HABER MERKEZİ
Güvenlik, savunma ya da en genel anlamıyla korunma, üreme ve beslenme ile birlikte canlı var oluşu sağlayan en temel veri oluyor. Güvenliğini sağlayamayan, yani kendini koruyamayan bir şey canlı olarak var olamıyor. Kuşkusuz güvenlik de durduk yerde ortaya çıkmıyor. Güvenliği sağlama ya da kendini koruma ihtiyacı için, bunu var eden bir tehdit gerekiyor. Yani canlı var oluşu yok etme tehdidi karşısında güvenlik veya korunma ihtiyacı ortaya çıkıyor. Elbette böyle bir tehdit doğal olabileceği gibi, insan aklı tarafından üretilmiş de olabiliyor.
Şimdi TC-Suriye sınırında bir “Güvenli bölge oluşturma” tartışması siyaset gündeminin neredeyse birinci maddesi haline gelmiş bulunuyor. Sınırın Suriye tarafında “32 km. derinlikte” bir şeridin güvenli bölge haline getirileceği söyleniyor. Ancak deyim yerindeyse her kafadan bir ses de çıkıyor. Daha doğrusu kullanılan aynı kavramlara herkes farklı anlam yüklüyor. Kimisi bunu, Rojava Kürdistan’ın TC saldırılarına karşı korunması olarak anlıyor. Kimisi ise, TC Devletinin “Teröre karşı korunması” olarak tanımlıyor. İş o noktaya kadar varmış ki, Demokratik Suriye Güçleri Genel Komutanlığı “Hiçbir komşu gücü tehdit etmediklerini” açıklamak zorunda kalıyor. Tabi bütün bu tartışmalar TC’nin Afrin’i işgal saldırılarını başlattığı tarihin birinci yıldönümünde ve Mınbiç’te yapılan intihar saldırısı ile 5’i ABD askeri 15 kişinin öldüğü bir ortamda yapılıyor.
Besbelli ki ortada bir güvenlik sorunu var. Hatta söz konusu güvenlik sorunu sadece sınır kesimi veya Rojava Kürdistan ile sınırlı da değil, tüm Ortadoğu ve dünya için ciddi bir güvenlik sorunu vardır. Çünkü her gün saldırı olmakta ve dünyanın dört bir yanında insanlar korku ve endişe içinde yaşamaktadır. Peki bu denli bir güvenlik sorunu varsa, o halde tehdit eden kimdir? Oluşturulması tartışılan güvenlik bölgeleri kim ya da kimlerin tehdidine karşı inşa edilecektir? Öyle ya, önce tehdit belirlenmeli ki, ardından da doğru ve yeterli bir tedbir geliştirilebilsin.
Peki Kuzey ve Doğu Suriye’den TC’ye dönük bir tehdit var mıdır? Yaşama Tayyip Erdoğan’ın zihniyeti ve siyaseti ile bakarsak evet, vardır. Çünkü Kuzey-Doğu Suriye’de Kürtler vardır ve Kürtler kendi dilleriyle konuşup kendi kendilerini yönetmektedir. TC zihniyetine göreyse, nerede bir Kürt varsa ve Kürt kimliği ile yaşıyorsa, o TC’yi tehdit etmektedir. Çünkü kurulduğundan beri TC’ye hakim olan zihniyet ve siyasete göre “Kürt yoktur, varsa da yok olmak ve Türkleşmek zorundadır”. Eğer bir yerde Kürt varlığı Türkleşmiyor ve Kürt olarak var olmak istiyorsa, söz konusu zihniyet ve siyaset bu durumu kendi bekası için en büyük tehdit olarak görüyor. Bu durum ister Rojava Kürdistan’da olsun, isterse Başur veya Kürdistan’ın başka bir parçasında ve yurtdışında olsun, mevcut TC zihniyet ve siyaseti açısından durum değişmiyor.
Bu nedenle, Demokratik Suriye Güçleri Genel Komutanlığı istediği kadar “Biz hiçbir komşuyu tehdit etmiyoruz” diye açıklama yapsın, TC Devleti ve AKP-MHP Yönetimi QSD’yi birinci tehdit olarak görmektedir. Neden? Çünkü, QSD içinde Kürt özgürlük güçleri örgütlüdür ve QSD’nin koruduğu alanlarda Kürtler kendi kimlikleriyle yaşayıp kendilerini yönetmektedir. Evet askeri olarak QSD’nin TC’ye yönelik hiçbir eylemi ve tehdidi yoktur. Fakat QSD bölgelerinde Kürtlerin kendi kimlikleriyle özgürce var olmaları, TC’ye hakim olan Kürt düşmanı, Kürdü yok sayıp yok etmek isteyen zihniyet ve siyaseti tehdit etmektedir. Rojava’daki özgür Kürt varlığını kabul ederse, o zaman Kuzey Kürdistan’daki yirmi beş milyon Kürdü yok sayamamakta ve mevcut soykırım politikalarını uygulayamamaktadır. Doğal olarak Kuzey Kürdistan’daki Kürtlerin ulusal-demokratik haklarını tanımak zorunda kalmaktadır.
Bu açıdan, esas tehdit algılaması, TC Devletine hakim olan Kürt düşmanı zihniyet ve siyasetten kaynaklanmaktadır. Kürdü inkâr eden ve imha etmek isteyen zihniyet ve siyaset, özgürce var olmak isteyen Kürtlüğü kendisi için baş düşman olarak görmekte ve buna göre de düşmanlık yapmaktadır. Bu düşmanlık zihniyet ve siyaset olarak öyle bir noktaya varmıştır ki, nerede Kürt kimliği ile bir var oluş varsa onu “Terörist” diye damgalayıp hemen saldırarak yok etmek istemektedir. Bu dünyada Kürt kimliği ile var oluşa hiçbir yerde izin vermemek istemektedir. Her türlü Kürt var oluşuna karşı her biçimde saldırıyı ve yok etmeyi kendisi için hak olarak görmektedir. İşte bu denli ırkçı, şoven ve hastalıklı bir zihniyet ve siyasettir bu.
Bugün Kürtler elli milyona yakın bir toplumdur. Küresel kapitalist hegemonya ve faşist-soykırımcı saldırılar sonucunda Kürdistan dört parçaya bölünmüş, Kürtler dünyanın dört bir yanına savrulmuştur. Dünyadaki diğer insanlar ve halklar gibi, Kürtler de bulundukları yerlerde Kürt kimlikleriyle özgürce yaşamak istemektedir. Bu istem, çok haklı olarak demokratik insanlık tarafından da desteklenmektedir. İşte sorun bu temelde daha da büyümektedir. Nerede bir Kürt insanı kendi kimliği ile yaşamak istiyorsa TC Devleti onu düşman görmekte, kim Kürt halkının varlığını ve özgürlüğünü destekliyorsa TC Devleti onu da düşman görmektedir. Kürde var olma ve yaşama hakkı tanımamakta, var olma çabalarına her yöntemle saldırmaktadır. Bunu Kürdistan’da yaptığı gibi, dünyanın dört bir yanında yapmaktadır. Dahası herkesin kendi zihniyet ve siyasetinde olmasını, dolayısıyla Kürt soykırımına katılmasını istemektedir.
İşte gerçek tehdit ve sorun, söz konusu Kürt düşmanı bu zihniyet ve siyasettir, bundan doğan saldırı, baskı, terör, işgal, katliam ve soykırımdır. Bu anlamda güvenlik ihtiyacı olan Kürtlerdir. Güvenliği tehdit eden güç TC Devleti ve AKP-MHP Yönetimidir. Bu sadece Kürdistan’da da değil, dünyanın dört bir yanında böyledir. AKP-MHP Yönetimi faşist çeteler örgütleyerek, dünyanın dört bir yanında eyleme seferber edip insanlığa karşı tehdit oluşturmaktadır. Dolayısıyla Kuzey-Doğu Suriye’de olduğu gibi, TC sınırları içinde, Irak ve İran’da, bölge ve dünyanın her tarafında TC’den gelen tehditlere karşı Kürtlerin ve dostlarının güvenlik sorunu vardır.
O halde, Kuzey-Doğu Suriye’de başta Kürtler olmak üzere tüm halkları koruyacak bir güvenli bölge oluşturulacaksa, bu güvenliğin herkesten önce TC tehditlerine karşı oluşturulması gerekir. Yoksa TC Devletiyle birlikte bölge oluşturmak demek, kuzuyu kurda teslim etmek anlamına gelir. Bu alanda hareket eden ve bu temelde çalışma yapmayı düşünen herkes, öncelikle bu gerçeği görmelidir. Daha bir yıl önce TC Devleti Afrin’e yönelik nasıl bir saldırı yürütmüş ve Afrin’de nasıl bir Kürt soykırımı geliştirmiştir; bunların hepsi gözler önündedir. Kuzey Kürdistan’da Kürt halkına karşı nasıl bir katliam ve soykırım uyguladığı ortadadır. Dahası DAİŞ’i, El Kaide’yi, El Nusra’yı örgütleyen ve besleyen de AKP-MHP faşizmidir. AKP-MHP faşizmi, örgütlediği çete güçlerini ihtiyaca göre “ÖSO” veya “DAİŞ” veya “EL Nusra” adlarıyla kullanabilmektedir. Aslında kullanılan güçle kullanan aynıdır, kullanım yerine göre adı değişmektedir. İşte AKP-MHP’ye bağlı çeteler en son olarak Mınbiç’te ABD askerlerini vurmuştur ve yapılan saldırıyı DAİŞ adıyla üslenmiştir. Yoksa Mınbiç’te böyle bir saldırı yapacak DAİŞ gücü nerededir? Bunu TC’nin, AKP-MHP Yönetiminin beslediği çetelerin yaptığı açıktır. Peki böyle bir gücün “DAİŞ’e karşı her yerde mücadele ediyoruz” demesinin gerçekte bir anlamı olabilir mi?
Demek ki herkesin gerçekleri görmesi ve dikkatli hareket etmesi gerekir. Kürdistan’da, Ortadoğu’da ve dünyada güvenliği birinci derecede tehdit eden güç TC Devleti ve AKP-MHP faşist diktatörlüğüdür. DAİŞ ve El Kaide gibi çete güçlerini örgütleyip besleyerek Kürtlere ve dünyanın dört bir yanına saldırtan bu diktatörlüktür. Kim ki Kürtlerin ve başka halkların faşist saldırıya karşı güvenliğini sağlamak istiyorsa, onun en başta AKP-MHP faşist diktatörlüğüne karşı bunu yapması gerekir. AKP-MHP faşist diktatörlüğüne karşı tavır alması, DAİŞ karşıtı oluşan koalisyonu AKP-MHP karşıtı koalisyon olarak devam ettirmesi gerekir. Bugün AKP-MHP faşist diktatörlüğüne karşı en önemli ve anlamlı direnişi Leyla Güven ve “Tecridi kıralım, faşizmi yıkalım” hamlesi yürütmektedir. O halde Kürdistan, Ortadoğu ve dünyada güvenlik isteyenlerin, Leyla Güven’in yürüttüğü direnişe sahip çıkması ve onun etrafında birleşmesi gerekir.
Kaynak: Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi/Atakan ÇETİN