaşanlar, herkes panikten ziyade büyük bir öfke içindeydi.
O an birileri ortaya çıkıp da gençleri yönlendirebilir. Bir hedefe saldırtabilir. Öylesine potansiyel vardı tabii bizden üst sınıfta olan arkadaşlar da vardı. Ben o zaman birinci sınıf öğrencisiydim. Biliyorlardı tabii, biraz ateşli gençler dediğimiz kesimi tanıyorlardı. Gelip bizi topladılar. Yirmi otuz kişiyi bir araya getirdiler, bir şeyler yapmamız gerekir dediler. Yani o zaman öğrenci gençliğin yapabileceği en üst düzeyde eylem boykottu. Öğrenci gençliğin temel silahı oydu. Ertesi gün boykota gideceğimiz ve hazırlıklı olmamız gerektiği söylendi. Hatta bütün öğrencileri birinci sınıfa toplayacaklarını söylediler. Bizim sınıf büyüktü, amfiydi. Çok kalabalık sayıda öğrenciyi alabilirdi. Biz çıkmayan öğrencileri dışarı çıkaracaktık. Bize verilen görev oydu. Her birimiz ceketimizin altına küçük bir sopa koymuştuk, amfinin etrafını kuşatmıştık otuz kadar öğrenci. Bir arkadaş çıktı kürsüye kısa bir konuşma yaptı. Kızıldere’deki katliamı ve onun nedenlerini kısaca açıkladı. Protesto etmek üzere tüm öğrenci kitlesini süresiz boykota çağırdı, öğrencilerde sıkı yönetim korkusu vardı. Ben zorla çıkartmaya hazırlanıyordum. O an çağrının ardından herkes ayağa kalktı sloganlar ve marşlar ile herkes birden dışarı akmaya başladı bir sel gibi. Kahrolsun emperyalizm, bağımsız Türkiye sloganları atılıyordu. O dönemin devrimci gençliğin sloganları belliydi. O an saçlarım diken diken oldu. Hiç beklemediğim bir durum ama büyük coşkuya da yol açan bir atmosfer. Bütün öğrenciler dışarı çıktılar. O dönem Fahri Korutürk’ün de oğlu bizim okuldaydı. Şu anda da sanırım dışişleri bakanlığındadır. O da boykota katıldı. Yanında sivil bir koruması da vardı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki o boykot, Kızıldere katliamına devrimci gençliğin verdiği en kapsamlı cevaptı.
Hala Başkan’ı tanımıyordum. Esasta boykotu planlayan,bizim yüzünü görmediğimiz arkadaş Başkan Apo’ydu. Nitekim sıkıyönetim komutanlığı hemen devreye girdi. Boykotu düzenleyen öğrencilerden ele başı olarak aranan bir grup öğrenci vardı aralarında Başkan APO da vardı. Abdullah Öcalan adı artık sıkıyönetim komutanlığının listelerinde aranan kişiler arasında geçiyordu. Teslim olmaları isteniyordu. Okullarda da listeler asılıyordu. Boykotun üzerinden bir hafta kadar geçtikten sonra Başkan tutuklandı. Yanında başkaları da vardı. Başkan o zaman tabii Mamak askeri cezaevine götürüldü. Mamak cezaevi o zaman Denizlerin de tutuklu bulunduğu cezaeviydi. Hüseyin İnan, Yusuf Aslan da oradaydı. Yani sembol haline gelmiş bir cezaevi. Başkan da oraya yollandı. Şimdi Mahirler katledilince herkes sıranın Deniz’e geleceğini, Deniz’in idam edileceğini kestiriyordu. Nitekim 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece Deniz Mamak’tan alındı Hüseyin ve Yusuf ile birlikte. Ankara kapalı cezaevine getirildi. idam cezasının infazı orada gerçekleştirildi. Tabii bunlar üzerimizde şok etkisi yaratıyordu ama anında onların nasıl davrandıklarını, infazı nasıl da büyük metanetle karşıladıklarına dair somut bilgiler de geliyordu. Son sözleri elimize hep ulaştı.
O zamanlar yapabileceğimiz çok şey yoktu. Aslında şu öne çıkıyor; her harekette liderlik çok önemli. Yani siz lidersizseniz gücünüz de olsa, dağınık örgütsüz bir grupsunuz aslında. O yüzden yapacağınız fazla şey yok. Geçmişe dönüp baktığımda bu gerçeği görebiliyorum. Tarihi gerçekten hep kitleler yapar denir ama önderliklerden yoksun kitlelerin tarihi yapabildiklerinden söz etmek gerçekten zor. Sonuçta diyelim Denizler esaret koşullarında yaşıyor. Dört duvar arasında ve egemenler onlar için bir gelecek öngörüyorlar, yok edecekler. Şu bile söyleniyordu, üçe üç misilleme olacak deniyordu. 60 darbesi sonrasında Yassıada yargılamalarında Adnan Menderes’in de içinde bulunduğu üç kişi idam edildi. Başbakan’dı, Maliye bakanı ve İçişleri bakanıydı sanırım. Fatin Rüştü Zorlu. Hükümetin önde gelen üç üyesi idam edilmişti. Onlara göre solcular yapmışlardı ve buna karşılık üç solcunun kellesini istiyorlardı. O dönem sembol haline gelen isimler de Deniz, Hüseyin ve Yusuf’tu. Nitekim idam cezası verilen başkaları da vardı, ama cezası onaylananlar bunlar oldu. O dönemde idam cezalarının infazının yapılmaması için Türkiye resmi siyaseti içinde en fazla çaba harcayan kişi İsmet İnönü’ydü. Çok çaba harcadı ama başarılı olamadı. O koşullarda İsmet İnönü CHP genel başkanlığından uzaklaştırıldı ve Ecevit CHP genel başkanı oldu ve Ecevit idam cezasının durdurulması için hiçbir şey yapmadı. Ecevit’in hukuki anlamda yaptığı hiçbir başvuru yoktu. Bu bile çok ilginç geliyor bana. İsmet İnönü bir devlet adamıydı ama sağduyulu davranıyordu. Mesela Kürt isyanlarında da aşırıya gittiklerinde, anılarında söylüyor, bunlardan da çıkardığı sonuçlar var. Yine 60 darbesi sonrasında Mendereslerin idamından çıkardığı sonuçlar var. İdamlar ile bir yere varılamaz. Gerçekten çok çaba harcadı ama CHP genel başkanlığından uzaklaştırıldığından dolayı çok fazla etkisi de kalmadı.
18 Mayısta İbrahim Kaypakkaya katledildi. O zaman devletin politikası buydu. Yani devrimci hareketin önderlerini ortadan kaldırmak. Türkiye’de o zaman sol hareketin üç önemli kanadı vardı. THKP-C, THKO, TİKKO ya da TKPML bir de bunun yanında diğerleri de vardı. O döneme kadar da hep onlara sempati ile bakardık bir de Doğu Perinçek vardı. Onlar da kendilerini Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi olarak tanımlıyorlardı. Fakat Perinçek de tutuklandı. Ancak Perinçek’in polis sorgusundaki tutumu çok iğrençti. Tüm bildiklerini sayfa sayfa veriyordu.
Fakat bizim için Mahir, İbrahim, Deniz ser verip sır vermeyen insanlardı. Onlar düşman karşısında başlarını veren ama yenilmeyen insanlardı. Ölmek yenilmek demek değildir. Bu devrimci hareketi hep güçlü tuttu. O zamanlar öğrenciler, kendi aramızda konuşurken, “Doğu Perinçek devrim yapsa, onun yaptığı devrimin karşıtı oluruz. Onun devriminin karşı devrimcisi oluruz”, diyorduk. Özellikle siyasal bilgiler fakültesi içinde ona karşı büyük öfke vardı. Ondan sonra gençlik hala mücadelesini sürdürüyordu ama başsızdı. 72 yılı sonlarına geldik. Bizim üniversitede o zaman iki dönem sınavlar oluyordu. Bir yaz bir de güz sınavları vardı. Yazın veremediğimiz sınavları güz döneminde vererek sınıf geçiyorduk. O yıl ben de güz dönemi sınavlarına kaldım.
Başkan’la bu sınavlardan sonra tanıştım.Cezaevinden yeni çıkmıştı. Suçlandıkları konu, toplantı yürüyüş ve gösterilere katılarak kanununa aykırı davranmaktı. Kanunlara göre bunun cezası altı ayla ile iki yıl arasında değişiyordu. Başkan bu eylemde çekebileceği cezanın normal süresini tamamlayarak serbest bırakıldı. Mahkeme başkanı Denizlere idam cezası veren Baki Tuğ idi. Bir gün okuldayken öğle arasında Başkan yanıma geldi. Sanırım ekim ayıydı. Yanıma gelerek bana:
– Merhaba dedi. Selamından sonra kendisine geçmiş olsun dileklerimi ilettiğimde Başkan bana:
– Biraz konuşabilir miyiz? deyince bende:
– Tamam, dediğimi duyunca Başkan ardından bana:
– O zaman biraz dolaşalım, dedi.
Dışarı çıktık ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden çıkıp Cebeci’den Kurtuluş’un kıyısından Hacettepe’nin önünden Sıhhiye’ye oradan da Kızılay’a döndük. Uzun bir yürüyüşün ardından yeniden Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geldik. Başkan yaklaşık iki-üç saat benimle konuştu. Dediğim gibi çok meraklıydık. Birileri bize bir şeyler anlatsa da bir şeyler alsak diyorduk. O dönemde devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz ilkesi edindiğimiz ilkelerdi. O zaman sosyalizm konusunda genel belli bir düşünce kafanızda oluşuyor, özgürlükten eşitlikten söz ediyorsunuz ama buna nasıl ulaşılır yine bunun toplumsal çözümlemesi nasıl yapılır… bu konularda bilgiye muhtaçsınız. O açıdan da hep gidip gezerdik. Bize biraz güven veren insanları hemen soru yağmuruna tutuyorduk. Parça parça sosyalizme ilişkin bilgiler alırdık. Bunları birleştirince eklektik bir şey ortaya çıkıyordu. Başkan o konuşmada ilk defa bana sistemli bir dünya görüşü verdi. Devrimci olmanın gerekliliği, insan nedir, insan nasıl insan oluyor diye başlayarak mücadelenin önünü aydınlattı. Bu bana çok ilginç geldi.
İnsanın bir tür olarak doğuşu, toplumların doğuşu diye başladı, kapitalizme kadar getirdi. Nasıl tekelci aşama ile birlikte emperyalist aşamaya sıçradığı ardından nasıl Ekim devriminin geliştiği, dünya savaşları, çağ başlangıcı ardından ulusların özgürlüklerine kavuşmasıyla birlikte sol partilerin öncülüğünde bağımsızlıklarını kazanmalarıyla ulusal kurtuluşçu hareketlerin çağının doğuşunu anlattı. Başkan buraya getirdi bunlar ışığında Kürdistan’a geldi. Kürdistan adını duyuyorduk. Kısmen Mahir’in konuşmalarında Kürt halkı adı geçiyordu. Sadece duymuştuk. Yeterli bir bilinç anlamına gelmiyordu. Başkan Kürdistan’ın nasıl sömürge haline geldiğini anlattı. Cumhuriyet dönemi isyanlarını anlattı. Kürdistan’ın parçalara bölünmesini, isyanların bastırılmasını çok çarpıcı biçimde ortaya koydu. Benim açımdan da şu vardı, isyancı bir aşiretten geliyorum. İsyanda rol oynamış ve büyük bir kıyımı yaşamış bir aşiret. Kendimi tanımaya başladığımdan itibaren insanlar Dersim katliamında yaşananları anlatırlardı. Kişiliği şekilleniyordu bunlar. Anlatılanlar bir kahramanlık öyküsü gibi, ama sonunda hep ölüm vardı. Başkan anlatınca isyanların sonucunu, bunlar böyle bir kıvılcım gibi bir karanlığa ışık tutmak gibi geldi. Başkan karanlık dünyaya ışık tuttu. Artık amacım daha netti. O anı, o tanışmayı, o konuşmayı bir yeniden doğuş gibi algıladım. Ben hep doğum tarihim 1972’dir gibi ele aldım.
O zaman lider kavramı önemliydi. Başkan APO bir öğrenciydi. O zaman çok kilo almış değildi. Belki benden daha zayıftı. Bana göre daha uzun boylu, bir Kürt genci .O zamanki deyimiyle doğulu. Sempatik ciddi. Gücünü daha çok ciddiyetinden ve düşüncelerinin sistematiğinden alan biri benim gözümde, ama sonuçta bir öğrenci. Bizde o zaman tutuklanmak önemliydi. Tutuklandıysanız bir de polis sorgusunda çözülmediyseniz bir devrimcinin kendisini kanıtlamasının en sağlıklı yollarından biri oluyor. Yani Başkan APO’nun tutuklandığında girdiği tavır benim açımdan belirleyici oluyordu. Ama ikimiz de öğrenciyiz, eşitiz de bir anlamda. Görüşlerini o zamana kadar dillendiren kimse yoktu. Kürdistan’ın sömürge olduğunu işleyen hiç kimse yok. Kürdistan gerçekliğini bu denli ortaya koyan bir başka insan yoktu. Hayranlıkla izliyordum. Duygularımı da ona söyledim. Büyük sevinç duyuyorum demiştim. Bunları dinlemek bu konuda bilgi sahibi olmak mutluluk veriyor ve görüşlerine tümüyle katıldığımı söylemiştim. O dönemin liderleri vardı, örgütleri de ama Başkan bir bireydi. Kendi çapımda hep onun bir izleyicisi oldum. Beni ona çeken sistematiğiydi. Devrimci mücadelede yer alan bir kişinin ciddiyeti düşüncelerinin gücüyle anlaşılır. Geçmişe dönüp baktığımda bunu daha iyi görebiliyorum. zaten Başkan son savunmasında bir belirleme yapıyor; anlamın ve hissin yaşattığı kişilik en güçlü kişiliktir diyor. Anlam düşünce gücüdür, his duygu gücüdür. Ben hep Başkanı bir düşünce gücü olarak ele aldım. Başkan Türkçe konusunda da sonra müthiş bir hatip oldu. Bu konuda kendini yeniden yarattı. Ama başlangıçta bir lise döneminde insan ne kadar özümseyebilir. Farklı bir dildir zaten. İlkokula başlarken öğreniyorsun, tek kelime bile bilmeden. Dolayısıyla hep eksik kalır. Başkan o açıdan konuşurken ‘şey’ sözcüğünü çok kullanırdı. Bilmediğiniz kelimelerin yerine ‘şey’ dersiniz. Başkan’da bunlar sonradan aşıldı. Ama şu önemliydi, düşüncelerinde güç, ikna kabiliyeti vardı. İlk başta şunu hissettim. Zaten sezgiler çok önemlidir. İnsanların zihinlerinden önce sezgilerine, hislerine hitap etmeniz çok önemlidir. Başkan, insanların duygularını ayaklandırıyor: ”Sizden iki şey istiyorum. Birincisi ciddiyet, ikincisi anlayış; anlama işine ciddiyetle yaklaşın. Anladığınızı ciddiyetle hayata geçirin”, derdi.
Başkan, “Sizce ben nasıl bu duruma geldim?”, diyordu Bir kişinin geriye dönüp kendi eylemini sorguladığında karşılaştığı hayret O’nun büyüklüğünü gösterir. Başkan da bazen “Nasıl geldim, nasıl yaptım?” diye kendine şaşıyordu. Büyüklük, yaptıkları karşısında kendini sorgulamak, kendini anlamaya çalışmak ve onu anlamaktır. Burada, büyük bir güzellik var. Geçmişi sorgular, geldiğiniz noktayı öyle anlarsınız. Örneğin bazen biz sorduğunda Başkanım şu özelliğinizden dediğimizde Başkan “O’nu geç, öyle değil. Başarımın sırrı ben herkes gibi ruhumu satmadım” diyordu. Ruhumu satmamak çok önemlidir, özgür kalmış bir ruh, bunu hissedersiniz. Ve temiz kalmış olana doğru gidersiniz. İnsanlık, aslında el değmemiş, ayak basılmamış bir avuç toprağın peşindedir. Kaf dağının ardına onun için ulaşmak ister. Bu insanın ve insanlığın kirlenmemiş ruhudur. Yani kendini aramaktır. Bazen bir başkasında kendinizi bulursunuz, ben Başkan da kendimi buldum. Herkes O’nda bunu buldu. Başkan bunu daha sonraki süreçlerde “Ben insan bakiresiyim” diyerek ifadeye kavuştururdu. Bakir yani el değmemiş genç kızlar açısından geçerlidir. Özgürlüğün sembolü bile genç kızlıktır, el değmemişliktir, adaletin özgürlüğün sembolüdür. Başkan da biraz genç kız masumiyetini temsil etti. Biz hep öyle ele aldık. Etkilenen düşünce gücü kadar önemliydi. Daha sonraki süreçlerde sömürgecik tezini dillendiren bir tek Başkan Apo olmadı. Kemal Burkay başkaları da belki sistem halinde dile getirecekler. Ama bir fark var, sadece düşünce gücü değil, yaratmak istediklerinizi sizde kendinizde yaratmak. Başkan Apo bir toplumu yeniden ortaya çıkarmak istiyordu, ancak bu topluma yön verecek bir kişiliği de ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Nasıl bir insan nasıl bir yaşam sorusuna kendinde cevap veriyor.
Başkan bir gün kaldığı eve gelmemi söyledi. Sıkı yönetim vardı o zaman. Kısmi yumuşamalar da olmuştu. Denizlerden sonra kendilerince amaçlarına ulaştıklarını sanıyorlardı.
Aynı dönemde zaman zaman Ankara’daki AST ve sanat tiyatrolarına da gidiyorduk. Erkan Yüceller vardı o zaman meşhur, sol tiyatroculardandı. Sosyal içerikli veya faşizme karşı oyunları vardı. 403. Km, Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti oyunları en çok izlediğim oyunlardandı. Öğrenci olduğumuz için bazen tiyatroya gidecek kadar paramız da olmuyordu ama bir yerlerde bulup mutlaka giderdik. Bir gün AST’da sergilenen bir oyunu izlemeye gittiğimizde yasaklandığı için izleyemeden geri döndük. Bu oyunlara çok yoğun bir ilgi vardı. Daha sonraki süreçlerde hiç unutmam “İrlandalı bir kız” diye eski meşhur bir film sahnelendi. Filmi izlediğimde çok etkilendim. Film, İrlandalıların İngiltere’ye karşı mücadelesini anlatıyordu. Başkan’a filmden etkilendiğimi anlattım. Başkan:
– Filmde en çok dikkatini çeken neydi?” diye sorduğunda bende:
– Bir İngiliz subayı ile ilişkileri olan bir İrlandalı kız, sanırım öğretmendi. İrlandalı kadınlar bunu aralarına alıp dövdüler. Ardından da cezalandırma yöntemi olarak da saçını sıfıra vuruyorlardı, dedim. Başkan beni dinledikten sonra:
– Yok, ondan daha etkili bir sahne vardı. Filmde sakat bir adam vardı. En kritik sahnelerde bir yerlerde görülüyordu. Ağzı salyalıydı. Filmin en çarpıcı kişiliği oydu. Onun durumu sömürge insanın düştüğü durumdur. Sömürgecilik o kişinin şahsında ifadesini buluyor. Sömürgeciliğin insanı düşürdüğü düzeydir, dedi.
O dönemde kültürel etkinlikler bir bakıma devrimciler açısından ruhsal gıdayı da oluşturuyordu. Zihninizi doyuracak kimi şeyler olabilir, ama ruhunuz çorak ve aç kalırsa o ciddi bir sorun yaratır. O açıdan ruhsal açıdan da çoraklıktan kurtulmak gerekiyordu. O yüzden de biz o zaman sadece teorik kitapları okumazdık. Özellikle hikaye, roman ve şiir de okurduk. Nazım, tartışmasız en çok okunan şairlerdendi. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in çok güzel şiirleri vardı. En anlamlı şiiri Kızılırmak adlı kitabıydı. Tek şiirden oluşan bütünlüklü bir kitaba dönüştürülmüştü. Büyük bir coşkuyla okurduk. Ezberlediğimiz şiirler de olurdu.
Devrimci mücadeleye önderlik yapanlarında yazdıkları şiirler vardı. Mesela Mahir Çayan. Mahir Çayan’ın Hüseyin Cevahir ile arkadaşlığı çok önemli. Cevahir herhalde Mahir’in en sevdiği kişilikti. Kendileri Maltepe’de bir evde kıstırılmışlardı. Orada uzaktan bir suikastçının atışıyla evin içinde Hüseyin Cevahir katledilmiş, Mahir de yaralı ele geçirilmişti. Binbaşı Atıf Erçıkan’ın evinde bulunuyorlardı. Mahir Çayan’ın Hüseyin Cevahir’in şehadetinden sonra cezaevinde kaldığı sürede Hüseyin’in anısına yazdığı çok güzel bir şiiri vardı. “Adalım” başlıklı bir şiirdi. Müthiş bir şiirdi, gençlerin elinde dolaşırdı. Anısı da bilindiği için, büyük coşku ve heyecanla okurduk. Sonuçta yoldaşlığın, arkadaşlığın ne denli güçlü olduğunu o tür şiirlerde görmek mümkündü. Onlar yıkılmaz arkadaşlıkların örneği gibiydiler. Sizin yoldaşlık duygunuzu güçlendirirlerdi. Bir de kavga şiirleri çok okunurdu. Dönem hep kavga içerdiği için mücadele içeren şiirler bizim için adeta bir kılavuz rolü oynuyorlardı. “Nataşa” adlı bir şiir vardı daha sonra yazarının Necati Siyahkan adlı bir Kürt olduğu ortaya çıktı. O şiir bir semboldü, özgürlüğü anlatıyordu. Okuyan herkes Nataşa’yı arıyordu. Beyaz yeleli bir atın sırtında, kokladığınız her çiçekte, bastığımız her karış toprakta arıyorduk. Bazıları için hastabakıcı, doktor, ilaç neyse devrimciler için de ateş ve barut, sehpa ve ölüm yahut kavga oydu. Kavgasız geçen günlerimizin hiçbir neşesi yoktu. Şiir bunu anlatırdı. Bunlar son derece anlamlı.
Devam Edecek…