HABER MERKEZİ –
Havasız Olmak Zor
Başkanla, 1979 yazında Suriye’ye geçmeden on-beş-yirmi gün önce görüşüp ayrılmıştık. Elazığ’dan yeni gelmiştik, orada Mayıs tutuklamaları olmuştu. Tam tarihini hatırlamıyorum, ama sanırım Elazığ tutuklamaları sırasında Sara arkadaş da tutuklanmıştı. Ben Adıyaman’dan Elazığ’a, oradan da Diyarbakır’a gidip tutuklularla ilişki kurdum ve biraz bilgi topladım. Sonra tekrar Urfa’ ya geçtiğimde Başkan’ın kendisi de Urfa’ daydı. Kendisine aldığım bilgileri aktardım. O sıralar neler yapmamız gerektiği ve nasıl bir tavır almamız gerektiğine ilişkin bir toplantı yaptık. Ve neler yapmamız konusunda bazı kararlar aldık. Bunları yaptıktan sonra biz Urfa’dan çıktık, Başkan da oradan Suruç’a geçti. O dönem bizim için çok, ama çok zor bir dönemdi. O süreçte Hareketimizin uluslararası komplo karşısında yaşadığı zorluk derecesinde bir zorlanma yaşamıştık. Uluslararası komploya kadar o dönemi hareketimizin en zor dönemi olarak ifadelendirdim. Otuz yıllık mücadele içerisinde o dönem maddi-manevi anlamda yaşadığımız zorluğu aşan tek zorluk, uluslararası komplo sürecinde yaşadıklarımız oldu.
Yine Elazığ yönetimi tutuklandığı sıralar Şahin, oralarda örgütlenme yapıyordu. Başkan’a Elazığ’da neler yaptığı konusunda bilgi bile vermemişti. Şahin Dönmez yakalandığında ise polise fazlasıyla bilgi vermişti. Parti kuruluşu olmuştu, ama halkın bundan haberi yoktu. Devlet, kadroların kim olduğunu ve örgütlenmeleri biliyor, o temelde hareketin üzerine geliyordu. Yakalasa ortada hiçbir şey kalmazdı. Polislerin haberi olmasın diye kitlelere partinin kurulduğundan bahsedemiyor, kitleselleşemiyorduk. O yüzden o dönemler, hareketimiz açısından en riskli dönemlerdi.
Birçok arkadaş gibi ben de sahte kimlikle geziyordum. Başkan, her yerde aranıyordu ve bunu bilmek için kahin olmak gerekmiyordu. Gittiğimiz her yerde onu aradıklarına ilişkin sözlerini duydukça, zamanın eriyip gittiğini ve Başkan’ın buralardan çıkararak saldırıların önünü almamız gerektiğini hücrelerimize kadar hissediyorduk. O zamana kadar yurt dışına çıkış, bizde çok benimsenen bir durum değildi. Hatta Kemal Burkay onlar, 12 Mart’ta ülke dışına çıktıklarında onları küçümsemiştik. Hep, ‘Devrimci dedin mi ülkede olmalı ve direnmeli ‘diyorduk. Mesela Mahir Çayan direnmişti, onu çıkartamamışlardı. Biz gelişim için koşulların gerçekliğini o kadar derin çözemediğimiz için, “Kendisi çıkmadı, gelenek odur” demesine diyorduk, ama her gün de yüreğimiz ağzımızda, saniyeleri sayıyorduk. Biz de böyle bir bilinçle şekillenmiştik. Fakat o zaman öyle bir ortam oluştu ki, kimse Önderliğe “Çıkmasanız daha iyi olur” diyemezdi. Fakat herkesin aklından geçen de az-çok çıkılması gerektiği düşüncesi geçiyordu. Çok ağır bir baskı altındaydık ve çoğunlukla nefessiz kalıyorduk. Uyurken, yerken, içerken, gezerken, sohbet ederken her an Önderliğe bir şey olacak kaygısını taşıyorduk ve bu, bizi yiyip bitiriyordu. Hepimizin soluğu, ondan gelecek sözlere kilitlenmişti. Başkan, biraz düşündükten sonra bize “Suruç’a gidip bakarım, fırsat olursa çıkarım” deyince; biz, söylediklerine tereddütsüz, canı gönülden katıldığımız gibi, “Aman imkan olursa değil, çıkış bir an önce olsa daha iyi olur” diyorduk. Bir örgüt çalışmasında başarılı olmanın örgütsel sürekliliğe bağlı olduğu bilinci, hepimiz tarafından benimsenen bir durumdu. Örgütsel süreklilik de tabii ki Başkan’ın var olup, yürüteceği mücadele ile mümkündü. O konuda Önderlik, tek alternatifimiz ve garantimizdi. O nedenle herkes, Önderliği nasıl koruyacağız endişesi ve arayışı konusunda hassas davranıyordu. Yönetim kadrosundaki arkadaş yapımız içerisinde temel meselemiz, Önderliğin korunmasına ilişkindi. Başkan, çıkış düşüncesini bize açtı ve bizler de olması gerektiğini ve düşüncesinin yerinde olduğunu, şöyle böyle hissettirdik.
Durumlar hayli vahimdi. Hepimizde bu süreç içinde nasıl bir tedbir almalıyız arayışı gelişiyordu. Mutlak bir tedbir alınması gerekliydi, fakat bu tedbirin nasıl alınacağını bilmiyorduk. Önderlik, çıkıştan bahsedince bu karara karşı hazırlıklıydık. Oysa o zamana kadar bunu hiç düşünmemize, anlayışta hiç kabul etmememize rağmen, o koşullar, bize hiç düşünmeden böyle bir tedbiri almamız gerektiğini benimsetmişti. Başkan’ın Suriye’ye sağlam geçtiğini, Ethem arkadaşlar gelince öğrendik. Bu haberi aldıktan sonra hepimiz rahatladık ve derin bir nefes çektik. O gittikten sonra, onu hep aradık. Onunla konuşmayı, tartışmayı, hatta hızlı yürüyüp arkasından koşmayı bile özlüyordum. Arkadaşlarla bir araya gelince, acaba ne yapıyor diye tartışıyor ve onu çok aramamıza rağmen çıkışına seviniyorduk. Ondan ayrılışın hüznü ve kurtuluşunun sevincini bir arada yaşıyorduk. Uzun bir birliktelikten ve paylaşımdan sonra, ondan ayrılmak benim açımdan olduğu gibi diğer arkadaşlar açısından zorlayıcıydı. Başkansız bir mekan, zorlayıcı oluyordu. Ama farklı duyguları da beraber yaşamasını da öğreniyorduk.
Başkan Filistin’de.
Ortadoğu’da herkesin çekim merkezi olan Filistin’de Önderlik de kalıyordu. Yetmiş-iki milletten insanla birlikte Kürtler de varlık savaşının başlangıcı için oraya gidecekti. Kaldı ki 71’de de devrimciler Filistin’e gitmişlerdi, ayrıca Deniz’de oraya gidip gelmişti.
Başkan, giderken bir daha dönüp dönmeyeceğini tartışmamıştık. O süreçte bunlar tartışılacak konular değildi. Nereye gideceği bile belli değildi. Üstelik Suriye’ye ilişkin bilgilerimiz sınırlıydı. Filistin’e de sadece gidip gelindiğini biliyorduk. Bizim için bir dış kanal açarak, nefes aldıracak bir kanal açmak gerekiyordu. Filistin’le ilişkilenmek, bölgenin en devrimci ortamı olarak bizim açımızdan da iyi bir dış bağlantıydı. Bu nefes aldıracak kanalı açmak açısından da iyi olacaktı. Başkan’ın da çok fazla bilgisi yoktu. Çıkarken şurada şöyle ilişkiler geliştirileceğiz gibi bir plan da yoktu. Sınırı geçmek, Ortadoğu’ya açılmak, Filistin’e çıkmak esas oluyordu.
Başkan çıktığında ben Urfa’daydım. Oradan yola çıkarak daha sonra Kürdistan’ın her tarafını gezdim. Antep’ ten, Adıyaman’a, Elazığ’dan Amed’e, oradan da Bingöl’e kadar birçok yere gittim. M. Hayri’yi (Durmuş) gördüğümde Başkan’ın çıktığını söylemedim. Hayri çok duyarlı olduğu için, tahmin edebiliyordu. Önderlikten sonra bu inkarcı sistem gerçeğini, Türkiye’deki devlet yapısını siyasi olarak en fazla hissettiği için, kaygı ve endişeleri oldukça fazlaydı. Hayri en çok da Önderlik için kaygılanıyordu. Birkaç gün sonra, Hayri bir gün bana, “Ne oldu?” diye sorunca, ben sadece “sağlamdadır” cevabını verdim. Ondan sonra başka bir şey sormadı.
Hayri, Önderliğin Suriye’de olabileceğini daha cezaevindeyken tahmin ediyordu. Ben, oradan Dersim’e ve daha sonra da Kars, Ağrı, Muş ve Malatya’ya gittim. Bu şehirlerden en az kaldığım yer, Malatya oldu. Aynı süreçte yine Muş’tan, Bingöl’e, Amet’ten Mardin’e yol aldım. Son durak ise Urfa oldu. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra tekrar Urfa’ya döndüğümde, Ethem arkadaş gelmiş ve kendisiyle birlikte Başkan’dan geniş bir talimat getirmişti. O sırada Merkez Komite toplantısı yapacaktık. Toplantı için Yıldırım Merkit, Mazlum arkadaşı almaya gittiğinde, o da başka birisiyle başka bir eve gitmişti. Biz de gittiğimiz zaman arabayla yola düştük. Onlar peşimizden gelirken trafik polisine yakalandılar. Onların nasıl yakalandığını göremedik bile. Talimatı henüz açmamıştık, götürür öyle okuruz diyorduk. Zaten talimat da daha yeni gelmişti. Arkadaşlar polise yakalandığında, talimat onların üzerindeydi. Gerçi Ethem, daha önce bilgi vermişti, ama bu sefer Başkan Siverek’teki gelişmelere dair kapsamlı bir talimat göndermişti. Siverek mücadelesi, gelişmiş ve genişlemiş, hatta Salih Kandal ve Cuma Tak arkadaşları şehit vermiştik. Tabii Önderlik, bunları eleştiriyor, verdiğimiz bu kayıpları hazmedemiyordu.
Başkan’ın gönderdiği talimatta, bunlara karşı nasıl bir mücadele yürütmemiz, yine nasıl bir planlamayla hareket etmemiz ve intikamı nasıl almamız gerektiği sorularının cevapları yazılıydı. Cezaevinden aldığımız bilgilerden öğrendiğim kadarıyla Başkan, her arkadaşın anısına on işbirlikçinin cezalandırılmasını belirtmişti. Bu duyum, Türkiye devletini büyük bir telaşa düşürdüğü gibi, planlar yapıp örgütün üzerine daha kapsamlı bir şekilde gelmesine yetti. Arkadaşlar, 1 Ekim de yakalandılar. Devlet, 11 Kasımda Siverek ve Hilvan caddelerinde ne kadar insan varsa hepsini otobüslere bindirip, Deve-geçidi’ ne götürerek hepsini tek tek işkenceden geçirdi. Biraz ilişkilenmiş olan, hakkında bilgi verilen herkesi cezaevine götürdü. Polis ve askerler, 79 Kasım’ında Hilvan-Siverek’ten dolayı üzerimize her cepheden yöneldiler.
Agit Arkadaş, o zaman Batman’daydı. 1979’da Önderlik, eğitim için bir grup istemişti. Eğitime giden ilk grubun içerisinde Agit Arkadaş da vardı. İlk grupla birlikte Filistin’e geçti. Birinci konferanstan sonra, askeri eğitim devresi başlattık. Devrede yüzden fazla arkadaş yer alıyordu. Yani bir taburdan büyüktük. Bize göre, kocaman bir taburumuz vardı, öyle ele alıyor ve heyecanlanıyorduk. İki ay askeri eğitim gördük. Ayrıca Agit ve ben, kampın yönetimiydik. Devre sonunda kapsamlı bir askeri tatbikat yaptık. Agit, tatbikatın BKC’cisi, aynı zamanda eylemin yönlendiricisiydi. Bu tatbikat, bizim Akademideki ilk askeri tatbikatımızdı. Başkan ve Cuma Arkadaş, Şam’ da bulunuyorlardı. Onları da davet ettik. Tatbikatı izlemek için onlarla birlikte bazı elçiler de gelmişti. Askeri tatbikat olduğu için, önce tören yaptık. O gün ben spikerdim ve hepsine tek tek söz vererek konuşturdum. Başkan ve Cuma Arkadaş, biraz gecikmişlerdi. Herkes heyecanla onları bekliyordu. Sahadan içeri bir araba girdiğinde hemen yürek atışlarımız hızlanıyor, ha geldiler ha gelecekler diye tetikte bekliyorduk. Gelenlerin onlar olmadığını anladığımızda hızlanan yürek atışlarımız yavaşlıyor, doğal dengesine giriyordu. Bir süre sonra geldiler. Onlar, yetişir-yetişmez hemen tatbikatı başlattık. Arabayla geldikleri için gecikmişlerdi. Hiç beklemeden, biraz etraflarına bakınıp nefes almalarına fırsat tanımadan, ben hemen sözü Başkan’a verdim. Başkan, çok yüksek olmayan bir ses tonuyla bana “Madem konuşturacaktın neden önce kulağıma söylemedin. İnsan kulağıma söyler” diyerek biraz kızdı, ama ne çare, bir defa anons yapılmıştı ve Başkan’ın bir şeyler söylemesi gerekiyordu. Başkan’dan sonra Cuma Arkadaş’a, ondan sonra da gelen elçilere tek tek söz verdim. Agit, bazen şaşkın şaşkın bakıyordu, ama niye öyle baktığını anlayamıyordum. Neyse ilerleyen saatlerin birinde Agit, “Hayret, sen gerçek bir spikermişsin” diyerek sunuşlarımın ilgisini çok çektiğini dile getirmiş, gizleyememişti.
Aramızda o zaman sadece dört-beş bayan arkadaş vardı. Ozan Mizgin Arkadaş da hazırdı; Mizgin çok gençti ve o zaman yeni gelmişti. İzleyenlerin arasında farklı olarak Libya ataşesi gelmişti. O zaman sayıları ancak dört-beşi bulan bayan arkadaşları görünce, ataşe hem çok şaşırmış hem de çok etkilenmişti. Hatta “Ülkeme gidersem kızların askere alınmasını söyleyeceğim. Çok etkilendim. Bu, Ortadoğu da bir devrimdir” demişti. Halbuki dört-beş bayan arkadaşın bulunması sayı olarak bize oldukça yetersiz geliyordu. Başka arkadaşlar da vardı, sayıları az olduğu için onlar da bir köşede duruyorlardı. Onların katıldığı tek etkinlik tatbikat oldu. Onların sınırlı da olsa bu biçimiyle katılımları çok etkilemişti. Bugün PJA’ya baktığımda, acaba Libya ataşesi şu an binlerce bayan arkadaşı bir arada görse ne yapardı, demekten kendimi alamıyorum. Herhalde heyecandan kalbi dururdu. Libya o dönemde kendisini, sözde Ortadoğu’ya devrim ihraç eden ülke olarak görüyordu. Kendisini o kadar güçlü görüyordu, ama yinede bir çok konuda biz onları oldukça etkileyebilmiştik.
Sekiz Yıl Sonra
Fuat ve ben cezaevinden çıktıktan sonra, ikimiz de Başkan’ın yanına geçtik. Aradan tam sekiz yıl gibi çok uzun bir zaman dilimi geçmişti. İlk karşılaştığımızda Başkan, kapının önünde bizi karşıladı. Gece yeni yeni örtüsünü örtüyordu, hava yarı karanlık yarı aydınlıktı. Biz içeri girerken Başkan, örgüt içi mücadeleyi kastederek bana, “Nasıl, iyi mücadele ettin mi? Sizin gibi olsaydık hepimiz yenilmiştik” dedi. Bizimle gelen bazı dostlarla beraber o gece orada kaldık.
Sabahleyin erkenden Başkanla birlikte okula gittik. Başkan, biz gelmeden üç gün önce arkadaşlara “Onlar gelecekler. Ha geldi, ha gelecekler” diyormuş. Arkadaşlar, Başkan’ı ilginç bir heyecanın sardığını söylemişlerdi. Başkan, gelişimiz üzerine konuştu, çok heyecanlıydı. Tabii sekiz yıl içinde çok büyük değişiklikler olmuştu. Başkan, okulda, derste, ders dışında ve evde bu kadar yıldan sonra karşılaşılan değişiklikleri nasıl bulduğumuzu sorduğunda, önce hangisinden başlayacağımızı bilemedik. Hangisinden başlayacağımız noktasında şaşırsak da, cevap veriyorduk. Şöyle bir baktığımızda gerçekten de çok şey değişmişti, en önemlisi de bir sistem oluşmuştu. Bilgi ve değerlendirme düzeyi çok yoğundu, eskiyi çok çok aşan bir düzeydeydi. Belki daha öncede çok çalışıyordu, ama bu sefer çalışmaların kapsamı çok genişlemişti. Evdeki yaşam tarzı da, okuldaki de öyleydi.
Yaşamayı Hak Edin
Parti Merkez Okulu yeni kurulmuş, askeri ve siyasi eğitimler verilmeye devam ediyordu. 3. Konferans devresiydi. Ayrıca Cuma Arkadaş da gelmişti, ama eski devre henüz dağılmamıştı. Eğitim devresindeki gücün düzenlemeleri yapılmış, arkadaşlar alanlara gitmek üzere hazırlanıyorlardı. Önderlik, gidecek olanlarla daha konuşmamıştı. O dönemde Önderlik, gidecek olanlarla tek tek konuşuyordu, bir de biz yeni okula geldiğimizde günlerce arkadaşlarla tek tek konuştu. Sabahtan gece yarısına kadar bazen tartışmalar devam ediyordu. Herkese tek tek ne öğrendiğini, eğitimden ne sonuçlar çıkarttığını, göreve ne kadar hazır olduğunu, ne kadar dayanabileceğini ve eğitimin yeterli olup olmadığını soruyor ve cevaplarını içten dinliyor, ona göre bir çözüm geliştiriyordu. Yoğunlaşmalarını yeterli görmediklerini eleyip, tekrar devrede bırakıyor veya arkadaşın durumuna göre bir çözüm geliştiriyordu. Ayrıca devrede gençler de vardı, onları da durdurarak bizim devreye katılmalarını söyledi. Başkan’ın çok yoğun bir çalışma düzeni vardı. Onun kendi çalışma tarzı, bizimki gibi bürokratik değildir. Onda bir işi yarım bırakmak yoktur; derslerde de öyledir. Örneğin bir derse başlar, biterse derse ara verir, yoksa ders bitmeden ara vermezdi. Ders ortasında yemek arası vermezdi.
Çok yoğun bir eğitim devresinden sonra ülkeye geleceğimiz zaman Başkanla son kez yemek yiyen binlerce arkadaş gibi bizim için de çeşit çeşit yemeklerin yer aldığı uzun bir masa donatılmıştı. Soframız oldukça zengindi. Önderlikle ayrılacağımız için hepimizde belli bir hüzün vardı. Ama uzun bir aradan sonra ülkeye yöneleceğimiz için de içten içe bir sevinç duygusu yaşıyorduk. Bu yüzden de sofradaki yemekleri iştahla yemek yerine, duygularımızın gel-gitleri arasında fırsat buldukça önümüzdeki yemekten yiyorduk. Başkan, her grubu uğurlarken sanki kendisinden bir parça koparılmışçasına duygulanırdı. Giden arkadaşlara ülke özlemiyle dolup taşan yüreğinden dökülen kelimeleri taşırıyordu. Taşırdıkça da duygu yoğunluğu bir o kadar artıyordu. O arada bizlere bakarak “Başarılı bir iş yaparsanız, kendinize bir ziyafet çekme hakkınız var. Onun dışında size bir lokma ekmek yemek haram. Yemeyeceksiniz” dedi. Başkanı derin düşündüren sohbetli yemeğin ardından, okyanuslarca Umut yüklenerek sevda dolu ülkeye çevirdik yüzümüzü.
Biz Santral Komitesiyiz
1981-82 kışı ve yaz mevsimi dönemleri arasında Şam’a yerleştik. O süreçlerde yine yaman bir zamanı yaşıyorduk. 1979 gibi çok zor bir dönemdi. Daha sonra tabii her şeyimiz oldu, imkanlar çoğaldı, evlerimiz genişledi. 1981-‘82 kışında üç küçük odalı, tek salonlu bir evimiz vardı. Yer dar, odalar da küçücüktü. Çalışmalardan dolayı odanın birisini sadece Başkan’a vermiştik, birisinde bayan arkadaşlar, diğerinde de biz kalıyorduk. Genelde gündüzleri daha çok Başkan’ın kaldığı odada yazı yazıyor ve çalışıyorduk. Odada sigara içip içeriyi duman doldurduğumuz zaman Başkan, dumanı görünce kızıyordu. Oda küçücüktü, o nedenle oda da ufacık bir değişiklik olduğunda hemen fark ediliyordu. Başkan olduğu zaman, odanın sürekli temiz kalması için özen gösteriyorduk. Başkan, sigaraya, sigara dumanına karşı çok hassastı. Görünmesi güç olan dumanı dahi kokusundan hemen fark ediyordu. O nedenle o evde Başkan’dan bayağı fırça yerdik.
Çoğu zaman ısınmak için dışarı çıkıp hareket ediyorduk, çünkü yakacak mazotumuz yoktu ve kendimizi bir şekilde ısıtmamız gerekiyordu. Sobayı yaktığımızda bile ancak damla damla akacak biçiminde kullanıyorduk. Artık parayı damla damla kazanıyorduk, o yüzden harcarken daha dikkatli hareket ediyorduk. Başkan mazot sobasının deposunu doldurunca çoğu zaman bizi çağırarak “Bakın şuraya kadar doldurmuşum, fazla değil” diyordu. Bazen de depoyu dolduracağı zaman saat sayısını arttırıyor ve “Bakın şu kadar zaman olmuş” der ve değiştirirdi. Başkan’ın yattığı odada ise soba yoktu. Serili herhangi bir örtü de yoktu; odalarda betondu. Kışın o buz gibi günlerinde dahi hep o odada çalıştım. Bahar geldiğinde dizlerim hem kaşınıyor hem de ağrıyordu. O oda bizde silinmeyecek izler bırakmış, odanın beton olmasından dolayı çoğumuz romatizma olmuştuk. O kış, hem en çok çalıştığımız hem de en gergin olduğumuz bir dönemdi. Daha sonra çıkarılan tüm kitaplar, kışın dondurucu soğuğuna karşı serili olmayan beton odada harcadığımız emeğin ürünü olarak hazırlandı. Örgütlenme Sorunu, Ulusal Kurtuluş Problemi, FKBDC Broşürü…vb hepsi o evde hazırlandı. Diğer yandan da cephe çalışmaları yürütülüyordu. Fakat yolunda gitmeyen Avrupa işleri, bizi gerginleştiriyor, çok fazla tepki uyandırıyordu.
Başkan, Hataların Üzerinden Atlamazdı….
Başkan, küçük olsun büyük olsun her tür hatanın nedenini bulmaya çalıştığı için, küçük de olsa hata deyip geçmez. Duyarlılığı yüz hatlarında, mimiklerinde, bakışında belirir ve hatalar karşısında anında tepki gösteren bir karakteri vardır. Biri duyarsızlık yaptı mı, bir gevşeklik gösterdi mi, ondan dolayı başarısız bir şey oldu mu, derhal o harekete geçerdi. Başkan’ın çok disiplinli, duyarlı ve yaşamının her anına hakim bir duruşu vardır. İnsanların küçük küçük duyarsızlıklarından dolayı ortaya çıkan zayıf duruşlara karşı sürekli duyarlı olur. Örneğin dikkatsizlikten bir şey düşürdüğün zaman onu derhal değerlendirerek, tepkisini ortaya koyar. Düşeni sadece alıp yerine koymak üzerine değil onun neden düştüğü, bir yer kirlendiğinde bunun neden olduğu, bir iş yapılamamışsa bunun neden yapılamadığı üzerinde durur. Başkan bu konularda çok duyarlı ve hassas davranırdı. Yaşama karşı öz disipline rağmen gevşekliği kabul etmezdi. Kirletilmemesi gereken bir yerden geçecekken, örneğin bir merdivenden çıkacakken, oraya biraz şeker bulaştığını, bir şeylerin döküldüğünü görmüşse hiç beklemeden cebinden mendilini çıkarıp, kirili yeri sildiği çok oluyordu. Hata veya yanlışlıkların üzerinden atlayarak geçmezdi. Bu, Başkan’da bir yaşam duruşuydu ve bir disiplin olgusu anlamına geliyor. Boş boğazlık, ahbap çavuşluk, gereksiz konuşmalar ve olumsuz etkilemelere de sinirleniyordu.
Mesela Birinci Konferansın yapılacağı dönemlerdi. Geri çekilme dönemi, 12 Eylül bastırmış, kimse ne yapacağını bilmiyor, bir düşünce boşluğu, mültecileşme tehlikesi fazlasıyla var. Zar-zor kendimizi ve sempatizanlarımızı toparlayıp, bilinç kazandırarak ülkeye yöneltme çabasını yürütüyorduk. Baki, başı boşluk yapıyor ve duyarlı olmuyordu. Onun bu durumda böyle duyarsız yaklaşımlarına Başkan, çok öfkeleniyordu. Baki, bir çadırın önünde beş on kişiyi toplamış bol bol sohbet ettiğini gördüğünde Önderlik tepki gösteriyor ve “Onu dinlemeyin, boş boğazlık yapıyor. Kendi sorunlarınızı tartışın…” diyerek topluluğu dağıtıyordu. Baki de insanları mücadeleye ve devrimin sorunlarına yöneltmek yerine, ilgilerini başka yöne yöneltiyor ve var olanı daha çok boşaltıyordu. Önderlik bu tip düşünce boşaltmalara, gereksiz ve gevşek duruşlara karşı tepkiliydi. Önderlik doğru-düzgün olmayan her şeye karşı, çok duyarlıydı. Tarihin gölgelerinde büyüyen gaflette karşı duyduğu öfke, onu sürekli duyarlı ve gereksizliklere karşı tetikte tutuyordu. Rasgele duran, dik duramayan, karşıya bakamayan, keskin bakışı olmayana ve zayıflığın her türüne karşıydı. Zayıflıklardan kendini kurtarmak, zayıflıkları kendi kişiliğinde ve şahsında yenmek için de kendini müthiş bir örgütleme ve disipline etme çabası içerisindeydi.
Bu hiç gezmiyor, gülmüyor, eğlenmiyor ve konuşmuyor anlamına gelmiyor. Şakalaşıyor, geziyor, gülüyordu ama onları yaparken de sağlam bir duruşu var ve boşlukta değildir. Önderliğin örgütlü, kendine hakim ve denetimli bir duruşu vardır. Düşüncede ve pratikte zorlukları yenme ve sorunları çözme gücünü yaratma çabası sınırsızdı.
Konferanstan sonra, konferans yapmış olmanın heyecanıyla beraberce bir moral yaptık. Başkanın sesi de çok güzeldi ve ara sıra türkü de söylerdi. Morale Başkan da davetliydi. O da moralin yapıldığı salona geldi ve oturdu. İlk önce sahneye semah grubu çıktı. O sırada Şahin Klavuz ve diğer arkadaşlar, Başkan’ın yanına gidip türkü söylemesini istediler. Hatta Başkan’ı epey de zorladılar. Yusuf arkadaş ise, çok iyi bir taklit ustasıydı. Onun ustalığı, gözlem gücünde gizliydi. Ara sıra Yusuf, Başkanı da çok iyi gözlemliyor sonra taklidini yapıyordu. Şimdi Yusuf şehittir. O zamanlar Yusuf, Başkan’ın tercümanıydı. Arkadaşların ısrarı üzerine Başkan, ayağa kalktı ve “Özür dilerim. Söyleyemem yapabilsem çekinmem” diyerek oradan ayrıldı
Alışkanlıkların esiri değil
Başkan da o zamanlar sigara kullanıyordu. Hangimizde sigara olursa onun çalıştığı masaya koyuyor; odasındaki masadan sigarayı hemen hiç eksik etmiyorduk. Biz, hiç masadan eksik etmediğimiz halde o çok fazla sigara içmiyordu. Haftada bir paketten ancak, bir sigara eksiliyordu. Başkan’ın canı çok sıkıldığı zaman, arada bir-iki tane içiyordu. Sigara sağlığa zararlı olduğu için Başkan, çok uzun süre kullanmadı. Ülkenin maddi durumlarını, bizim durumumuzu daha derin hissettikçe sigarayı bıraktı. Sigarayı bırakması bir adanmaya işaretti. Başkan, bir şeyin zararlı olduğunu görüce onu bırakmakta tereddüt etmezdi. Yaptığı işlerde hata yapmamaya özen gösterirdi, ama hata yaptığını görünce de, yaptığı hatanın özeleştirisini cesaretlice verirdi. Onun için sağlıklı yaşam ve sağlıklı bir beden her şeyin başında gelir. Ona göre bir insan kendi sağlığına zarar verdikten sonra, o insanın diğer insanları ve halkı kurtarma, sağlıklı kılma çabası çok anlamlı olmazdı. Başkan’da düşünceyle yaşam bütünlüğü birlikteliği bu konuda da paraleldir. Sigara konusunda da öyle yaptı ve o nedenle sigara içmeyi bıraktı. Önceden de Bazen aylarca içmiyordu, kendisine o denli hakimdi. Kendisini alışkanlıkların esiri yapmıyor ve hiçbir şeye aşırısıyla bağlanmıyordu. Özgürlük Başkan’da bir karakterdir. Yaşamın tüm dayattıkları karşısında özgür kalabilmek ve kendini koruyabilmek önemli bir durumdur. Özgürlük ideolojisinin düşüncesini geliştirebilmek ve onu canlı kılabilmek açısından oldukça önemlidir.
1981 Konferanstan önce, bizim lojistiğimiz ve de sempatizanlar bir sürü sigara göndermişlerdi. Konferans, raporu hazırladığı için tartışma yapıldı ve bir sürü şey konuşuldu. Toplantıdan sonra Başkan, “Ben gidiyorum” deyip Lübnan’a kampa gitti. Rapor yazılacaktı, ama raporu yazacak kimse yok. Sadece ben ve Ethem evde kaldık. Ethem, eve bakacak ben de raporu yazacaktım. Avrupa’dan gönderilen bir valiz vardı bizde. Daha önce açmış, içine bakmıştık. Valizin içinde marlboro paketleri vardı. O sigaraların hepsini Ethem’le birlikte içtik. Bir de evde kimse yoktu, herhangi bir yere de çıkmıyorduk. Sıkıldıkça ha bire sigara içtik. Bütün bir valizin içinden geriye sadece bir-iki paket bıraktık. Orada on-beş-yirmi gün boyunca kaldık.
Lübnan’daki çalışmalarımız biraz düzene girmişti. Özellikle de kitaplar hazırlandıkça ve arkadaşların eğitimleri daha sistemli geliştiğinde biz biraz rahatlıyorduk. Rahatlığımızın çalışmaların gidişatıyla bağlantılı olduğunu öğreniyorduk. Avrupa’nın yarattığı gerginlik, tabii hem farklı hem çok ağırdı. Fatma, Baki ve Davut birlikteydiler ve Başkan’a çok tepkili oldukları için karıştırabildikleri her şeyi karıştırıyorlar, var olan çalışmaları tüketiyor, ayrıca kendileri hiç çalışmıyorlardı. O alandan üst üste kötü haberler alınca, Önderlik öfkeleniyordu. O süreçte Başkan, Avrupa için bir mektup yazmamı istedi. Avrupa’daki örgütün çalışmalarına eleştirel bakacak, onları protesto edecektik. Cezaevleriyle bağlantılarımız kesilmişti ve artık bilgi alamıyorduk. Ben de merkez adına bir protesto mektubu yazdıktan sonra, Başkan’a imzası nasıl olacak diye sorduğumda bana “Biz santral komiteyiz” diye karşılık verdi. Ben bu cevaba şaşırmama rağmen Başkan’ın bu cevabı sinirinden verdiğini fark etmemiştim. O zamanlar nerden aklımda kaldıysa Hikmet Kıvılcımlı’nın da merkez komiteye “santral komite” dediğini anımsadım ve Önderliğin cevabı bana olmaz gibi gelmedi.. Neyse mektubu aldım ve altına Başkan’ın dediği gibi imza olarak “santral komitesi” diye yazdım. Önderlik bu kez de “Olmaz” demişti, tam hatırlamıyorum, ama sanırım mektubu da yırtmıştı.
Biz Efsane mi Olduk.
Bir gün ben mutfaktayken Başkan gelip, “Şimdi bu akşam saatlerinde bizimkiler oturmuş bizi efsane gibi anlatıyorlardır: ‘Bizimkiler nereye gittiler, nerededirler ve ne yapıyorlardır’ diyorlardır” dedi. Sonra elerini havaya kaldırıp, “Birdenbire ortadan kaybolduk ve sanki buharlaşıp uçtuk.” dedi. Bizim nerede olduğumuza dair, kimsenin bilgisi yoktu. Mesela köylülerle ‘78’de ‘79’da hatta ‘80’de bile çok sıkı ilişkilerimiz vardı, onların da haberleri yoktu. Herkes birden bire çekildi gitti, kimse kalmadı. Tabii Başkan, o akşam geçmişi anlatırken arkadaşlara olan özlemi yüz hatlarından akıyordu. Arada bir gözlerini kısıyor, derinlere, geçmişe gidiyor ve o anı yaşıyordu; sonra rüyadan uyanırcasına bu güne gelir anlatmaya devam ederdi. Bazen özlemlerini dillendirirken bakışları çok uzaklara takılı kalıyordu. Ve “Onlar şimdi her akşam toplanıyorlardır. Efsane gibi bire bin katarak anlatıyorlardır, eski şeyleri. Şimdi yaptığımızın işlere bin katı ekleniyordur. Propagandamız kendiliğinden yayılıyordur .” der ve derin derin nefes alarak değerlendirmelerine devam ederdi. Elimizin çok dar olduğu, yine birçok yönden zorlandığımız bir dönemdi. Ama Başkan, her şeye rağmen yaşamı canlı kılmaya çalışıyordu. Yine de bizlerin yurt dışında yaşama zorluğunu gideremiyordu. Bir o tarafa, bir bu tarafa bakıyor ve halka çeviriyorduk yüzümüzü. İlişkilerimiz, o zaman çok çok sınırlıydı.
Farklı halklarla çok içli dışlı olmadığın bir yerde olmak, daha çok zorluyordu bizi. Mesela Avrupa’ya giden arkadaşlar, oraya giden işçilerle kalabiliyorlardı. Ama bizim için durum öyle değildi. Lübnan’da az da olsa Kürtler vardı. Suriye’deki halkla kısmi ilişkilerimiz vardı. Çok uzak da değildi, ama yine de yabancılık ağır ve zor geliyordu. Kendi ülkemizin çocuk seslerine özlem duyuyorduk. Sanki ülke avucumuzda ve biz onu bir türlü avuçlayamıyorduk. Kendimizi orada yapayalnız kuyuya atılmış taş gibi hissediyorduk. Biz, sesler yankılansın diye çırpınırken sanki kimse bizim sesimizi duymuyordu. Bazen de aylarca kimse arayıp sormuyordu. Bazen keşke birileri gelse nasıl olduğumuzu sorsa, salt eleştiriye bile razıyız tarzında tartışmalarla birbirimize takılıyorduk. Tabii böylesi süreçleri yaşamak, yoldaşlık bağlarımızın hiç kopmayacak bir hale gelmesini sağlıyordu. Yokluk ve zorlukları, giderek güçlü yoldaşlık zemini yapıyorduk. Yaşadığımız zorluklar, bizi birbirimize bağladıkça biz zorlukları başarının gerekçesi yapıyorduk. Bazen de sinirlerimiz gerilince, her ne kadar birbirimize yansıtmasak da, bu yüz hatlarımızdan okunuyordu. Artık birbirimizin en ufak mimik hareketinin ne anlam taşıdığını anladığımız için, bu konuda da birbirimize oldukça derin bir anlayışla yaklaşıyor ve birbirimizle ilgilenmeye çalışıyorduk. Hele bazen Kemal’i hatırladığımızda içimizde bir şeyler kıpırdamaya başlıyordu. Kemal her şeyi yapıyor, yerinde durmuyordu. Nasıl anlatsam yani yapmadığı bir şey yoktu. Kemal’in bu aşırı hareketliliğine Başkan’ın kendisi de bazen kızıyordu. Kemal, yaptıklarından sonuç da çıkartıyordu. Hatalarından güçlü sonuçlar çıkarmak için uğraşıp dururdu.
Bunun mücadele için gerekliliğini bildiği için, daha çok sonuç çıkarmak için yoğunlaşıyordu. Kemal, bir çağlayan gibiydi. Yaşamda hiç durmayan ve her şeye inat akan ırmaktı. Evet coşkun bir sevgi seliydi Kemal. Onun olduğu yerde atiklik, hareketlilik zamanla yarışırdı. Bazen de hata yapınca, küçük çocuklar gibi hemen telafi etmek için mutlaka yeni bir çözüm yolu bulur ve sunardı. Olayları mücadele dışı bir yaşam olarak sonuçlandırmıyordu. O yüzden de çok eleştirilecek bir yanı kalmıyordu. Kemal girdiği ortamda insanlar için moral, irade gücüydü. Özgür iradenin sesi oluyordu. Hele bir de Başkanla bir araya geldiler mi, tablo daha da bir güzelleşiyordu. Onlar kavga ettiklerinde bile her zaman yeni bir güzelliği yaratmak için çırpınıyorlardı. Bazen de bu küçük kavgalar sonrasında Kemal, çok kısa bir süre sessiz kalır ve sonra yine kabından taşardı. Başkan, zararlı şeylere kızardı. İnsana zarar veren, şeylere kızardı. Yoksa diğer şeyleri çok takdirle karşılayan yaklaşımı vardı. O anlamda çeşitliliği severdi. Fakat zarar veren bir durum olunca, kim olursa olsun, nerede ve nasıl olursa olsun görmezden gelmiyor, affetmiyordu. Öyle bir yaşam ilkesi vardır. Kaldığımız evin dışında, Filistin mahallesindeki gelip giden arkadaşlarımızın kaldığı eve gidiyorduk. Çok sık olmamakla birlikte, ara sıra oraya gidip geliyorduk. O koca ülkede bir gittiğimiz yer Filistin mahallesindeki evimizdi. Evden çıktığımız da sadece oraya gidiyorduk.
Gezilere Çıkıyorduk
Yıllar önce Ankara’da yaptığımız gibi Şam’da da sabah gezintilerine çıkıyor, alış-veriş yapıyorduk. 1981-82’de iki-üç günde bir kaldığımız evin alt tarafındaki bahçelerde geziyorduk. Bu gezileri daha çok, evdeki hareketsizliğin hantallık yaratmaması için yapıyorduk. Başkan ise, gerçekten geziyi çok seviyordu.
Önderliğin tarihe olduğu kadar tarihi eserlere de merakı oldukça büyüktür. Herhalde Suriye ve Lübnan’daki tarihi yerlerin hepsini gezmiştir. O zamanlar gelen misafirleri de gezdiriyordu. Cezaevinden çıkıp Önderlik sahasına gittiğimizde O, oraya yeni gelen bir çok kişi gibi bizimle de Palmira’ya geldi.
Bir gün lokantaya da gittik. Gittiğimiz yerde yemekler çok yağlı ve ağırdı. Başkan masaya bakıp bir şeyler hatırlayıp gülüyordu. Önceleri çoğunlukla da yeni gelenleri bu lokantaya getiriyormuş. Başkanla lokantaya gelenler, önce ekmekle karınlarını doyurdukları için asıl yemek gelince de yiyemiyorlarmış. Aynısını bizde yaşadık. Biz de yemekler geldiğinde çok yemek yiyemedik. Yemekten sonra birde yağlı ve yumurtalı bir tatlı getirdiler, bir kadayıf türüydü. Çok sıcak bir yaz günüydü ve yemekler gibi ağır tatlılar da yenilemiyordu. Başkan “Onu da yiyin, para vermişiz” diyerek bitirmemiz gerektiği yönünde mesaj verdi. Fuat, terliye terliye önündekileri yiyip bitirdi. Tabii bir süre geçtikten sonra durup durup birbirimize bakarak kendi halimize gülüyorduk. Başkan, “Yemektir, önce dikkatli yiyeceksiniz” diyordu. Daha sonra da masaya bira getirdiler. Başkan bir bardağı doldurup “İçin” dedi. Fuat, Dursun Ali de bizimleydi. Hiç birisi kafasını bile kaldırmıyordu. Ama Başkan, ‘için’ diyordu. Suriye de idik ve çevremizdekilerin hepsi bize bakıyordu. Artık dayanamayıp içimden mademki Başkan çok ısrar ediyor deyip sonra, bardağı tuttuğum gibi kafama diktim. Başkan nasıl karşıladı bilemiyorum, içerken kendisine hiç bakmadım. O kadar ısrar edince ayıp olmamsın diye içtim.
Yemekten sonra, gezimize kaldığımız yerden devam ettik. Harabeleri, ilkel çağdan ve köleci dönemden kalma mezarları dolaştık. O dönemde cenazelerini evlerinin raflarına gömerlermiş. Cenaze yerleri odaların yanındaydı, oraları dolaşırken Başkan birden bire bana, “Abbas, Evren hakkında ne düşünüyorsun” deyince ben de Ahmet Kahraman’ın bir kitabı vardı, ama okumadım dedim. Ardından Kenan Evren’in yazılmamış anıları vardı dediğimde Önderlik bir kahkaha atarak, “Kenan Evren senin aklını yemiş. Kainat hakkında ne düşündüğünü soruyorum” dediğinde bir şey demedim. Önderlik, o süreçte gökyüzünü, gezegenleri ve yıldızları çok araştırıyordu. Evrenin geçmişi ve geleceği üzerinde kafa yoruyor ve tartışıyordu. Yine bir kaleye gittik, Latkiye ile Şam arasında bir yerdi. Hepsini gezdik, Surları dolaşıp üste çıktık. Tabii o dönemde kaleyi inşa edenler savunma amaçlı olarak kaleyi tepenin üzerine kurmuşlar. Onların kaleyi yüksek yerlere kurmuş olmaları, bizi de çok yükseklere çıkartı. Yürürken Başkan bir ara sendeledi, sendelediğinde de “Siyasi denge iyi de…” dedi. Sanki dengesizlik, siyasi dengeyi de zayıflatıyor diyecekmişiz gibi anında cevap verdi. Hazır cevap derler ya. Ama bu basit hazır cevaplık değildi. Sanki saatlerdir onu düşünüyor da öyle bir cevap oluşturmuş gibiydi. Başkan’ın düşünce mekanizması saat zembereği gibi kuruludur.
Aynı süreçlerde Yalçın Küçük de gelmişti. Yalçın Küçük’le “Düşünürken yapmak. Yaparken düşünmek” ilkesini değerlendirdiler. Yani her an düşünen ve anında yorum geliştiren bir zeka, müthiş bir muhakeme gücü söz konusu. Diyalektikte öyle bir zeka var. “Siyasi denge iyi de” demesini hiç unutmuyorum. Dışımızda bunu yapanlar, bize karşı olanlar, bizim yaptıklarımız dengede mi değil mi, dengesizlik neresindedir tespit edip, örgütü öyle yürütüyordu. Onun içinde Önderlikle beraberken herkes kendisini iyi hissediyordu. Hiç kimsenin başka hesap yapmasına gerek kalmıyordu. Çoğu arkadaşın “Nasıl olsa Önderlik düşünüyordur” yaklaşımı da buradan kaynağını alıyor.
Önderliğin tarih bilgisi çok fazlaydı. Önderlik tarihe karşı ilgisini konuşarak çeşitli sorular sorarak çevresiyle de paylaşırdı. Tarihi gerçekten onun kendi gerçekliğine göre anlamaya çalışıyordu. Anlatırken tartışırken o anı yaşayıp hissetmeye çalışırdı. Mesela tarihi yerleri gezerken ‘Acaba burada kim yaşamıştır’ derken geçmiş yaşama duyduğu büyük saygıyı dile getirmeden geçemiyordu. Bu söylemleri basit değil, o sözlerinde o tarihin anlamı saklıydı. Yaşamış olanların emeğine, anısına büyük bir değer veriyor ve saygı gösteriyordu.
Ucuz Anmaz
Fuat çoğunlukla Tevrat’ı okuduğu için Başkan, İsa’yı Fuat’la çok tartışıyordu. O konuda sıkıştığında hemen İsa’dan örnek vererek Fuat’a “Fuat, İsa bu konuda ne diyordu” diye sorardı. Büyük devrimci, düşünce akımının yaratıcıları peygamberler gerçeğini en iyi yorumlayan da Başkandır. Peygamberleri her zaman devrimci kuşak, düşünce üreten kuşak olarak değerlendirirdi. Savunmada da insanlığın gelişimindeki en büyük etkeni düşünce olarak ortaya koyuyor. Önceki Marksist diyalektiğin ekonomiye öncelikten de öteye temel bir rol vermesine karşılık Önderlik, düşüncenin, ideolojinin toplumsal gelişmedeki rolünü öne çıkarıyor. “Onlar koskoca kitaplar yazdılar. Muhammet Kuran’da neler yazılı baştan sona kadar adeta onun her kelimesinin sancılarını bilen tanıyan bir konuma sahiptir” diyor. Başkan, emekle yaratılan değerlere olduğu gibi, her zaman o büyük düşüncelere ve devrimci eylemlere saygıyla yaklaştı. Onları tanımlarken; insanlık için büyük yaratıcı, çığır açıcı insanları tanımlaması kaynağını onlara duyduğu saygıdan ileri geliyordu. Öyle ucuz anmaz, ucuz konuşmaz ve değerlendirmezdi. Değerlendirmelerinde İsa’nın daha çok ezilenlerden, yoksullardan yana tutumu ön plana çıkıyorken, Hz Muhammet’in ise devrimciliği ön plana çıkıyordu. Büyük dönüştürücü, değiştirici, eylemci kişiliğini her zaman önde tutuyordu. Küçük kuvvetlerden çıkarak, önemli başarılar kazanmanın askeri ve siyasi bakımdan başarı kazanmanın İslam dünyası tarafından temel örneği olduğunu belirtiyordu.
Başkan, hiçbir zaman çocukluğunu nostalji olsun diye anlatmazdı. Fakat bir olay karşısında ders çıkarmak gerektiğinde onlardan örnekler verir. Mesela çoğunlukla “Sizin çocukluğunuzla benimki bir değil. Ben, sizin gibi çocuk olmadım.” diyordu. Özellikle belli bir bilinç kazandıktan sonra aile ile düştüğü çelişkilerden sürekli ders çıkarmaya çalışıyordu. Çocukluğu, bireyin temel gelişimi, özgürleşme alanı olarak görüyor ve ona çok değer veriyordu. Birey olmayı orada arıyordu da diyebiliriz. “Siz çok isyan edemediniz, uysal kaldınız ve dolayısıyla özgür birey olma, yanlışlara, bağımlı, zayıf bırakan etkenleri görüp, onlarla mücadele etme gücünü ortaya çıkartma gücünüz gelişmedi. Şimdi onun zorlanmasını yaşıyorsunuz” diyordu. Kendisinin küçük çocukken yaşadığı en basit şeyleri bile büyük bir yaşam dersi haline dönüştürüyor Başkan. Okula gidişi, öğrenciliği, işe yaklaşımı, aileyle ilişkileri, anneyle, babayla, kardeşleriyle ilişkileri çok fazla anlattığı şeylerdir. Bir çok şeyi Önderliğin anlatımıyla yaşadık. Yoksa ben Halfeti’yi görmedim hiç, Önderliğin anlattıklarıyla oraları görmüş gibi biliyorum.
Mesela gördüğü rüyaların üzerine çok düşünüyordu. Son savunmalarda da “Gördüğüm rüyalar” diye bir cümle var, okuduğumda hayret ettim. Atina Savunması’nı okurken çok ilgimi çekti. Yine kayadan geçemeyip de kan içerisinde kalma olayı mesela. Birçok kez şöyle bir rüya gördüm diyerek, ne olduğunu sorardı. 1981’de, ’94’te de bu soruyu sorardı. Aslında uyku dünyasında da yaşıyordu. Ona değer veriyor ve anlamaya çalışıyordu. Nedir, kaynağını nerden alıyor diye anlamak istiyordu? Bazen “Şöyle bir rüya gördüm, sence ne demektir? Ne anlama geliyor?” diye sorduğu çok oluyordu.
Hisler…
15 Ağustos için bir akşam moral yapacaktık. O sıralar misafir olarak İsmet Şerif Vanlı da vardı. Başkanın yapacağımız morale katılacağını düşünmüyorduk, ama katılmasını da çok istiyorduk. Yine de ne olur ne olmaz diye bir kere söyleyelim dedik. Ona söylemek için akşama doğru hazırlandık, yemek saatinde Başkan’a 15 Ağustos kutlaması yapacağız diyecektik ki, kendisi hemen ağzımızdan sözü alıp “Ben de geleceğim” diyerek sormak istediğimiz sorunun cevabını vermişti. Ayaklarında sadece terlik vardı, biz cevap verdikten sonra salona doğru gitti. Bize hiç konuşma, sorma fırsatı vermemişti. O zaman bizim hazırladığımız program farklılaştı. Başkan, o akşam 15 Ağustos’a ilişkin duyumsadıklarını, hissettiklerini, anılarını anlattı, anlattırdı. İsmet Şerif Van’ lıyı konuştururken eski birçok arkadaş orada hazırdı. Beni arattırdığında ben, başıma geleceğini önceden hesaplayarak kaçmıştım. Saat üçe doğru geliyordu ve herkes yorulmuştu. Biz de morali bitirip, havuzun oraya gittik. Gece sanki bizim yaptığımız moralden etkilenmişti, ay ışığı ısıtıyordu geceyi. Gayri ihtiyarı nereden aklıma geldi ben de anlamadım, ama bir ara “Epeyce geç oldu, arkadaşlarda uyuyorlardır” dediğimde, Başkan, şaşırarak“Nasıl uyuyorlar…, topla bakalım, tekrar kutlamaya başlasınlar” dedi. Herkes yatmıştır, artık toplanamazlar dediğimde, fazla üstelemedi. Ama o ay ışığına bakıyor, ışıklarının yansıdığı geçmiş geceleri tekrar yaşıyor ve heyecanlanıyordu.
1994’de Ertuğrul Kürkçü geldiğinde Başkan kendisine, “Başkanım gel seninle bir kongre yapalım ki herkes yaptığının hesabını versin. Biz ortak bir örgüttük. Ben bunları yaptım, sende raporunu ve.” dedi. Başkan Ertuğrul’u seviyordu. Bu sadece Türkiye’nin mevcut durumundan, Türk-Kürt ilişkilerinin ve halklarının ilişki düzeyinden de öte, onun halkçı karakterinden kaynağını alan bir tutumdu. Emekçilere, halka ve ezilenlere yaklaşımından ileri geliyordu. Bu konuda hiç ayrım yapmadı ve Savunmalarında yine “Ben doğru karakteri her zaman önde tuttum” diyerek buna vurgu yapıyor. Önderliğin doğru karakterden de öteye, halkçı bir karakteri vardı. Önderlik, nereden kim gelirse gelsin her halkın değerine büyük saygıyla yaklaşmayı ve seviyeli tutum takınmayı bilir.
***
Yine biz 1994 Kasım sonunda ülkeye geçiş hazırlıkları yapıyorduk. 27 Kasım günü dersten çıktığımızda Önderlik, Karasu ile birlikte kapıda bizi bekliyordu. Yeni devrenin açılış konuşmasını yapacaktık. Önderlik kapıda konuşuyor muyuz, konuşmuyor muyuz diye bir süre bekledi. Önce biz konuşmayız diye itiraz ettik, olmaz gideceğiz yol üstündeyiz dedik. Biraz geçtikten sonra kürsüye çıktık ve o zaman üç saat Karasu arkadaşla birlikte ders verdikten sonra, Önderlik zamanın dolduğunu fark edince ancak dersi bitirdi. Hemen tamam demedi; gözlemledi. Daha sonra arabalar hazırdı vedalaşıp arabalara bindik. Biz ülkeye gitmek için araba bekliyorduk, ama Başkan devrenin açılış konuşmasını yaptırdı. Bize aralıksız bir maraton havasını yükledi. Başkan, insanı sürekli olarak bir yaratıma yöneltiyor, çalıştırıyordu. Dershanenin kapısından çıkıp ülkeye gelmek için arabaya bindik.
***
15 Ağustos’tan sonraydı, ben fotoğrafçıydım. Önderliğin Mehmet Karasungur’la birlikte ayakta çektiği bir resim var, o bana ait, ben çekmiştim. Akademide I. Konferans sırasındaydı, haberleri yoktu. Ayaklarında terlik vardı. Mehmet Hoca Arkadaş İran’dan yeni gelmişti. Benim fotoğraf makinem vardı, biraz ilginç bir poz görsem hemen çekiyordum. Okulda fotoğrafçılar vardı. Başkan benim başka işlerim olduğu için fotoğraf çeken değil de, diğer işleri yürüten olmamı istiyordu. Bir sefer neredeydi hatırlamıyorum ama, “Sen bizim protokolü alt-üst ettin” dedi. Niye olduğunu çok fazla düşünmedim. Çünkü fotoğraf çekerken disiplini biraz bozuyordum. Fotoğrafı çekmek de disiplini, protokolü bozuyordu. O yüzden çekmemi istemiyordu, yoksa çalışmaktan değil.
Bir gün misafirler okula gelen misafirler ayrılacaktı. Fotoğrafçı gecikince, misafirle ortada kala kaldık. Başkan epeyce de fotoğrafçıyı aradı, dolaştı, kızdı. Her tarafa baktık, fotoğrafçı yok. En son baktım ki olmayacak “Bak, ben çekseydim böyle olmazdı. Yasaklanınca iş zora girdi” dediğimde Başkan hiç ses çıkarmadı. Bunu görünce hemen gidip makinemi getirdim ve Başkan’ın misafirlerle resimlerini çektim. Yoksa misafirler gidemiyorlardı.
Duran Kalkan