Tohum Filizleniyordu
Bir gün beraberce oturuyorduk, Önderlik bana, “Bir gün Kürdistan’da savaşır mısın?” dedi. Yanılmıyorsam 1975’ti, ama tam olarak soruş zamanını hatırlamıyorum. Yarı resmi toplantılar yapılmaya başlanmıştı. Ayrancı’daki bir toplantıya ben de katıldım. Arkadaş grubu olarak, birbirimizi çok iyi tanıyorduk. Önderliği direk tanımayanlara da grubun temel düşünceleri açıklanıyordu. Birbirimize karşı sorumluluğumuzu daha da geliştiren toplantılar dönemiydi. “Dehanın elinde her şey bir silahtır” denilir ya, işte bizimkide bir az öyle oluyordu. Önderlik herşeyi bir silah gibi kullanıyordu. 1975-76’da Anıttepe’deki evimiz grubun derneği gibi bir rol oynadı. Başkan da çoğu zaman gelip orada kalıyordu. Çekirdeğimizin filizlenişi, bu evde gerçekleşiyordu. Sanki ok yaydan fırlamıştı, önü bir türlü alınamıyordu. Nerden hasıl birleşiyorduk, bilmiyorlardı. Bu hızdaki birleşimimiz ise bize farklı bir çekicilik kazandırıyordu.
Resmen ve fiilen giderek düşünceleri olgunlaşmış bir gruplaşma oluşmuştu. Yanılmıyorsam 1976 baharında, Urfa’dan, Antep’den, Dersim’den üniversite sınavına katılmak için gelen öğrenciler, bize gelmişlerdi. Hiç unutmam bir seferinde sabah kahvaltısı için eve tam doksan ekmek götürdük. Örgütlülüğümüzün haberi, alanlara bizden önce gidiyordu. Kürdistan’a da zaman zaman gelip gitmeler oluyordu. Bir kere ben de gitmiştim.
O dönemde Kürt sorunu, biraz gündeme girmişti. Mesela 12 Mart mahkemelerinde Behice Boran, bundan dolayı yargılandı. Türkiye İşçi Partisi’ne Kürtçülük yaptığına dair suçlamada bulundular. Doğu Perinçek’in grubu, 1974’ten itibaren Kürt sorununu dillendirmeye başladı. Tabii bu dillendirme çok tutarsız bir biçimdeydi. Bir de 75’de DDKO’nun devamı DDKD kuruldu. Kürt egemen sınıfına dayalı gençlerin oluşturduğu bir dernekleşme içinde, diğer reformist akımlar ortaya çıktılar. Sadece Türkiye’deki tutarsız gruplarla değil, DDKO’yu devam ettirmek isteyen DDKD biçimindeki dernekleşmeyle de bir tartışma almış başını gidiyordu. Başkan, onları da doğru bulmuyor ve eleştiriyordu. Başkan’ın özden gelen bir toparlayıcılığı vardı. Türkiye’yi ve Türk gerçekliğini tanımladıktan sonra, Türk solunun o çok bastırıcı tutumu karşısında -özellikle DEV-YOL’cuların- her yeri ele geçirip herkesi dıştalayan duruşları karşısında durmak istedik.
Önderlik, 1975’teTürk sol gruplarının hepsiyle tartışmalar yürütüyordu. O dönem için Başkan, “İttifaklar aradım” diyor. Bir cephe kurmak için onlarla da ittifak mümkün olmayınca, bize ayrı grup olarak örgütlenmek ve aldığımız kararı ilerletmekten başka bir şey kalmıyordu. Onlarla Türkiye içerisinde mücadele etmek yerine, Kürdistan’ı sol gelişmeye açmak daha elverişliydi. Hareket Kürdistan’a taşındıktan sonra ilişkiler kuruyor ve geliş-gidişler yaparak yeni kanallar oluşturuyorduk. Kürt ve Kürdistan tanımı geliştikçe, sömürgeci bir ülkede ulusal kurtuluş mücadelesi verdiklerinin bilinci oluşuyor ve sömürgeciliğe karşı yönelim daha da şiddetli oluyordu.
Mesela 76’da Dikmen toplantısında örgüt, Kürdistan’da örgütlenme kararı aldı. O zamana kadar, örgütlülüğü İstanbul’a da taşırmak gerektiği düşünülüyordu. Mümkün olduğunca İzmir’e de el atmaya çalışıyorduk. Hatırladığım kadarıyla 1974 kışı veya 1975 baharındaydık. Önderlik, o arada İstanbul’a gidip geldi. Örgüt kurmak, gençlik örgütleri yaratmak üzere çeşitli tasarılar hazırlıyordu. Ama sürecin bu biçimde gelişmesi, 1976’dan itibaren grubun tümden Kürdistan’a taşınmasına vesile oldu. Doğrular, başarı gerçeği ve tutarlılık önemliydi. Önderlikte bir tutarlılık ve bütünleştirici bir duruş vardı. Asıl grupçuluk yapan diğer hareketlerdi.
Mahir ‘in, Deniz’in çok büyük etkileri vardı; kimse onları reddedemez ve karşı çıkamazdı. Bir de ‘Onlar bir miras bıraktılar, bu mirasın sahibi şu ya da bu kişi olamaz’ bilinci vardı. Tabii onların yaptıkları mülkiyetçi bir yaklaşımdı; çünkü bütün devrimciler o mirasın sahibidirler. Onla, işleri kim doğru yürütürse mirasa onların sahip çıkabileceğinin farkına bir türlü varmak istemediler. Özgürlük ufukları çok dardı, sadece yaratılmış olan değerlere sahip olmak istiyorlardı. Oysa bizim stratejik bir duruşumuz vardı. Hiçbir zaman Önderlik’te Türkiye’yi dıştalayan bir stratejik duruş olmadı. Zaten Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelip, aramıza katılanlar vardı. Önderliği iyi yürütemeyen, temsil edemeyen durumlar katılımı sıkıyor ve zorluyordu. Yoksa Önderliğin zorlayıcı bir tutumu kesinlikle olmadı. Önderlik, PKK’yi kurduğu zaman bile Kürdistan-Türkiye devrimlerini, ortak ve stratejik bütünlüğü olan bir devrim olarak tanımladı.
Türkiye’deki devrimcilerinin mirasına her zaman büyük bir saygıyla yaklaştı. İster Türklerden olsun, ister Kürtlerden olsun, ciddi olmayan, bu mirası zayıflatan, dejenere eden ve lakayt tutumlara girenlere hep öfke duydu ve şiddetle eleştirdi. Onun halkçı duruşu öndeydi. Bunların bir gereği olarak Kürt sorununun çözümüne el attı, sahiplendi ve derinleşti. Kuşkusuz Kürdistan’daki mücadelelerin etkisi vardı, ama en büyük etkilenme dünyadaki sol sosyalist hareketin, Türkiye’deki o devrimci gençlik hareketinin etkilenmesiydi ve hep onun devamı olarak kendini yürüttü ve geliştirdi.
Herkes 1975-’76-’77 gruplaşma sürecinde, Dersim’li arkadaşlarla çok içli dışlı olduğumuz için, beni Dersimli olarak biliyordu. Dersimliler Derneği bir gece düzenlediğinde, en gece için en çok çalışan ben olmuştum. Nerdeyse herkes geliyor ve öğrenmek istediklerini bana soruyorlardı. Hatta ortaya çıkan gelir üzerine, büyük kavgalar da oldu. Diğer gruplardan kişiler bilselerdi, beni yaklaştırmazlardı bile. Biletlerini bastırdım, biletlerini sattım. Yine paralar geldi, bende toplandı. Herkes beni Dersim’den sanıyor ve ona göre destek amaçlı verebildiklerini bana getiriyorlardı.
Grup olarak Fatma’yla ilişkilerimiz ADYÖD sürecinde, Fatma’nın gazetecilik okuduğu dönemlerde sıklaştı. ADYÖD yönetiminin seçilme toplantılarına Fatma, gazetecilik yüksek okulunun delegesi olarak katıldı. Fatma, o zaman DEV-YOL’cularla da ilişkiliydi. Onunla grupça tanıştık. Çok yoğun ideolojik bir mücadele ve düşünce tartışmasının olduğu bir ortamda Fatma, aramıza katıldı. Bir de Elbistan’lı sanırım ismi Hanım’dı, bir bayan arkadaş sempatizan olarak gruba katılım gösterdi. Ankara’dan katılmıştı. Bizim fakültedendi, ama bizden sonraki devrelerdendi. Okul çevresinden tanıdığımız bayan arkadaşlar vardı, ama ilişkilerimiz daha çok onlarlaydı. Geniş bir taraftar ve partizan kesim de vardı. O dönemde kavga çıkıp dövüşülmezse, insanlarla ilişkiler kesilmiyordu. Hacettepe’den ve diğer üniversitelerden de katılımlar vardı. Mazlum (Doğan), hep “Haki oturup dört saat, aralıksız anlattığında ve ben de anlatılanların hepsini dinledikten sonra, kafamdaki bütün çelişkilere bir çözüm buldum ve kararımı verdim” diyordu. Ondan sonra Mazlum, okulu bırakıp ablasının evine yerleşti. Bir süre sonra, oraya gitmeyi de bıraktı. O sürekli olarak profesonel katılımı hedefledi.
Başkanla Yürüyüş Zordu
O sıralar Önderlikle birlikte çok geziyorduk. O siyasala her zaman yürüyerek gidip-geliyordu. Doğrusu paramız da yoktu, ama Önderlik de yürümeyi çok seviyordu. Ayrıca çok hızlı yürüyordu. Bahçelievler’den kaldırıma çıkıp, etrafına dahi bakmadan o kadar insanın arasından geçip Siyasa Bilgiler Fakültesin’e ulaşıyordu. Başkanla yürümek, çok zordu. O yürürken, biz arkasından ona yetişmek için adeta koşuyorduk. O zamanlar, kendi aramızda en çok tartıştığımız konulardan biri de Başkan’ın yürüyüşüydü. Toplantılara, derneklere, ADYÖD’e gidiyorduk. Sohbet etmek için Hacettepe ve Siyasal Bilgiler’e kadar gidiyor, zaman zaman yurtta kalıyor, kantinlerde ve bahçelerde oturup saatlerce tartışıyorduk. İstemlerimizi koşullara uyarlamakta zorlansak da moralsiz düşmüyorduk.
Haki şehit düştükten sonra, Ordu’ya gidip cenazeyi kaldırdık. Biz, Ankara’ya döndükten sonra Başkan, Haki’nin ailesini görmek istedi. Haki arkadaşın şahadetinden bir süre sonra, Haki’nin ailesine gidip birkaç gün kaldık. Başkan, onlara nasıl yaklaşmamız gerektiğine ilişkin konuştu, tartıştı. Onlar da önceki gerginliği biraz atmışlardı. Bir de Başkan onları ciddi olmaya çağırıyordu. Başkan, “Bazı yaklaşımlar bana basit geliyordu” diyor. Orada bazı şeyleri hissediyordu. Mümkün olduğu kadarıyla onlara işin gerçeğini anlatmaya çalışıyordu. Başkan, büyük bir saygıyla yaklaşıyor ve konuştukları Haki’nin ailesi için teselli edici oluyordu. Birkaç gün sonra döndük. Haki’nin ailesinin tutumunu çok ön plana çıkartamazdık. Bizler bu konuda, aileden daha fazla zorlanıyorduk. Haki’nin ailesinin yanından ayrıldığımız zaman, Önderliğin kendisi de arabada duygu olarak epey zorlandı.
Bitmeyen Geceler….
’70’lerde hemen hemen her hafta çeşitli geceler düzenlenirdi. Bu geceler, aynı zamanda yeniden birleşmeye davet anlamını taşıyordu. Biz, bu gecelere genellikle Başkanla birlikte katılıyorduk. Örneğin Ankara’daki Dersim’liler gecesi gibi başka geceler de düzenlenirdi ve hepimiz sanki bizim işimizmiş gibi kaygısız ve hiçbir şey esirgemenden katılıyorduk. Tunceliler derneğinin yönetimde Fuat da yer alıyordu. Başka gruplarla beraber ortak bir gece düzenledik. O gece en büyük geliri elde ettik. Elde ediğimiz bu gelirin birazını diğerlerine de verdik. Onun geliriyle tam hatırlayamıyorum, ama yanılmıyorsam arkadaşlar iki tabanca almışlardı. Mehmet Ali diye birisiyle de para ve tabanca meselesinden dolayı iyice bir kavga ettik. Solcu-devrimci gruplar, halk geceleri düzenliyorlardı. Kitleyi toparlamak ve genişletmek için bu geceler en çok tutulan yöntem halini almıştı. Ankara’da ADYÖD’te düzenlenen gecede de beraber çalıştık. Bu geceler on-binlerce kişinin girebildiği kapalı spor salonlarında yapılıyordu. O dönemin ozanlarından Aşık İhsani’de katılıyordu. Nereli olduğunu bilmiyorduk, ama o dönemin gençliğini heyecanlandıran ozan İhsani’ydi. Önceleri de Aşık Mahsuni, yine Mehmet Koç ve Şah Turna düzenlenen gecelere katılıyorlardı. O zamanlar kimse hesaplı bir katılım yapmıyordu. Yüreklerinin ezgileri nerde birleşirse, yürek mızrap oluyor ve saza dokunuyorlardı.
Başkan da müziği çok sevdiği için, her zaman yanında teyp kasetleri olurdu. Gittiği her yere öncelikli götürdüğü araçlardan birisi teypti. Müziği o kadar seviyordu ki, bir evden bir eve giderken bile yanına kaset alırdı. Kendisinin kaldığı bir ev ise, bir başka yere gidecekse oradan dinleyeceği kasetleri seçer, cebine koyar, gideceği yere öyle giderdi. Çoğunlukla Aram’ı dinlerdi. Birde o zaman Aram’ın kasetleri yasaktı. Ama Önderlik, yine bir yerlerden bulup dinliyordu. Bizden de dinlemek isteyenler dinleyebiliyorlardı. Kendisinin dinlemediği zamanlarda kasetler açıktaydı. O, müziği bir dinlenme yöntemi olarak kullanıyordu. Bazen dinlediği kasetleri, arkadaşların da dinlemesini istiyordu. Özellikle Kürtçe türküleri, çok sesli olmamak kaydıyla bazen kendisi de söylerdi.
Başkan, çok güzel yemek yapıyordu. Biz, Şam’da iken bir gün ben mutfağa yemek yapmak için gittim. Başkan, herhalde güzel yemek yapmayacağımı düşünerek “Bırak yaptığın yenmez bile” dedi. Beni mutfaktan çıkarıp kendisi yemeği pişirdi. Bol acılı yemekler yediğimiz için, bazen durup “Acaba sağlığa zararlı olabilir mi?” diye sorardı. Bir dönem biraz azaltmıştı, ben bunu duyunca “Olmaz, Başkan biber yemeyi azaltmış olamaz” diyordum.
Öğrenciyken varolanı, bulduklarımızı ve alabildiklerimizi giyiniyorduk. Moda olan veya pahalı olan kıyafetleri her zaman alamıyorduk. Gençliğin her zaman doğal olma eğiliminin yanında dikkat çekme eğilimi de vardır. Biz de dikkat çekmeye çalışma gibi bir özellik yoktu. Başkan, öyle değildi. Başkan, bu konuda da disiplinliydi. Daha gruplaşma döneminde giyim-kuşama, düzenli görünmeye dair belli disiplin kuralları getirdi. Örneğin Apocu gruba katılana kadar, o dönemdeki bütün gençlerin saçı uzundu, hepimizin saçı uzundu. Gruba katıldıktan sonra saç tıraşları, normale dönüştü.
Hatta Haki’nin gruba katılmadan önce çektirdiği uzun saçlı fotoğrafları var. O da gruba katıldıktan sonra saçlarını normal kestirdi. Haki’nin çekilen bir çok fotoğrafında favorisi varmış gibi görünüyor, fakat onlar favori değildir. O resmi iyi biliyorum. Favorisi çok kısadır, resme gölge düştüğü, bir de o resim sık kullanıldığı için favorisi varmış gibi görünüyor. Yoksa resmin orijinal de öyle değildir. O fotoğrafı çektiğinde favorileri ve yine saçı çok kısaydı. Fotoğrafta göründüğü kadar uzun değildi. Kendisi, o resmi özel orak bizim odaya asmıştı, hatta “Ben bu resimle tanınacağım” diyordu.O resmini çok seviyordu. Mesela yine Mazlum arkadaşın resmi de öyledir, favorileri uzundur. APO’cu olduktan sonra, herkes tıraş olmuştu. İlkin paramız olduğu için berbere gidiyorduk, daha sonda tutumlu olmak için birbirimizin saçlarını kendimiz kesmeye başladık. Böylesi bir şeyi yapmak, hepimizi mutlu ediyordu. Kendi kendine yetinmenin ilk adımları olduğu için, ayakta ilk kez tek başına durabilen bebeğin heyecanını yaşıyorduk.
Devam Edecek…