HABER MERKEZİ –
4- Barış Arayışında Olmak, Eleştiri-Özeleştiri Yapmak
Görünüşte Türkiye’nin en eski ve tanınmış Siyasal Bilgiler Okulunun son sınıfına kadar üstün başarıyla tırmanmıştım. Sonuç, öğrenme yeteneğinin ölümcül bir darbe yemesiydi. Daha sonra seçtiğim devrim okulu, yaşamı daha da öğüten bir acımasız değirmen çarkıydı. Dağ tutkumu baştan esas alsaydım, trajediyi belki yırtardım. Ama buna da arkadaş kurtarma, yaratma endişesi asla fırsat vermedi. Uygarlığımızın son temsilcisi Avrupa’nın hem doğu hem batı kapısına kendimi attığımda, buz gibi sermaye-kâr hesapları ortamında kendimi cascavlak bulacaktım. Bu noktada artık beni hiçbir güç yürütmüyordu. Belki de kapılacak bir rüzgârım bile yoktu. Olması da artık ilgimi çekmiyordu. Bu süreçte bazı yoldaşlarım kendilerini cayır cayır yaktılar. Çok sayıda yiğit delikanlı ve kızlar her şeylerini adamaya hazırdılar. Bunlar asla inkâra gelmez. Çok büyük direnişler sergilediler. İnanılmaz bir bağlılık gösterdiler. Ama tüm bunlar yalnızlığımı şiddetlendirmekten öteye sonuç vermiyordu.
‘Her savaşın bir barışı vardır’ sözü genel bir doğrudur. Savaşın ne kadar gerekçe, araç ve hedefleri varsa, barışın da gerekçeleri, araç ve hedefleri vardır. Barış sanıldığı gibi pasifist bir eylem değildir; rahat ulaşılan, doğal, kendiliğinden gelen bir yaşam süreci de değildir. Barış, savaş öncesi ve sonrasında siyasal yaşamın en yoğun yaşanan bir dönemi olarak tanımlanabilir; siyasetle savaş arasındaki kararsız dönem olarak da değerlendirilebilir. Ama toplum hayatında en çok istenen ve uğruna savaş verilen bir moral değerler sistemi olduğu da doğrudur. Barışın dinamik bir olgu olduğu ve savaşla yakından bağlantısı bulunduğu hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Savaşı olmayanın barışı da olmaz. Tersine, barıştan anlamayanın savaştan anlaması da içten olmaktan uzaktır.
Uzun savaş tarihini ve teorisini yapmak konumuz dışındadır. Fakat düşük yoğunluklu bir savaşı yakın dönemde yaşadığımız genel kabul görmüş bir görüştür. PKK’nin 15 Ağustos Atılımı, TC yetkililerinin ‘en büyük terörist eylemler’ olarak adlandırdıkları bu dönem, 2000’lerden itibaren derinliğine bir barış arayışına girmiştir. Sorgulanması gereken, bu barış arayışının ne kadar gerçekçi olduğudur. Yoksa Türkiye toplumunda yüzyıllardan beri birçok nedene dayalı olarak bir barış olgusu hep gündemde olmuştur. Savaş ve çatışma varsa barış istenmiştir; barış varsa, yaşama hakkı kullanılmıştır. Ulusal boyuttan aile içine kadar yaşadığımız toplum, ağır şiddet olgusuyla karşı karşıyadır. Ulusal ve toplumsal sorunlar çözümlenemediğinden, hep öfke ve şiddet biriktirmişlerdir. Bir gün gelmiş bu şiddet birikimleri patlamış, isyanlar ve çatışmalara götürmüştür.
Kürt sorunu, yaşadığı ağır çözümsüzlükten ötürü, kapsamına en çok şiddet biriktiren bir olgudur. Yüzyıllardır bu yüzden isyanlar yaşanmıştır. İsyanlar adil ve onurlu barışla sonuçlanmadığından, ‘ne savaş ne barış’ durumu en zor ve uğursuz yaşam tarzı olarak halkımızın yakasını bırakmamıştır. ‘Ne savaş ne barış’, aslında en acımasız bir toplum yönetim tarzıdır. Zayıf bir halkı bu politikayla serseme çevirmek, sınırsız baskıya ve sömürüye açık tutmak anlamına da gelmektedir. Kürtlerin yaşadığı coğrafyada, hakim ulus yönetimleri bu politikayı uygulamaktadırlar. Sürekli olağanüstü hal veya kriz yönetimi gibi bir biçim, sanki doğal ve sürekli bir yönetim tarzıymış gibi normalite kazanmıştır. Neredeyse tüm 19. ve 20. yüzyıllar bu tarz yönetimlerle dolu geçmiştir. Bu insanlık dışı yönetimlere son verme gereği açıktır.
PKK etrafında gelişen eylemlilik, aslında ‘ne savaş ne barış’ durumunun açığa çıkarılmasından başka bir şey değildir. Bu eylemlilik gizli, örtülü ve tek taraflı şiddet statükosunun bozulup, -dengesiz de olsa- iki başlı ve açık bir şiddet ortamına geçişi ifade etmektedir. Çok adaletsiz, zalim ve çürütücü bir statükodan, adalet arayan, zulmün kaldırılmasını isteyen ve çağdaş gelişme yolunda ilerlemeyi arzulayan bir statüye geçişi dayatmaktadır. Dolayısıyla PKK’nin etrafında gelişen savaşımı klasik halk ulusal kurtuluş savaşları veya devrimci isyanlarla karıştırmamak gerekir. Savaşların doğasını tanımadan, çözüm yoluna girmesini de başaramayız.
O halde yaşadığımız süreçte en çok tartışılması gereken sorun; yirmi yıla yakındır süren ve şimdilerde öz savunmaya geçmiş olan PKK savaşımını doğru tanımlamak, bu tanımlamadan kalkarak “Eğer devam edecekse, nasıl bir savaş?” sorusunu aydınlatmak kadar, “Devam etmeyecekse, o zaman nasıl barışa giden bir çözüm yolu?” sorusunu tartışmaktır. ‘Ne savaş, ne barış’ durumu sağlam ve insani bir duruş değildir. Bu ancak çok kısa olması gereken bir geçiş süreci olarak anlam ifade edebilir. Sonuçta ya yeni bir savaşla, ya da kalıcı bir barışla sonuçlanır. Şimdiki durumda yaşanan ‘ne savaş, ne barış’ durumu riskli, yozlaştırıcı, sadece toplumun barış ve kalkınmasını istemeyen güçlerin işine yarayan bir sürecin sürüp gitmesinden başka bir anlama gelmez.
Şöyle bir iddianın saçmalığı ortadadır: Eğer süreç -bu ister savaş, ister barış durumunda olsun- tıkanmışsa, yapılması gereken şey, herhalde tükeninceye kadar durumun sürüp gitmesi değildir. Tarihte en büyük savaşların süratle sonuçlandırıldıkları bilinmektedir. Uzun süreli savaşlar olmuştur. Ama bunların mantığında da sonuçta tıkanma değil çözüm olanağı vardır. Uzun vadelilik stratejik ve taktik nedenlerledir. Bunun bir adımı da çözüme yöneliktir. Doğru olmayan, bu tarz savaşlar değildir. Çözüm tarzını yok eden tekrarlayıcı savaşları kabul etmemek önemlidir. Kusur hangi tarafta olursa olsun, sonuç değişmez. Büyük acılar ve kayıplara yol açan, anlamı da olmayan bu tür çatışma ve savaşları aşmak, insan olmanın, rasyonaliteye sahip olmanın bir gereğidir. Tarihte Pirus zaferi diye bir deyim vardır. Bu deyim tam da değinmek istediğimiz sorunu işlemektedir. Savaş o kadar uzun sürmüştür ki, sonunda her iki taraf da kaybettikleriyle yetinmişlerdir. Birisi kazansa da, elde edeceği bir şey yoktur.
Kürt halkına dayatılan savaşların niteliği giderek bu duruma çok yaklaşmıştır. Bu, kazanan tarafa bile bir şey kazandırmayacak bir savaştır. 21. yüzyılda Kürt halkı ortadan kaldırılmadıkça, dayatılan bu savaşların hiçbir anlamı yoktur. Kürtler halk olarak yok edilse, belki yerine başkası yerleştirilir. Bu mümkün değilse, o zaman çağdaş özgürlüklerin dışında başka bir çözüm yolunun olmadığı da görülecektir. Çağdaş insan haklarının hiçbir devlete kaybettirmesi düşünülemez. Faşist, şoven emeli olanlar dışında, çağdaş özgürlükler devlet ve toplumu güçlendirir. Kürt halkı için uzun süreli bir saldırı şiddetiyle ayrılığa gitmenin ne olanağı ne de gereği vardır. Özgür birliktelikle her halkla birlikte yaşamak Kürt halkının kendi çıkarınadır. Bu anlamda çağdaş özgürlüklerin imkân dahiline girdiği günümüz için, uzun vadeli bir kurtuluş savaşının pek değeri yoktur. Kürt halkının çıkarı onurlu bir barış ve demokratik sistemin çalışmasından geçer. Ama varlığı inkâr edildikçe ve kültürel varlığına özgür ifade hakkı ve olanakları tanınmadıkça meşru savunma durumuna geçmesi; yüz yıl sürse bile, bu durum geçinceye ve çağdaş özgürlükleri tanınıncaya kadar meşru savunma durumunu sürdürmesi evrensel hukuk gereği bir haktır. Varlığını ve kültürel değerlerini savunmamak kadar onursuz bir durum olamaz. Hiçbir insanlık yönetiminde varlık inkârına ve kültüründen yoksun bırakılmaya karşı sessiz durulamaz. Ancak insanlıktan çıkılırsa, bu durum doğabilir. O halde ne ayrılıkçı uzun vadeli savaşların, ne de varlık inkârı ve kültürel yasaklamaya dayalı zor rejimlerinin kazandıracağı bir şey vardır. Bu amaçla yürütülen çatışmalar varsa, bunlardan vazgeçilmesi insan olmanın ve rasyonalitenin bir gereğidir.
PKK’nin geçmişte meşru savunmayı aşan eylemliliklerini bir hata olarak kabul edip aşması yerinde bir tavırdır. PKK’nin geldiği nokta, bu aşamanın sağlanmasıdır. PKK meşru savunma çizgisine hem teorik hem de pratik olarak dönüşüm sağlanmıştır. PKK’nin bundan daha fazla yapacağı bir şey olamaz. İş devlete düşmektedir. Kürt halkının varlığını kabul etmek ve kültürel değerlerine özgür ifade hakkı ve olanaklarını tanımak, demokratik sisteme ayrımsız işlerlik kazandırmak ve sonuçlarıyla birlikte genel bir af geliştirmek; haksızlığın giderilmesi ve barışın sağlanmasının temel koşullarıdır. Eğer devlet veya devletler Kürt halkına yönelik bu asgari barış koşullarını yerine getirmezlerse, Kürt halkına ve öncü güçlerine düşen görev, gerektiğinde yüz yıl sürecek kapsamlı bir meşru savunma savaşına hazırlanmaktır. Tüm coğrafyanın uygun alanları, dostluk ilişkileri ve kitle temeli buna göre kullanıma hazır olur. Meşru savunma ordusunun sayısı gerekirse yüz bine çıkarılır. Güç büyütme kendi varlığını korumaya bağlıdır. Bir bölükle sağlanıyorsa bir bölükle, yüz bin kişiyle sağlanıyorsa bu sayıda kişiyle meşru savunma durumunun sürdürülmesinden başka çare yoktur.
Kürtlerin mevcut durumu stratejik saldırıya dayalı bir savaşa pek imkân vermez; verse de bu gereksizdir. Bunun kayıpları kazançlarından kat be kat büyük olacaktır. Ama yıllarca sürse de, stratejik bir öz savunma savaşını verebilecek durumdadır. Bunda hiç kaybı olmaz. Belki bazı insan kayıpları olabilir. Zaten doğal ölümün kaybettirdikleri, savaştan az değildir. Ama kazanacakları çoktur. Onurunu, varlığını, kültürünü, bilincini, iradesini ve parça parça anayurdunda en azından savaş ortamında da olsa yaşamasını kurtaracaktır. Her geçen gün uyanacak, dost kazanacaktır. Bir gün komşu halkları ve insanlığı da kazanacaktır. Dolayısıyla meşru savunma savaşının geleceği vardır. Çıkmazı yoktur. İçte barınamazsa dışta, ovada olmazsa dağda, dağda olmazsa şehirde, silahlı olmazsa silahsız, silahsız olmazsa silahlı, legal olmazsa illegal, illegal gerekmezse legal -ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri- her biçimi deneyerek, varlığını ve kültürünü koruyabilecektir. Kaldı ki, çağımızda en güçlü devletlerin bile kültürel varlıklara saldırdıkça ve insan haklarını tanımadıkça dünya tarafından tecrit edildikleri bir çağı yaşıyoruz.
Tüm bu hususları tekrar da olsa şunun için yazıyorum: Kürtlerle barıştan kaçınılamaz. ‘Ne barış, ne savaş’ durumu sürdürülemez. Dayatılacak savaşların ‘Pirus Zaferi’nden daha fazla kazanım sağlaması düşünülemez. O halde fazla bile sürdüğü söylenebilecek 15 Ağustos Atılımı’nın barışını gündemleştirmek gerekli ve gerçekçidir. Devletin birçok çağdaş örnekleri gibi gerekli adımları atması menfaatleri gereğidir. Kürtlerin istedikleri sadece varlıklarına saygı, kültürlere özgürlükler ve tam demokratik sistemin işleyişidir. Bundan daha insani ve mütevazı bir çözüm de düşünülemez. PKK’nin içine girdiği yeni meşru savunma düzeni yüksek sorumluluk gereğidir. Devlet veya devletler buna gereken karşılığı göstermelidir.
Bu ana çerçevede bir barış arayışının benim için savaşı geliştirmekten daha değerli olduğunu, İmralı süreci öncesinde de çeşitli vesilelerle göstermiştim. 1998 yılının 1 Eylülü’nde yapılan tek taraflı ateşkes ilanı, dolaylı diyaloga olumlu yaklaşım ve Türkiye’nin üst komuta kademesine mektup bu çerçevedeydi. Cumhurbaşkanı Özal ve Başbakan Erbakan’la dolaylı temaslar da bu arayış çerçevesindeydi. Defalarca bu hususları belirttim. İmralı sürecinde barış üzerinde daha da yoğunlaştım. Bunu herhangi bir taviz karşılığında değil, insani ve siyasal bir görev olarak belledim. Barışın teori ve pratiği, en az savaşın teori ve pratiği kadar gereklidir. Barış eğer sınırlı da olsa özgürlük çıkışlarına açıksa, en büyük kazanım sağlayan savaşlardan daha öncelikli olarak tercih edilmelidir. Barışın duygu, bilinç ve iradesinin daha soylu ve güçlü olduğuna da inanıyorum. Barışını özgürce sağlamış bir halkın her zaman örgütlü ve bilinçli olduğuna ve haklarını barış içinde daha rahatlıkla elde edebileceğine inanıyorum. Barışın zayıflık değil güçlülük olduğundan kuşku duymuyorum. Milliyetçi dogmalara esir düşerek, ‘kutsal vatan-bayrak-devlet’ adına sergilenen demagojik ifadeleri faşistçe yalanlar olarak değerlendiriyorum. En tutarlı yurtseverliğin tüm kültürel varlıklara saygı gösterilmesinden geçtiğine inanıyorum. Ulusuna en çok yararlı olmak isteyenlerin, bunu ancak kendi kültürleri kadar tüm halkların kültürlerine saygı göstererek gerçekleştireceklerine de eminim. 21. yüzyıl Kürt barışına tanık olacaktır.
İmralı yaşam sürecim, şüphesiz barış olgusunu derinliğine düşünmemde katkıda bulunmuştur. İmkânlar dahilinde bunun sonuçlarını dışarıya yansıttım. Son iki yıldır Türkiye ortamının yumuşamasında bu çabalarımın rolü belirleyici olmuştur. Özellikle siyasal elitten, parlamento ve hükümetten beklenen adımların atılmaması, daha fazlasına yol açmasına ve daha kalıcı bir barış şansına fırsat vermemiştir. Ben ölümden korkarak bu tavra girmiyorum. Bunun fayda ve çare getirmeyeceğini de biliyorum. Ancak ideolojik kimliğimin gereği olarak adımlar atmamın da yanlış yorumlanmamasını ve üstüne yanlış hesaplar kurulmamasını önemle belirtme gereği duyuyorum.
Bana uygulanan, bir çürütme sistemidir. Zaten ne tür bir komployla buraya alındığım bilinmektedir. Komplocuların geleneksel Anadolu, Mezopotamya ve Türkiye üzerindeki emellerine daha fazla fırsat tanımamak, siyaseti kan ve savaş üzerinde yürüten gerici şoven kesimlere daha fazla fırsat vermemek için, tüm Türkiye halkının yararına olan barış ve özgür birliktelik tavrımı sürdürmekte kararlıyım.
Ayrıca benim imhamın yalnız şahsımla sınırlı olmadığını, böyle olsaydı fazla açmayacağımı ve mesele yapmayacağımı belirtmiştim. Fakat halen yürürlükte olan komplo nedeniyle, imhamın zincirleme tüm yoldaşlardan, dostlardan ve dürüst bağlı yurtsever halkımızdan on binlerin imhası için bir başlangıç olarak kullanılacağını çok iyi bildiğimden, böyle bir olasılık gündeme girdiğinde ve bir tehlike olarak ortaya çıktığında topyekûn hazırlık, ayağa kalkma ve meşru savunma düzenine çekilme zorunluluk arz etmektedir. Barış için en makul adımları bile atmayanlardan her şey beklenebilir. Komployu boşa çıkarmak daha çok çaba istemektedir. Çürütme tarzının nereye götürmek istediğini iyi hesaplamak gerekir. Bana başta intihar etme biçimi dayatılmıştı. Benden sonrası birçok alanda planlanmıştı. Talabani’ninki sadece bir tanesidir. Barzani’ye bağlı olan planlar da vardır. Her ilgili ve iddialı gücün bir planlaması vardır. Bu planlar ortadan kalkmadı, zamana yayıldı. Türkiye’nin çözüm tarzının ne olduğu hiç bilinmemektedir. Ama çürütmeye çalıştığı, zaman içinde lehine olan en uygun alternatifleri kolladığı açıktır.
Bizim tavrımız bilinmektedir. Meşru savunma güçlerinin dört komşu devlet içinde barış ve demokratik birlik çözümünü sağlayacak nicelikte ve nitelikte olması şarttır. En mütevazı barış bile en sağlam ve en güçlü bir meşru savunma kuvveti gerektirir. Hangi devlet veya devletler saldırırsa saldırsın, hepsine karşı yetkin plan, hazırlık ve üslenmeleri tüm derinlik ve genişlikte olmak durumundadır. Barış ve demokratik çözümün şansı ancak arkasında her tür saldırıya dayanabilecek bir meşru savunma düzeni olduğunda olabilir.
Koşullar ne kadar ağır da olsa dayanmaya çalışacağım. İmralı yaşamımda sabır, anlam ve cesaret üretmek benim için zor olmayacaktır. Fiziki zorluklar iradem dışıdır. Daha da olumlusu, hem genel tarihi hem de Özgürlük Hareketinin tarihini İmralı’daki duygu ve düşünce gücümle sık sık değerlendireceğim. Bazı edebi çalışmaları planlayacağım. Şunu belirtebilirim: Duygu ve düşünce gücümün İmralı aşamasını kavramak olağanüstü önemde ve güçte olmaya götürür. Tarihsel büyüme ve büyüklük, benim İmralı’daki gerçekliğimi paylaşmaya ve temsil etmeye şiddetle bağlıdır. Tarihin ve güncelliğin bu kadar amansız ve yoğun yaşanması, benim gibi bir yapıda bunu gözlemleyip sonuç çıkarmak, kendine güvenenler için büyük güç verdiği gibi büyük görevleri yükler. Kendimi abartmayı sevmiyorum. Ama kıyaslamalar için İsa, Paulus, Muhammed, Lenin, Stalin vb. sonrası örnekleri sık sık gözden geçirmede yarar vardır. Bu savunma tarzı çözümlemenin birçok ufuk açıcı, düşünce ve duyguyu zenginleştirici etki yaratacağına ve ihtiyaçlara önemli oranda cevap vereceğine inanıyorum. Ama eğer kendileri için onurlu bir barış ve özgür yaşam istiyorlarsa, herkesin olağanüstü bir dönemin koşullarına has çabalarını katmalarına ihtiyaç vardır.
Halen devletin, PKK’nin ve halkın yükünün yüzde 90’ını ben kaldırıyorum. Bunu kendim için onur biliyorum. Ama yük kaldıramayanların yücelme ve büyüme şansları da pek yoktur. Onun için özverili, cesur ve başarılı tarza alabildiğine yüklenme ihtiyacı vardır. Böylesi dönemler bir iki yüzyılı belirleyecek ağırlıktadır. Bunun böyle değerlendirilmesi, yüzyılların cüceleşmesini aştırır; tarihe layık diyebileceğimiz dönemlerin, soylu güçlerin varlığına ve kişilikleşmesine yol açar. Bu şansın kullanılmamasından kendi adıma değil, herkes adına üzüntü duyuyorum. Cennetin yaratılabileceği bu topraklar böyle ilkel, molozlar yığını halinde kalmamalıydı. Umudumun büyüklüğü her zamankinden daha güçlüdür. Yetersiz paylaşmayı ve temsil etmemeyi, yoldaşlar ve hatta anlayış sahibi tüm insanlar adına bir kayıp ve üzüntü kaynağı olarak görüyorum. Ben bu kadar doğruların, özgür yaşam tutkularının ve güzellik peşinde olanların üstün başarmamalarına hiç anlam vermedim. Dolayısıyla her zamanki başarı ve çözüm beklentilerim yüksektir.
Küçümsenmeyecek uzunlukta ve yoğunlukta geçen bu yaşam dönemlerimin bir eleştiri-özeleştirisini yapmak gerekli ve hayli öğretici olacaktır. Taslak düzeyinde ve tanımlamalar biçiminde ana başlıklar halinde sıralamaya çalışacağım.
21 Aralık 2010
Halklar Önderi Abdullah Öcalan