HABER MERKEZİ –
İMRALI ADASINDA CEZAEVİ YAŞAMIMA DAİR
Yalnız birey yoktur. Toplumu yıkılmış birey olabilir, ama en azından bu birey bile yıkılmış toplumunun anılarıyla birlikte ayaktadır. O anılarla yeni toplumsallaşması da anlıktır Yaşadığım yalnızlık, mahkûmiyet ve tecrit sistemin bu genel yapısıyla bağlantılıdır. Toplumun, halkın ‘kendisi’ olmaktan çıkarılmışsa, bunun anlamı en zayıf kılınmış bir yalnızlığın doğarken mahkûmusun. Kendin olmaktan çıktığın oranda başka bir toplumla bütünleşirsin. Ama o zaman da artık kendin değilsin. Ya müthiş yalnızlık ya da başka gerçekliğe teslim olmak. Kürt kapanı da dediğim müthiş ikilem buydu. Adeta ölümden, ölüm beğen.
Abdullah Öcalan komplosunun içyüzünü çözümlemek, dört taraftan kuşatılmış ve içte haini bol olan bir halkın trajedisini anlamak açısından hayli öğreticidir. Komploda sorumluluğu sadece dostların basitliğine ve yoldaşların zayıflığına yıkmak dar yaklaşmak olacaktır. Bu komployu emperyalizmin en üsten müdahalesiyle izah edip rahatlama da doyurucu bir anlatım olmayacaktır. Konu üzerinde çok yoğunlaşmam beklenirdi. Öyle yaptım. Böyle yaptıkça da tarihin büyük canlanışını ve dalga dalga üzerime gelişini gördüm. Temel gerçekler canlanıyordu. Dışarıda bin yıl yaşasam da anlayamayacağım varlıklar bir bir anlam kazanıyorlardı. Sadece toplumun anadilini ve mantığını değil, tüm doğanın dilini de daha rahatlıkla çözümleyebiliyordum. Efsane denilenin gerçek, günlük gerçek denilenin kör olduğunu da anlıyordum. İlk insan yürüyüşünün nasıl başladığını, ilk anlam damlasını, bir kelimenin mucizevi türeyişini, ekini ilk ekmenin büyük coşkusunun bayram anlamına geldiğini, hayvan dostluğunun verdiği güveni, doğal kuvvetlerin tanrılaşmasını, toplumun ilk kendini tanımlamasının her tür tanrısallığın kaynağı olduğunu, ana tanrıçanın erdemini, onun etrafında dokumalı, kerpiç ve taş evli, el değirmenli ve çapalı yaşamın büyük devrimini anladıkça, bana komployu hazırlayan 20. yüzyılın son yılının kahrından biraz kurtuluyordum. Komplocular tarihinin kurbanı olan Kürt halkına özgürlük ve onuru olsun diye attırılmak istenen adıma karşı 20. yüzyılın son yılında gerçekleştirilen komployla 21. yüzyıla girerken, halen yaşamaya çalışacaktım. Milyonların birleştiği avuç içi kadar bir yürek ve birkaç damla anlamla tabutlukta kabul ettiğim yaşamı, dünya efendilerinden uzak tuttuğu için onurla karşılayacaktım.
Anlama işini daha da geliştiriyorum. Doğduğum toprakların üzerinde dolap beygiri gibi avare avare dönüşümün anlamını da çözümlemeye başlamıştım. Bir atın ahırdan kaçması gibi dağa fırlamamın nedenini, anamın beni tutup üçer kez yarı-idam edişindeki değerini de anlıyordum. Cahil dediğim anamın aslında beni en iyi anlayan kişi olduğunu, “Böyle çalışmana kimse katılmayacak, herkes senden yararlanacak ve sen yalnız kalacaksın” sözünden anlayacaktım. Daha yaşım ondu. Arkama dönüp bakmadan anama, “Olsun, yalnız yürümekte kararlıyım” biçimindeki duruşumu da hatırlayacaktım. Kendimi böyle anlarken, doğduğum toprakları çözümlüyordum. 20. yüzyıl, ötesinde berisinde olanca ağırlığıyla üzerime gelirken, neden intikam aldığını öğrenecektim. Sümerli rahibin yarattığı devletle yüklendiği ana tanrıçanın bereketli topraklarına saldırısına benzer bir saldırıyla karşı karşıya olduğumu anladıkça, kendimin bile kendimden kaçtığını, geriye birkaç anlam damlasından başka bir şey kalmadığını görecektim.
Gılgamış gibi ölümsüz yaşamın peşinde olduğumu, ama onun döneminden milyon kere daha çok ve daha büyük ölüm kuvvetleri karşısında bulunduğumu; bu kuvvetlerin dört yanımda küre merkezindeki gibi her taraftan aynı merkeze saldırırcasına çoktan hazırlanmış ve yaşamını buna bağlamış olduklarını fark edecektim. Uygarlık denilen canavar büyüdükçe insanın nasıl en tehlikeli hayvan olup çıktığını anlayacaktım. Rahip mitolojilerindeki tanrıların nasıl iğrenç köleci düzen sahipleri olduğunu heyecanla fark edecektim. Ceddimiz İbrahimî peygamberlerin bu tanrıları biraz göğün ötesine atmakla vicdan-din yarattıklarını kavrayacaktım. Ama İlah, Ellah, Allah denilen şeyin aynı Sümer-Babil imalatı, köleci düzenin yaratıcıları olduklarına dair inancımı sevinçle daha da kesinleştirecektim. Yaratılan bu korku tanrılarının beni daha on yaşlarında tutsak etmeye çalışan kuvvetler ve anlam bozuklukları olduklarını anladıkça, kendime ilk defa saygıyı bu anlayışla kazanacaktım. Sümer rahip tapınaklarına merakım arttıkça artıyordu. Bu tapınaklar hakkında şu kesin hükme varacaktım: Köleci düzen sahiplerinin tanrılaştırılıp göklere çıkarıldığını ve yüceltildiğini, kul insanların zebani hizmetçiler olarak yerin diplerinde her tür zahmetli işe koşturulduklarını, toplumun sınıflaşması dedikleri olgunun orta yerinde bunun sembolü gibi devleti yaratıp diktiklerini, tapınakların bu işin döl yatağı ve ana rahmi olduğunu kavrayacaktım. Yaptıkları işin ne kadar müthiş olduğunu, tüm tarihi, günümüzü ve beni bile halen kontrollerinde tutan en büyük icadı yarattıklarını görecektim. Tanrısal iş dediklerinin bu olduğundan artık kuşku duymayacaktım. Tanrılarımın kimler olduğunu anlamış olmakla rahatlamıştım. Ciddiyetle inanıp ibadet etmediğim için kendime hak verecek ve saygı duyacaktım. Sümerli rahiplerin tanrıça anamı ve aşk kadını İştar’ı tapınağa, oradan kral sarayına, tanrı-kralların yanına götürüşünü, öldüklerinde kendileriyle birlikte canlı canlı mezara konuluşunu iliklerime kadar anlamıştım. Tanrı-krallar bile olsalar, kadını ziyafet sofralarında zevklerinin bir parçası kılmalarını hiç kabullenemedim. Ama tanrıça anamı ve aşk kadınını günümüze kadar dirhem dirhem büyük bir incelikle sömürüp yediklerini, posasını iki-başlı evlilik diye kullarının önüne, erkek kölelerine sus payı olarak bıraktıklarını da anlamıştım. Bu hediyelerini erkek olarak yüreğime kabul ettirmemekle tanrıça anamın ve aşk kadınının iyi bir oğlu olabileceğime inandıkça, daha çok sevinç ve gururla doluyordum. Ana topraklarını böylece ilk defa tarihin derinliklerinde anlamaya başlıyor, binlerce yıllık kördüğümler atılmış çelişkileri çözümlüyor, bu seferki doğuşun anlamlı olduğunu fark ediyordum. Ölümü dayatanlar, tüm 20. yüzyıl, tüm komplocular, kimler olurlarsa olsunlar hepsine dayanabileceğimi, bunu halen bana inanan bazı dostlara mesaj olarak sunmamın değerli olduğunu, onların da bunu hak ettiklerini kabul etmiştim. Dayattıkları Hiroşima’lardan bile tehlikeli paket bomba kılınmamın ve halklarımızın üzerine böyle atılmamın tüm inceliklerini çözebiliyor; pimlerini söküp tüm malzemeyi bombacıların suratına fırlatıp rahatlıyordum. İnsandan yanaydım, zorba tanrılar bir kez daha yenilmişlerdi.
Adım Abdullah, yani ‘Allah’ın Kulu’; ama kul olmayı tam yüreğime oturtmamakla kendime saygılı olmanın, dolayısıyla o tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler, özgür insanı savunmanın büyük erdem olduğuna kendimi inandırmıştım. Yeniden daha güçlü doğuyordum. Beğenmediğim anamın doğuruşuyla, ciddiyetine hiç inanmadığın modernitenin doğurma çabalarına karşı, tüm öldürmelerden sonra kendi kendimi üçüncü kez doğuruşumu çok ciddiye alıyor ve hoşlanıyordum. Yaşamışların arkadaşlıklarına yine ihtiyaç duymuyordum. Tüm arkadaşlarımı efsanelerde bulmaya başlamıştım. Komplocu Zeus’un Promete’ye ve Hektor’a yaptıklarıyla onun günümüzdeki Atinalı çocuklarının yaptıklarının aynı olduğunu gördükçe, arkadaşlarımı daha iyi tanıyordum. Promete ve Hektor’la arkadaşlık çok onurlu oluyordu. Bunu hak etmiş olmam bana gurur veriyordu. Ben hiçbir zaman kahramanlığa oynamadım. Öyle sanıldığı türden bir cesaretin sahibi olmadığım gibi, olduğum gibi tanınma isteğime rağmen, en yakın arkadaşlarımda bile buna tanık olmadığımı iyi biliyordum. Ama bir yanım vardı ki, ona ihanet etmeyecektim: Hayallerine ihanet etmeyen çocuk olmayı sürdürecektim. Uygarlığın tanrılarını tanımayacak, kurumlarında erimeyecek, karılarının aile erkeği olmayacaktım. Kişiliğimin diyalektiği böyle bir gelişmeyi başarmıştı. Mesele Türkiye’nin bir basit iç çelişkisi olmaktan çoktan çıkmıştı. Konumum neredeyse beni çağdaş bir Prometheusçuluğa mahkûm ediyordu. İmralı kayalığına çivilenmem, efsanedeki Prometheus’un Kafkasya Dağlarındaki çivilenmesinden farklı olmadığı gibi, ne acı ve hazin bir benzerliktir ki, bu da aynı Athena Tanrısı Zeus’un torunlarınca gerçekleştirilmişti.
Komploculuğun daha tehlikeli bir yönü, dost ve yoldaş geçinenlerin gafleti ve zamanında görevlerini karar ve sözlere göre yürütmemeleridir. Ne kadar iyi niyetli ve çaba sahibi olsalar da, bu konumlarıyla komplocuların planlarını başarıya götürmede en kritik zemini oluştururlar. Oynadıkları rol Sezar’a ‘Sen de mi Brutus?’ dedirten, İsa’yı Yehuda İskaryot’un ihanetiyle çarmıha gerdiren, halife cinayetleri gibi tarihin olumsuz seyrine yol açan sayısız olaylardır. Kürt halkı açısından en kahırlısı, tek tek olayların değil, tüm tarihin bu yönlü hareketlerle dolu geçmesidir. Dost diye yanınızda beklediğiniz, umulmadık yerde ve biçimde sizi darbeler. Size öncülük eden, bilerek ve bilmeyerek sizi uçuruma götürürken, doğru yolda olduğunu sanır ve beklemediğiniz yerde ve biçimde devrilip gidebilirsiniz. Hareket ortamınız tam bir mayınlı sahadır. Kendinize, eşinize ve kardeşinize bile güvenmekte büyük zorluklarla karşılaşmanız adeta kaderiniz gibidir. Hepsinde kasıt arayamazsınız. Olmayan kişilik zor koşullarda bütün dengesini yitirmekte ve adına kader denilen uğursuz, insan eliyle yapılmış lanetli tarih hükmünü sürdürmektedir. Önder denilen kişinin başına gelen ise, adeta mitolojideki ‘kralın kurban edilmesi’ sahnesidir. Tüm toplumun laneti ve uğursuzluğu, daha baskıcı ve sömürücü kralların oluşmadığı dönemde, tümüyle halkın ve toplumun önderi konumundaki kişinin kurban edilmesiyle giderilmektedir. Kürtlerde eğer önder öldürülmemiş, teslim olmamış ve çıldırmamışsa, hala aklı başındaysa ve onuru yerindeyse, artık kendini bekleyen ya özgürlük, ya ‘kralın öldürülme töreni’dir. İşin daha da garip yanı, tarih öncesi bu mitolojik olayların Kürtlerde halen sürekli yaşanan gerçeklik olmasıdır. Onun için Kürtlerde efsane ve mitoloji gerçek olur; varolan gerçek ise kör, dilsiz ve sağır olur.
Böyle bir halktan olmak acıdır; kaçmak ise namertliktir. Kaçmamak ise, komploculuğun acımasız mantığına, hiçbir kuralı olmayan uygulamalarına tahammüldür. Ne kadar dayanabilir ve kurban olursanız, boynunuzdaki lanetlilik o kadar temizleniyor. Bu lanetlilik durdukça her şey haramdır. Yüreğin duyuşu bir hayvanındakinden daha değersizdir. Mantığı tümüyle gerçeğe ihanettir. Her tarafından bir cüzamlı gibi cerahat akmaktadır. Herkes sizden kaçmaktadır. Bundan kurtulmanın tek yolu, ya özgürlük ya ölümdür. Bunun dışında ananıza, atanıza, dostunuza ve sevgililerinize söyleyebileceğiniz tek sözünüz, bir defacık uzatabilecek helalinden bir el atışınız yoktur.
Bu toplumsal cüzamlığı daha küçükken fark etmiştim. Çocukken biricik sığınağım olması gereken anamı, “Beni doğurmakla ne kadar acıya yol açtığını biliyor musun?” dercesine suçlamıştım. Her adımı büyük kahırlı olan yaşamı fark etmiştim. Ama yaşama ihanet etmeyecektim. Tüm dünya bir yana ben bir yana, büyük yalnızlık yürüyüşüne dayatılan kaderi paramparça ede ede, tanrıların maskesini düşüre düşüre, bıkmadan yorulmadan sürdürecektim. Büyük acılara yol açtığımı biliyorum. Hele kendilerini benim için cayır cayır yakan bu müthiş kahramanların sınır tanımaz cesaret ve acıları karşısında, yine yaşamaya güç getirecektim. Komplo tarihi, lanetli yaşam benim kişiliğimde korkunç acılar çektiriyordu. Efsanede Hz. İbrahim bir sefer mancınıkla ateşe atılır; o ateş de su olur. Ama çağdaş Nemrutların tüm uluslararası elebaşıları, 20. yüzyılın tüm lanetliliğiyle şahsımda halkımıza çektirdikleri acıları en değme tiyatroları bile geride bırakan oyun düzenleriyle seyretmeyi sınırsız iktidarlarının bir gereği sayacaklardı. El birliğiyle yürüttükleri bir savaşın tanımını bile doğru yapmayacaklar, kurallarını uygulamayacaklardı. Ama tüm suçu şahsıma yükleyip, bir kez daha ‘sen bir hiçsin’ dercesine, zavallı Kürt halkını inkâr edip bir tarafa atacaklardı. Karşılarında kocaman dünyalarını tehdit eden bir ‘terörist’ vardı. Bu ‘terörist’ sürekli idam sehpasında tutulmalı, yüreği asılmadan durmalı, beyni çıldırmalıydı. Bu da en son icat ettikleri postmodern işkenceydi. Neron’ların yaptıklarının yanında solda sıfır kaldığı çağdaş arenanın son kurbanıydım.
Şimdiye kadar ki tüm yazılı savunma ve sözlü diyaloglarımda kişisel yaşamıma pek değinmedim. Genel geçer sağlık sorunları, idareyle geçinmeler dışında sistemin özel olarak hazırladığı ve yalnız bana uygulanan tecride karşı nasıl direndiğimi dayandığımı anlatmadım. Sanırım en çok merak edilen konu bu mutlak yalnızlığa ve durağanlığa karşı geliştirdiğim yaşam deneyimlerimdir. Daha çocukken köyün güngörmüşlerinden olan ve bilge sayılan biri halen hatırımda olan şöyle bir cümle sarf etmişti; hal ve hareketlerimi gözlemlerken; “lo ciye xwe runne, ma teda civa heye” Türkçesi “yerinde otur sende civa mı var” demişti. Civa, bilindiği gibi çok akışkan bir elementtir. Öyle hareketli birisiydim. Her halde mitolojik tanrılar düşünseydi İmralı kayalarına bağlanmak kadar ağır bir ceza düşünemezlerdi. Buna rağmen tek kişilik hücredeki 12 yılımı doldurmuş bulunuyorum. İmralı, tarihte devletin üst yetkililerine uygulanan cezaların infaz edildiği ada olarak ünlüdür. İklimi hem çok nemli hem de serttir. Fiziki olarak çökertmeye yatkındır. Kapalı oda tecriti olunca bünye üzerindeki yıpratıcı etkisi daha da artar. Ayrıca yaşlanma sürecinin başlangıcında adaya alındım. Uzun süre Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın denetiminde tutuldum. Son iki yıldır sanırım Adalet Bakanlığı’nın denetimi devreye girdi. Birer kitap, gazete, dergi ve tek kanallı bir radyo dışında iletişim imkânım yoktu. Tabi birkaç ayda bir yarım saatlik kardeş ziyaretleri de hava muhalefetleriyle sıkça kesilse de haftalık avukat görüşmeleri iletişim evrenimi teşkil ediyordu. Şüphesiz bu iletişim etkenlerini küçümsemiyorum. Ama ayakta durmak için yeterli ilişki değildirler. Ayakta durmayı, çürümemeyi benim zihnim ve iradem belirleyecekti.
Daha dışarıdayken kendimi hem yalnızlaştırmış, hem de yalnızlığa karşı hazırlamıştım. Çok önemli bir bağımlılık ilişkisi olan aile, yakın akraba hatta yakın arkadaş ve yoldaş ilişkisini soyutlaştıracak deneyimlerim olmuştu. Kadın ilişkisi de önemli olmakla birlikte soyutlaştırdığım bir ilişki alanıydı. Tam bir Nazım Hikmet tersiydim. Çocuk edinmemeye ahdım vardı. Daha Lisedeyken edebiyat hocasından on numara alan komposizyon yazımın başlığı şöyleydi: “Sen Benim İçin Hiç Doğmayacak Çocuksun”. Sanırım bu yazıyla zorlu geçen çocukluk yaşamlarını konu edinmek istemiştim. Fakat tüm bu deneyimler İmralı’daki dayanma gücümü izah etmeye yetmez. Şunu da belirtmeden geçmemeliyim. İmralı sürecinde bana dayatılan komplo, umudun zerresini bırakmayan cinsteydi. İdam ve psikolojik savaşın uzun süre gündemde tutulması bu amaçlaydı. İlk günlerimde nasıl dayanabileceğimi ben bile tahayyül edemiyordum. Değil yıllar bir yılı nasıl geçirebileceğimi düşünemiyordum. Kendi kendime yerindiğim şöyle bir düşüncem oluşmuştu: “Milyonlarca kişiyi daracık bir odada nasıl tutabilirsiniz!”. Gerçekten Kürt ulusal önderliği olarak zindana giriş koşullarında milyonların sentezi haline kendimi getirmiş veya getirilmiştim. Halk da böyle algılıyordu. İnsan ailesinden çocuklarından yoksunluğa hiç dayanamazken ben ölümüne birleşmiş milyonların iradesinden bir daha hiç kavuşmamacasına nasıl uzun süre dayanabilecektim! Halkın birkaç satırlık mektupları bile verilmiyordu. Şimdiye kadar büyük kısmı verilmeyen az sayıdaki sıkıca denetimden geçmiş zindandaki yoldaşların dışında birkaç istisna haricinde dıştan hiç mektup almadım. Gönderemedim. Bütü bu hususlar tecridin yol açtığı durumu kısmen anlaşılır kılabilir. Fakat benim konumumun özgün yönleri vadı. Kürtlere ilişkin bir çok ilklere ilk çıkış yaptıran kişi konumundaydım. Yarım kalan bu çıkışların hepsi özgür yaşamın olmazsa olmazlarıydı. Halkımızdan herkese her toplumsal alana ilişkin ilk çıkışı yaptırmış ama hiç birini güvenilir ellere, koşullara terk edememiştim. Bir aşığı düşünün. İlk aşkı için çıkış yapmış. Ama eller tam tutuşacakken hep havada kalmış. Benim toplumsal alanlardan özgürlük çıkışlarım da hep böyle havada kalmıştı. Kendimi toplumsal özgürlük alanlarında adeta eritmiştim. Ben diye bir şeyi de pek gerimde bırakmamıştım. Toplumsal açıdan zindan süreci böylesi anda başlamıştı.
Aslında dış koşullar, devlet, idare, cezaevinin kendisi saraylara özgü bir donanımda olsa dahi bana özgü tecrite nasıl dayanıldığını açıklamaya yetmez. Temel etkenler, koşullarda, devletin yaklaşımlarında aranmamalıdır. Belirleyici olan benim kendimi tecrit koşullarında ikna etmemdir. Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki tecrite dayanayım. Tecritte de büyük bir yaşamın sergilenebileceğini kanıtlayayım. Bu temelde düşününce öncelikle iki kavramsal gelişmeden bahsetmeliyim.
Birincisi Kürtlerin toplumsal statüsüne ilişkindi. Şöyle düşünüyordum; benim özgür yaşamı arzulamam için toplumun, bağlı olduğum toplumun özgür olması gerekirdi. Daha doğrusu bireysel özgürleşmenin toplumsuz gerçekleşemeyeceğiydi. Sosyolojik açıdan birey özgürlüğü tamı tamına toplumun özgürlük düzeyiyle bağlantılıydı. Bu varsayımı Kürt toplumuna uygulayınca algılamam oydu ki Kürtlerin yaşamı, etrafına duvar örülmemiş zifiri karanlık bir zindandan farksızdı. Bu algıyı edebi bir anlatım olarak sunmuyorum. Tamamen yaşanılan gerçeğin hakikati olarak ifade ediyorum. İkincisi kavramı tam anlayabilmek için ahlâki bir ilkeye bağlılık ihtiyacı vardır. Kendini mutlaka bir topluma bağlı olarak yaşanabileceği konusunda bilinçli kılacaksın. Modernitenin yarattığı en önemli bir algı da şudur ki, bireyin toplumsal bağlılığı olmadan da kendini yaşatabileceği konusunda ikna eder. Bu ikna sahte bir anlatıdır. Öyle bir yaşam yoktur aslında. Ama imal edilmiş sanal bir gerçeklik olarak kabul ettirir. Bu ilkeden yoksunluk, ahlâkın çözülmüş olduğunu da ifade eder. Burada hakikatle ahlâk iç içedir. Liberal bireycilik ancak ahlâki toplumun çözülüşü ve hakikat algısıyla ilişkinin kesilmesiyle mümkündür. Çağımızda hakim yaşam biçimi olarak sunulması doğruluğunu kanıtlamaz. Tıpkı sözcüsü olduğu kapitalist sistemin ahlâki toplumun çözülmesi ve hakikat algısının yitirilmesiyle bağlantılı olmasıyla mümkün olması gibi. Kürt olgusu ve sorunuyla yoğunlaşmamın bir sonucu olarak söz konusu yargıya ulaştım.
Yaşamımda ikili bir yanı iyi kavramak gerekir. O da Kürtlükten kaçış veya tersine yöneliş. Uygulanan kültürel soykırım gereği kaçış için koşular her yerde her anda hazır ve nazırdır. Daimi teşvik edicidir. Ahlâki ilke tam burada devreye girer. Kendi toplumundan kaçış ne derecede doğru veya iyidir? Kendi bireysel kurtuluşu pahasına üniversite son sınıfa gelebilmek aslında bireysel kurtuluşumun garantilendiği anlamına gelirdi o dönemde. Tam da bu dönemde Kürtlüğe yönelişin başlaması veya kesinleşmesi ahlâki ilkeye dönüşü ifade ediyordu. Sosyalist anlamda bu toplum Kürt olmayıp başka bir toplum da olabilirdi. Yine de bir toplumsal olguya mutlaka bağlanmalısın ki ahlâklı bir birey olabilesin. Açığa çıkıyordu ki ben ahlâksız bir birey olamazdım. Burada ahlâk kavramını etik anlamda kullanıyorum. Yani ahlâk teorisi anlamda. Yoksa ilkel ahlâkçılıktan örneğin ömrü boyunca herhangi bir aile veya benzer topluluğa bağlı yaşamaktan bahsetmiyorum. Çünkü Kürt olgusuna ve onun sorunsal haline bağlanış ancak etik olarak ahlâkla mümkündür. Kürtlerin mutlak köle hali -ki halen öyledir- benim “özgür yaşam mümkünmüş” gibi hayal kurmamı kesin engelledi. Şuna ikna oldum; “senin içinde özgür yaşayacağın bir dünyan yoktur”. Burada iç ve dış cezaevi arasında epey mukayese kurdum. Sonuçta dışarıdaki tutsaklığın birey için daha tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir Kürt bireyinin kendini dışarıda özgür sanarak yaşaması büyük bir yanılgıdır. Yanılgı ve yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam kaybedilmiş, ihanete uğramış bir yaşamdır. Bundan çıkardığım sonuç; dışarıda ancak bir şartla yaşanabilir, o da günün yirmi dört saatinde Kürtler (kapitalizm koşullarında Türk emekçileri)’in varlık ve özgürlüğü için savaşım içinde olmaktır. Ahlâklı ve onurlu bir Kürt için yaşam, kesinlikle günün yirmi dört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmakla mümkündür. Dışarıdaki yaşamımı bu ilkeye vurduğumda ahlâklı yaşadığımı kabul ediyordum. Bunun karşılığının ölüm veya cezaevi olması savaşın doğası gereğidir. Savaşsız bir yaşam koca bir sahtekârlıktan, onursuzluktan ibaret olduğuna göre ölüm veya cezaevine katlanmak da işin, eylemin doğasında vardır. Cezaevine dayanmamak yaşam gerekçeme aykırıdır. Mücadelelerden varlık ve özgürlük savaşının her biçiminden nasıl kaçınılmazsa cezaevinden de kaçınılmaz. Çünkü o da uğruna savaşılan özgür yaşamın bir gereğidir. Kürtler söz konusu olduğunda ve sosyalist olduğuna da inandığımda kapitalizmin, liberalizmin veya çarpık dinsel bir fanatizmin buyruğunda değilsen ahlâki, etik bir yaşam için savaş dışında dışarıda yapacak hiçbir şeyin, yaşanacak hiçbir dünya yoktur. Bu kavram ışığında cezaevindeki arkadaşların yaşamına baktığımda ciddi yanılgılarını gördüm. Onlar dışarıda yaşanacak özgür bir yaşama inandırılmışlardı veya kendilerini inandırmışlardı. Zaten cezaevlerinin sosyolojik olarak çözümlenmesinden anlaşılacaktır ki rolleri bireyde yoğun ve sahte bir özgürlük özlemi yaratmaktır. Cezaevleri modernite koşullarında özenle bunun için inşa edilmiştir. Dışarıya çıktıklarında ya yalanla, sahtekârlıkla yaşamayı kabul etmişlerdir. Bu durumda onlardan herhangi bir devrimcilik, ahlâki ve onurlu bir yaşam beklemek beyhude, boş bir beklentidir. Ya da cezaevi pratiğinin verdiği olgunlukla toplumsal mücadelelerini daha da başarıyla yerine getireceklerdir. Cezaevleri ıslah olma evleri olmayıp topluma karşı ahlâki ve iradi görevlerinde de yetkince yerine getirilmesinin öğrenildiği mekânlardı. Aynı hususlar dağlara çıkmış özgürlük savaşçıları için de geçerlidir. Özgürlük gerillası olmak toplumsallığa ilişkin ahlâki ve politik görevlerini en üst düzeyde yerine getirmek demektir. Bu bilinç ve ahlâki görev içinde olmak demektir. Özgürleşmenin özsavunmaya ilişkin gereklerini yerine getirmek demektir. Bireysel etkinlik kurmak, iktidar olmak için değildir. Bu artık özgürlük savaşçılığı değil iktidar savaşçılığıdır. Böylesi olanların dağa çıkışı da inişi de ahlâki ve toplumsal değildir. Zaten böyleleri umduklarını bulamayınca kolayca ihanet eder. Toplumsal görevlerinin gereğini hiçbir alanda yerine getiremezler. Demek istediğim şudur: Toplumsal varlıkları mutlak kölelik içinde olanlar hatta dağılmayı yaşayanlar için her yer benzer özellikler taşır. İçerisi kötü, dışarısı iyi; silahlısı kötü silahsızı iyi gibi ayrımlar varlık ve özgürlük mücadelesinin asli çabasını değiştirmez. İnsan yaşamı ancak özgür olduğunda anlam taşıdığına göre özgürlüksüz nerede yaşanırsa yaşansın orası her zaman karanlık bir zindandır.
İkinci kavram birincisiyle bağlantı içinde hakikat algısının gelişmesidir. Zindanda tahammül gücünün tek ilacı hakikat algısını geliştirmektir. Yaşamın geneline ilişkin olarak hakikat algısını güçlü yaşamak; yaşamın en keyifli anına daha doğrusu anlamına erişmektir. İnsanlar niçin yaşadıklarını doğru kavradıkça her yerde yaşamak onlar için sorun olmaz. Yaşam sürekli hata ve yalanlar içinde geçerse anlamını yitirir. Böylece yaşamın yozlaşması denen olgu ortaya çıkar. Keyifsizlik, rahatsızlık, kavga, küfür yoz yaşamın doğal sonucudur. İnsan yaşamı hakikat algısı gelişkin olanlar için tam bir mucizedir. Yaşamın kendisi büyük heyecan coşku kaynağıdır. Yaşamda evrenin anlamı gizlidir. Bu gizi fark ettikçe zindanda da olsa yaşama katlanmak diye bir sorun olmaz. Zaten özgürlük içinse zindan orada büyüyecek olan hakikat algısıdır. Hakikat algısıyla büyüyen yaşam, en zor acıları bile mutluluğa dönüştürebilir. Benim için İmralı Cezaevi, Kürt olgusunu ve sorununu algılamak ve çözüm olanaklarını kurgulamak açısından tam bir hakikat savaşı alanına dönüştü. Dışta daha çok söylem ve eylem geçerliyken içeride anlam geçerliydi. Bu savunmada daha kapsamlı ve somut olarak dile getirdiğim siyaset felsefesine ilişkin düşünceleri dışarıda geliştirmem çok zor olurdu. Siyaset kavramının kendisini kavramak bile büyük çaba ister. Hakikatin güçlü algılanmasını gerektirir. Pozitivist bir dogmatik olduğumun derinliğine farkına varmam tecritle oldukça ilişkilidir demem mümkündür. Farklı modernite kavramlarını ulus insanlarının çok çeşitli modellerinin olabileceğini genel de toplumsal yapılanmaların insan eliyle yaratılmış kurgusal yapılar olduğunu, esnek bir doğaları olduğunu tecrit koşullarında daha çok idrak ettim. Özellikle ulus-devletçiliği aşmak benim için çok önemliydi. Bu kavram benim için uzun süre Marksist-Leninist-Stalinist bir ilkeydi. Asla değiştirilmemesi gereken bir dogma niteliğindeydi. Toplumsal doğa uygarlık ve modernite üzerinde yoğunlaştığımda bu ilkenin sosyalizmle ilgili olamayacağını, sınıflı uygarlığın bir tortusu, kapitalizm eliyle meşrulaştırılmış azami toplumsal iktidarcılık olduğunu kavramam önemliydi. Dolayısıyla reddetmekte tereddüt etmedim. Eğer söylenildiği gibi gerçekten bilimsel sosyalizm olacaksa bu konuda değişmesi gerekenler reel sosyalizmin ustaları yani Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao ve Kastro gibi olanların kendileriydi. Kapitalist bir kavramı sahiplenmeleri büyük bir hataydı. Ve sosyalizm davasına büyük zarar vermişti. Kapitalist libelarizmin çok güçlü bir ideolojik hegemonya olduğunu derinliğine kavradıkça modernite çözümlemelerini de güçlü yapmaya başladım. Demokratik modernitenin sadece mümkün değil kapitalist moderniteden hem daha gerçek hem daha çağdaş ve yaşanılır olduğunu kavradım. Reel sosyalizm ulus-devlet kavramını aşmadığı ve temel modernite gerçeği olarak kavradığı için başka bir tür örneğin demokratik ulusçuluğun olabileceğini hiç düşünmemiştik. Ulus dediğin illa devleti olması gereken bir şeydi! Kürtler ulus ise mutlaka bir devletlerinin de olması gerekirdi! Halbuki toplumsal olgular üzerinde yoğunlaştıkça ulusun kendisinin son birkaç yüzyılın en kaos gerçeği olduğunu, kapitalizmin güçlü etkisi altında şekillendiğini özellikle ulus-devlet modelinin toplumlar için demirden bir kafes olduğunu kavradıkça hem özgürlük hem toplumsallık kavramının daha değerli olduğunu fark etmiştim. Ulus-devletçilik uğruna savaşmanın kapitalizim için savaşmak olduğunu fark ettikçe siyasi felsefemde büyük dönüşümler söz konusu oldu. Dar ulusçuluk ve sınıfçılık (özde ikisi de aynı kapıya götürür) mücadelesi sonunda kapitalizmi güçlendirmekten öteye sonuç vermiyordu. Kendimin bir bakıma kapitalist modernitenin kurbanı olduğunu fark ettim. Modernitenin dayattığı sosyal bilgilerin bilim değil, çağdaş mitolojiler olduğunu fark ettikçe tarih ve toplum bilincim daha da derinlik kazandı. Hakikat kavrayışımda tam bir devrim yaşandı. Kapitalist dogmaları yırttıkça toplumu ve tarihi daha büyük bir zevkle ve hakikat yüklü olarak tanımaya başladım. Kendime bu dönemde koyduğum ad “hakikat avcısı”ydı. Modernitenin Kürtlere dayattığı ‘tavşan kaç tazı tut’ tekerlemesini ben anlam itibarıyla “kapitalist moderniteyi avla” tekerlemesine dönüştürmüştüm. Hakikat algısı bir bütün olarak geliştiğinde hangi toplumsal hatta fiziki biyolojik alanlara ilişkin düşünürsek düşünelim eskisiyle kıyaslanmayacak anlam üstünlüğü sağlıyordu. Cezaevi koşullarında istediğim kadar günlük hakikat devrimlerini yapabilirdim. Bunun verdiği direnme gücünü başka hiçbir şeyin veremeyeceğini belirtmem gereksiz kalacaktır.
Hakikat kavrayışının güçlenmesi pratik çözümlerin geliştirilmesi üzerinde de etkisini gösterdi. Türk devletçilik zihniyetine hep kutsallık ve tekillik atfedilir. Yönetim deyince hep devlet olmak akla gelir. Bu zihniyet Sümer orijinli olup Arap ve İran iktidar kültürlerine de tanrısallıkla sıkıca kaynaşmış olarak hep devredilmiştir. Tek tanrı kavramlarının kökeninde de iktidar olgusunun güçlü bir yeri vardır. Türklerde iktidar elitleri oluştukça bu kavramın belki de dördüncü, beşinci versiyonlarını geliştirmişlerdi. Etimolojik anlamını bilmeden hep sonuçlarından etkilenmişlerdi. Selçuklu ve Osmanlı uygulamalarında tam kara bir anlama daha doğrusu anlamsızlığa bürünmüştü. İktidar için bazen bir çırpıda onlarca kardeş, akraba idam edilir olmuştu. Cumhuriyette bu anlayışa bir kılıf daha da geçirilmişti. Daha doğrusu Avrupa’nın geliştirdiği ulusal egemenlik, ulus-devlet anlayışları olduğu gibi iktidara monte edildi. Daha da tehlikeli bir Leviahtan haline getirilmişti. Ona dokunan idam ediliyordu. Mutlak kutsalların başında geliyordu. Bürokratik sınıf için özellikle böyleydi. İktidar ve devlet sorunu tarihinin en karmaşık toplumsal sorunu haline gelmişti.
İmralı’da en çok yoğunlaştığım kavramlardan iktidar ve devlet kavramlarının Türk ve Kürt ilişkilerinde nasıl bir rol oynadığını kavradıkça daha somut pratik çözümlere yönelme gereğini kuvvetle hissettim. Genelde olduğu kadar Türk-Kürt ilişkilerinde iktidar ve devlet düzenlemelerinin yaklaşık 1000 yıllık gelişimini Hititlere kadar uzatma gereğini duydum. Mezopotamya ve Anadolu iktidar ve devlet kültürleri arasında sıkı bir jeopolitik ve jeostratejik ilişki olduğunu iyice kavradıkça bunu Türk ve Kürt ilişkilerini uyarladığımda iktidar ve devlet ayrıştırmalarının akıllı bir yöntem olmadığını rahatlıkla görebiliyordum. İktidar ve devlet kavramlarını, demokrasi kavramının alehine gelişen kavramlar olduğundan ötürü benimsemiyordum. Tüm yönetimi iktidar ve devlet güçlerine terk etmenin toplum için büyük bir kayıp olduğunu gördükçe demokrasinin önemi daha iyi anlaşılıyordu. Fakat iktidar ve devletin anarşistçe inkârının pratikte oldukça çözümsüzlüğe yol açtığını da fark ettiğimden iktidar ve devlet paylaşımını tercih ettiğim bir çözüm yöntemi olmazsa da inkâr etmenin tarihsel gerçeklere uygun olmadığının derinliğine fark ettim. Demokratik yönetim esas tercihimizdi. Ama tarih boyunca tekleşmiş iktidar ve devlet kültürlerini inkâr ettikçe, paylaşılması toplumsal açıdan hak olan yönlerini kavramadıkça, sağlıklı pratik çözümlere varmayacağımı gördükçe, ortak iktidar ve devlet kavramlarının önemini çok daha iyi kavradım. Tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya iktidar ve devlet politika ve stratejilerinde yoğunca ilişkiler yaşanmış, sıkça ortaklaşan modeller denenmişti. Türk-Kürt ilişkilerinde de benzer modeller tüm kritik dönemlerde tercih edilmişti. En son bu model ulusal kurtuluş savaşında denenmişti. Savunmada bu kısımları yoğunca işledim. Teorik bir model halinde sunmanın yanında pratik çözüm projesine dönüştürmenin sadece Türk-Kürt ilişkilerinde değil Ortadoğu’nun büyük çıkmaz yaşayan benzer sorunları için de muazzam değeri vardı. Özellikle kapitalist modernitenin dayattığı positivist dogmatizme karşı hem tarihi gerçeklerle oldukça uyumlu hem de pratik çözüm için herkesin ideallerine en yakın unsurları içeriyordu. Demokratik modernite ve demokratik ulus, demokratik özerklik kavramlarına iktidar ve devlete ilişkin olarak tarihsel gelişmelerin ışığında yoğunlaşmamın önemli etkisi vardı. Diğer bir tarihsel gerçeklik; merkezi iktidar kavramının istisnai yerel iktidar kavramlarının ise kural olduğuna ilişkin tespitti. Günümüzde merkezi ulus-devlet kavramının bu bağlamda tek ve mutlak model olarak sunulmasının kapitalizmle bağını doğru kavradıkça iç yüzünü daha anlaşılır kıldıkça yerel çözümlerin demokrasi için taşıdığı önem daha iyi kavranıyordu.
Şiddet ve iktidar arasındaki ilişki için de benzer sonuçlara varmıştım. Şiddetle iktidar ve ulus olmanın tercihimiz olmayacağını zorunlu özsavunma gerekleri olmadıkça şiddetle toplumsal avantajlar elde etmenin sosyalizimle de alakası yoktu. Özsavunma dışında tüm şiddet biçimleri iktidar ve sömürü tekelleri için ancak geçerli olabilirdi. Bu yöndeki kavramsal gelişim barış sorununa daha ilkeli ve anlam yüklü olarak yaklaşmaya büyük önem atfediyordu. Dolayısıyla Kürtlere hatta tüm baskı ve sömürü altındaki kesimlere karşı baskı uygulayan iktidar ve devlet elitlerinin “ayrılıkçı” ve “terörist” yaftalamalarını boşa çıkaracak epey kavramsal ve kuramsal birikime ulaşmıştım. Bu kavramsal ve kurumsal birikimle devlet yetkilileriyle geliştirdiğimiz diyaloglar daha verimli oluyor ve pratik çözüm yolları için yaratıcılık sağlıyordu. Savunmanın değişik bölümlerinde izlenebileceği gibi birçok benzer alanda toplumsal özgürlük ve hakikat algısındaki gelişmelerin katkısıyla teorik ve pratik çözümleri geliştirmek mümkün oluyordu.
İmralı’daki yaşamın benim için sağlık sorunlarına yol açan fiziki nedenler dışında katlanamayacağım bir yönü yoktur. Moral, bilinç, irade gücü eskiye nazaran asla gerilememiştir. Tersine daha rafine, estetikle beslenmiş, güzel gelişme yönüyle zenginleşmiştir. Toplumsal hakikatlerin bilim, felsefe ve estetikle açıklanmasını geliştirdikçe daha doğru iyi ve güzel yaşamanın olanakları da artıyor. Kapitalist modernitenin yoldan, hakikat yolundan çıkardığı insanlarla yaşamaktansa hücremde tek başıma son nefesime kadar yaşamayı tercih ederim. İmralı’daki yaşamımla bağlantılı olarak halkımızca merak edilen bir soru, olası bir çıkış halinde nerede ve nasıl yaşayacağımla ilgilidir. Pek hayalcilik yapacak bir kişilik değilim. Devrimci gerçekçilik denilen bir yaşam tarzının sahibi olduğum çok iyi bilinmelidir. Olası bir çıkıştan sonraki yaşamım için değil, daha çocukluktan itibaren geçen yaşam çizgime bakılırsa bu tür soruların cevabı daha iyi verilebilir. Benim daha on yaş altı sınırlarda aile otoritesine karşı yürüttüğüm “ilk isyanlar” önemli ip uçları taşır. Daha o zamandan beri yalnız bir isyancıydım. Köy ve şehir toplumuna yönelik itirazlarımı savunmada yer yer belirtmeye çalıştım. İlgilenenler gereken soru ve cevaplarını birlikte bulabilir. Çok kısaca özetlemeliyim ki benim için yaşam, özgür yaşandıkça mümkündür. Özgür yaşamın ne olduğunu son beş ciltlik bu savunmamın temeli olarak açıklamaya çalıştım. Etik, adil ve politik olmayan yaşam toplumsallık açısından yaşanmaması gereken yaşamdır. Genelde uygarlık özelde kapitalist modernite, oluşturduğu ideolojik baskı ve sömürü tekelleriyle başkaca köleliğin her biçimine bulanmış, bol yalanlı demogojik bireyci yaşamlarla yanlış yaşanmayı mümkün kılar ve kabul ettirir. Toplumsal sorun denen gelişmeler de böyle ortaya çıkar. Adını ister sosyalist, ister özgürlükçü, ister demokrat veya kominist koyalım kendine devrimci diyen her kişi, aşırı sınıf, kent ve iktidar baskı ve sömürüsüne dayalı uygarlık ve modern dönemlerin egemen yaşam tarzlarına itiraz etmek ve karşı çıkmak durumundadır. Başka türlü adil, özgür, demokrat ve toplumsal yaşam tarzı gerçekleşmez. Dolayısıyla yaşanmaz. Bol yalanlı, yanlış, kötü, çirkin yaşamlar yaşanır. Buna doğru temelli olmayan yanlış yaşam tarzı denilir. Benim yaşamım boyunca sorun yaptığım veya zaten sorunlu olan bu yaşam tarzının reddine ilişkin büyük çabam anlaşılmak durumundadır. Aksi halde ne benim kişilik ne de önderlik olarak kavranmam mümkündür. Kavramadan kişiliğime veya önderliğime katılmak isteyen, ondan yararlanmak isteyen büyük hayal kırıklığına uğrayabilir. Doğru kavranmak ve katılım göstermek bir kişisel sorun değil toplumsal sorundur. Bu konuda çok merak edilen bir soru da kadınla yaşam tarzına ilişkindir. Kadınla nasıl yaşanılır sorusuna da bütün ciltlerde yer yer değindim. Kadınla özellikle modernite koşullarında yaşamak büyük önem taşır. Öyle kız istemekle, aramakla, kandırmakla “genel veya özel” evlerde, birlikte çocuklu veya çocuksuz yaşamakla çözümlenecek bir sorun değildir. Toplumsal sorunların kalbinde ve beyninde başköşeyi işgal eden bu sorunu çözmek için bilimsel, felsefi, etik ve estetik yaklaşım temel alınmak durumundadır. Çağımızda kapitalist modernite koşullarında kadınla özgür eş yaşam büyük sorumluluk isteyen; bilimsel, felsefi, etik ve estetik yaklaşım gücü isteyen bir yaşamdır. Kadının uygarlık tarihi ve modern çağda içine konulduğu statüyü bilmeden, etik ve estetik yaklaşım gücü göstermeden birlikte ne tür denenirse denensin içine girilecek her yaşam, yanlış ahlâksız ve çirkinlikle sonuçlanmak durumundadır. Yaşamı heba etmemek için öncelikle kadınla yaşamın doğru, ahlâklı ve estetikli (güzelce olanı) biçimlerini gerçekleştirmek şarttır. Tam kölelik biçimlerinin kişiliğinde denendiği, özümsetildiği kadın kimliğini çözümlemek, özgürlük, eşitlik davasını yoldaşı, yaşamdaşı yapmak doğru, ahlâklı ve güzel erkek olmanın da temel koşuludur. Savunmadaki satırlar doğru okunursa bu yönlü yaşam tarzına neden önem verdiğim, ilkesel kıldığım, daha iyi anlaşılacaktır. Modernitenin iktidar eksenli uygarlık ahlâkının dayattığı cinsiyetçi, kadını “becerme” ilkelliği (biyolojik cinselliğin bile yozlaştırıldığı ilişki biçimi) içindeki yaşam tarzı büyük ahlâksızlık ve çirkinlik üretir. Buna karşı yürüttüğüm büyük savaşım ve sonuçları doğru kavranırsa yaşam kadınla daha ahlâklı, güzel yaşanır. Bunun için sorumluluktan pay alan her erkek ve kadının özellikle kadının güçlenmesi, özgürleşmesi, tüm toplumsal alanlarda denk bir seviye kazanması için bilimsel, felsefi, etik ve estetik yaklaşım ve pratikleri sürekli geliştirilmesi, örgütlemesi; demokratik ulusun zihniyet ve kurumlarında yaşamsallaştırılması gerekir.
İster içeride, ister dışarıda; ister ana karnında ister fezanın herhangi bir anında ve mekânında olsun insan yaşamı ancak toplumsal olarak özgür, eşit (farklılık içinde) ve demokratik yaşanabilir. Bunun dışındaki yaşam biçimleri sapaktır. Dolayısıyla hastalıklıdır. Doğrulanması ve sağlamlanması için devrim dahil çeşitli toplumsal söylem ve eylemlerle mücadele edilir. Bunun için de etik, estetik, felsefi ve bilimsel zihniyet ve irade oluşturulur. O halde olası bir çıkışta her nerede olursam olayım hangi anda yaşarsam yaşayayım; mensubu olmaya çalıştığım toplumsallık için, bunun en trajik bir gerçeğini yaşayan Kürtler için onların çözüm ve kurtuluş yolu olan demokratik uluslaşması için, parçası oldukları komşu halklar başta olmak üzere tüm Orta doğu halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için ve onların da bir parçası oldukları dünya halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için sonuna kadar gerekli olan her söylem ve eylem tarzıyla sürekli mücadele içinde olacağım doğaldır. Bunun gerekli kıldığı etik, estetik, felsefi ve bilimsel güçle büyük pay kazanan hakikat kişiliğimle yürüyeceğim, yaşamı kazanacağım ve herkesle paylaşacağım.
21 Aralık 2010
Halklar Önderi Abdullah Öcalan