Sıradan bir işe girişiyor, yok oluş sürecine alınmış bir halkın tarihin karanlıklarında yitip gitmesine müdahale ediyorduk. Bu son derece onurlu ve tarihsel bir görevdi,sorumluluğu ağırdı.
HABER MERKEZİ – Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın grup kurma fikrinin 1972’nin sonunda oluştuğunu söylüyor: ‘’Çok zor ama 73’ün başlangıcında gruplaşma kararını vermiştik. Ve bahar aylarında çok küçük bir gruplaşmasını isim vermeden de kurmaya çalıştık.’’
Çubuk’ta bir ağacın altında yapılan ilk toplantı, resmi olmasa da Apocu grubun oluşumunda bir dönüm noktasıdır.
O toplantıya katılan 6 kişiden biri olan KCK Genel Başkanlık Konseyi Üyesi Ali Haydar Kaytan, toplantı sürecini şöyle anlatıyor: ‘’Başkan tek tek bireylerle konuştuğunda açıkladığı düşüncelerini, bu kez daha sistemli ve kapsamlı bir biçimde aktardı. O zaman söylediği şu oldu: ‘Biz bir grubuz. Bundan sonra bir grup olarak hareket edeceğiz.”
Apocu grubun temellerinin atıldığı bu toplantıdan sonra Ankara’da bir avuç genç, üniversitelerden öğrenci yurt ve evlerine kadar imkan buldukları her yer ve zamanda görüşlerini yaymaya, yeni insanlar kazanmaya çalışmaktadır. 1973 baharından itibaren adım adım oluşan Apocu grup, 1975 yılına gelince artık temel kadrolarını biraraya getirmiş durumdadır. Dönemin temel çekirdek kadrosu ise Kemal Pir ve Haki Karer’in yanısıra Cemil Bayık, Duran Kalkan, M. Hayri Durmuş, Mustafa Karasu ve Rıza Altun’dur.
Çubuk’taki toplantıya katılan PKK’nin kurucu kadrolarından Ali Haydar Kaytan ile PKK’nin 40. yılına ilişkin kapsamlı bir söyleşi yaptık. Öcalan’la ilk tanışma anı, Çubuk barajındaki toplantı, Apocu grubun Ankara’daki çalışmaları ve Kürdistan’a dönüş sürecini konuştuk.
Öcalan ile tanışmanız nasıl oldu?
Önder Apo’nun cismiyle tanışmadan önce ismiyle tanıştım. Fakülte panosuna asılmış bir duyuruda Maliye Bakanlığından burs almaya hak kazanmış 20 öğrencinin adı vardı. Bunlardan biri Abdullah Öcalan’dı. Öcalan soyadı özellikle dikkatimi çekmişti. Biliniyor, kişi içinde şekillendiği toplumsal gerçekliğin özelliklerini yansıtır. Ben de hala canlılığını koruyan bir aşiret yapısından geliyor ve aşiret zihniyetinin etkilerini taşıyordum. Mensubu olduğum aşiret Dersim tertelesinden nasibini almış, tutsak edilip mecburi iskana tabi tutulan aşiret artıkları on yıl sonra yurtlarına geri dönmüşlerdi. Kendi topraklarıyla yeniden buluşan bu insanların katliama ilişkin anıları henüz çok tazeydi. Bir araya geldiklerinde, hep o katliam yıllarında neler yaşadıklarını anlatırlardı. Hikayeleri bitince, hemen her defasında “Allah o günleri bir daha düşmanımıza bile göstermesin” derlerdi. Ben de akıl almaz bir zulüm yüklü bu hikayeleri bir masal dinler gibi dinlerdim. Aşiret gerçeğinde, yaşanan her haksızlığa karşı mutlaka misillemede bulunup öç alma geleneği vardır. Aşiret kavgalarına ilişkin anlatılan hikayelerden bunu da öğrenmiştim. Öcalan soyadının bu kadar dikkatimi çekmesi biraz da bundan olsa gerek. Bu benim açımdan bir yönüyle Mehdi beklentisi içinde olmak gibi bir şeydi. Bir ‘Öcalan’ın çıkacağına ve soykırımın intikamını alacağına inanmak istiyordum.
Öcalan ile Cebeci, Sıhhıye ve Kızılay’a kadar üç saatlik yürüyüş yaptınız, o yürüyüşü anlatabilir misiniz?
Önder Apo, Fakültedeki Kızıldere Katliamını protesto eylemi yüzünden bir grup arkadaşıyla birlikte 6 Nisan’da tutuklanmıştı. Yaklaşık yedi aylık bir tutukluluk sürecinden sonra bu arkadaşlarımız serbest bırakıldılar. Kesinliğinden emin değilim; ya güz dönemi sınavlarına giriyorduk ya da yeni eğitim dönemi başlamıştı. Dersten çıktığımda Önder Apo yanıma geldi, selam verip kendini tanıttı. Ben de geçmiş olsun dileklerimi sundum ve kendisini gıyaben tanıdığımı belirttim. Benimle konuşmak istediğini söyleyince olur cevabını verdim. “O zaman biraz yürüyelim” dedi. Çok temkinli hareket ettiği belli oluyor, kimsenin duymaması gereken bir sırrı paylaşıyormuş gibi davranıyordu. Çünkü ‘Kürt’ ve ‘Kürdistan’ kavramlarını kullanmak bile kendi başına tutuklanma nedeniydi. Nitekim daha sonra bize de sıkça ciddi ve anlayışlı olmamız gerektiğini söyleyecekti. Ona göre, anlayış ve ciddiyet bir devrimcinin olmazsa olmaz özellikleriydi. Bunu öncelikle kendi yaşamında uyguluyor ve başkalarını da hal diliyle buna davet ediyordu.
Cebeci’den yola çıktık, Sıhhıye’ye kadar gittik; Kızılay’a geçip oradan tekrar Cebeci’ye döndük. Ortalama üç saatlik bir süre geçmişti. Yavaş yürümüştük ve konuşan Önder Apo olmuştu. Bir cümle ile ifade etmeye çalışırsam, bana tarihsel-toplumsal bir gerçeklik olarak İnsan’ı anlatmaya çalıştığını söyleyebilirim. Kendisinden insanlık tarihini dinlemiştim. Biz o zaman buna toplumlar tarihi adını veriyorduk. En son kapitalizmle birlikte ortaya çıkan gerçekliği, kapitalizmin emperyalistleşmesini ve emperyalizm aşamasının temel özelliklerini ortaya koymuştu. Anlattıklarının içinde Ekim Devrimi özel bir yer tutuyordu. Bu devrim yeni bir çağ başlatmıştı ve çağımız sosyalist devrimler ve ulusal kurtuluş hareketleri çağıydı. Sosyalizm bu çağın en devrimci ideolojisiydi. Sosyalizmin kılavuzluğu, emekçi sınıflar ve ezilen halkları özgürlüğe taşıyacaktı.
Bu konuşmada dikkatinizi özellikle çeken neydi?
Kürdistan ve Kürt gerçeği üzerinde durdu, özetle Kürt tarihini anlattı. 19. yüzyılda gelişen Kürt isyanlarına değindi, nedenlerini ortaya koydu. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına, savaşta Kürdistan’ın nasıl parçalandığına ve yeni Türk devletinin nasıl kurulduğuna ilişkin yorumlarını daha iyi anlıyordum. Beni en çok etkileyen husus ise, TC’nin 1925-1940 yılları arasında Kuzey Kürdistan’ı nasıl yeni baştan işgal ettiğine ilişkin anlatımıydı. Bizim isyan olarak bildiğimiz bazı çıkışlar, gerçekte Kürdistan’ı parça parça işgal etmek isteyen Türk devletinin başvurduğu provokasyonlara tepki olarak gelişmişti. Osmanlı’nın enkazı üzerinde kurulan yeni devletin Kürdistan’ı aynı anda bir bütün olarak işgal edip egemenliği altına alma gücü yoktu. Kürdistan’ı işgal etmeyi sürece yayması ve parça parça düşürmeye çalışması bundandı.
En son Dersim soykırımıyla birlikte askeri işgal tamamlanmış, hemen ardından beyaz soykırım dönemi başlamıştı. Kürdistan sömürge bir ülkeydi. TC devleti Kürdistan’da korkunç bir inkar ve imha politikası uyguluyordu. Kürtler halk olarak yok oluş sürecine sokulmuşlardı. Kürdistan’da gelişen kapitalizm Kürtleri uluslaştırmıyor, tersine yok oluş sürecine ivme kazandırıyordu. Bu gidişata müdahale edip yok oluşu durdurmak, toplumuna bağlı devrimci her insanın en temel yurtseverlik göreviydi.
Anlatımının sonuna geldiğinde, bana ne düşündüğümü sordu. Anladığım kadarıyla anlattıklarına katıldığımı söyledim. Özellikle Kürdistan’ın sömürge bir ülke olduğu biçimindeki tespitinin beni müthiş etkilediğini ve ufkumu açtığını ifade ettim. Dersim direnişinde yer almış ve soykırımdan ciddi ölçüde etkilenmiş bir aşiretten gelmeme, yine mecburi iskana tabi tutulmuş bir anne ve babanın çoğu olmama rağmen Dersim’in neden böyle bir vahşeti yaşadığını çözemediğimi, ancak anlattıkları sayesinde şimdi gerçeği daha iyi görebildiğimi belirttim. Bu nedenle çok sevinçli olduğumu dile getirdim. Gerçekten çok sevinçliydim; görme duyusunu yitirmiş birinin yeniden görmeye başlamasına benzer bir duygu yaşıyordum.
Dersim soykırımını yaşamış bir aileden gelen biri olarak ‘Kürdistan Sömürgedir’ sözü bir anlamda sizi köklerinizle mi buluşturdu?
Bütün bunları bana anlatan akranım sayılacak genç bir devrimciydi. Ben bir yıllık üniversite öğrencisiydim ve devrimcilikle üniversitede tanışmıştım. O zamana kadar devrimciliğe ilişkin öğrendiklerim bölük pörçüktü. Buna karşılık bu gencecik insanın anlatımında muazzam bir bütünlük ve sistematiklik vardı ve bu yönüyle insanı olağanüstü etkiliyordu. Ben de anlattıklarının büyüleyiciliğine kapılmıştım. Şunu özellikle belirtmeliyim: Anlamak kişinin yorum gücünün derinliğine bağlıdır. Yorumlama gücünü kullanmadan anladığını söylemek, kopya çekmek gibi bir şey olsa gerekir. Mürşidiniz size ihtiyacınız olan gıdayı verir. Başka bir yerde ifade ettiğim gibi, aldığınız gıdayı olduğu gibi ‘yutmak’ yerine, sevgi değirmeninde öğütmek durumundasınız. Gıda ancak o zaman sizi girdiğiniz yolda yürütecek bir enerjiye dönüşebilir. Gıda tanelerini sevgi değirmeninden geçirmeyen kimse sağlıklı beslenemez. Yorum dediğim budur.
Burada anılarımı anlatmadığımı, tersine bir tarihten söz ettiğimi biliyorum. Tarih denildiğinde birçok insanın aklına ilkin geçmiş gelir ve geçmişi de olup bitmiş ve yalnızca anı değeri taşıyan bir şey olarak anlar. Oysa geçmiş hiç de geçip gitmiş bir şey değildir. Geçmiş, daha doğrusu tarih ‘şimdi’dir. Bu açıdan tarih omzumuzda taşıdığımız bir ‘ölü ağırlığı’ değil, capcanlı bir gerçekliktir. Böyle bir anlayış bize tarihe müdahale etme, başka bir deyişle falsifikasyonları giderme şansı tanır. Zihniyetteki dönüşümü bu çerçevede ele almak en doğrusudur. Tarihimizi daha doğru yorumladıkça zihniyette de büyük gelişme sağlarız.
O dönem açısından kendimi toplumsal gerçekliğinden uzaklaşmış ve yolunu şaşırıp kaybolmuş birine benzetiyorum. Daha öncesinde solculukla tanışmış olmam bu gerçeği değiştirmiyor. Aranan bendim, arayan ise Önder Apo’ydu. O gelip beni buldu, beni kendi köklerimle buluşturdu, karanlıktan çıkarıp aydınlıkla tanıştırdı. Bu karşılaşma anını böyle değerlendiriyorum.
Çubuk’ta bir ağacın altında yapılan ilk toplantı bir dönüm noktası. Bu toplantıyı önemli kılan neydi?
Dönem 12 Mart darbesi dönemiydi. Önder Apo ile tanıştığım günlerde darbeciler hala işbaşındaydı. Faşist baskılar devam ediyordu. Ancak Önder Apo bu koşullarda üniversite öğrencisi Kürt gençleriyle bireysel düzeyde ilişki kurup görüşlerini anlatmayı sürdürüyordu. 1973 yılına girildiğinde, ilişki kurup görüşlerine kazandığı gençlerin sayısı beşi bulmuştu. Elbette Kemal Pir ve Haki Karer’i bunların dışında tutuyorum. Bu iki ölümsüz devrimci genç, bizlerden önce Önder Apo ile tanışan ve görüşlerini paylaşan arkadaşlardı. Onlar bizde olduğundan daha yüksek bir kavrayış gücüne sahiplerdi. Ne var ki her ikisi de Türkiyeliydi. Önder Apo ise Kürdistani bir devrimci grup oluşturma çabası içindeydi. Türkiyeli devrimcilere, “Gelin, bizim grup örgütlenmemize katılın” diyemezdi. Hepimizden önce kendileriyle tanışmış olduğu halde, bu yüzden bu iki arkadaşı sözü edilen toplantıya çağırmamıştı. Ama onlar grubun asli üyeleri gibi davranıyorlardı.
1973 yılı Newroz’una girmiştik. Bir tatil günüydü. Önder Apo’nun istemiyle bir otobüse binip Ankara dışına çıktık. Toplam altı kişiydik. Bir süre sonra otobüsten inip çam ağaçlarının bulunduğu bir alana doğru yürüdük. Daha sonra hepimiz bir ağacın altında oturduk. Gittiğimiz alan sanırım bir mesire yeriydi. Biz beş insan birbirimizi tanıdığımız halde, ilk kez bu biçimde bir araya geliyorduk.
Böyle bir toplantının olacağını bekliyor muydunuz?
Bu tamamen Önder Apo’nun fikriydi. Yerimize oturduğumuzda kendisi hemen sistematik değerlendirmesine başladı. Diğerlerimiz daha önce olduğu gibi yine dinleyici durumundaydık. Bu kez yaptığı değerlendirme geçmiştekine göre daha da kapsamlıydı ve dolayısıyla bizler de biraz daha aydınlanmış oluyorduk. Açıkça ifade etmesek de, Önder Apo ile aramızda bir çeşit öğretmen-öğrenci ilişkisi vardı.
Değerlendirmede ortaya konulanlar elbette yabancısı olmadığımız gerçeklerdi. Hepimiz yapılan değerlendirmede dile getirilen görüşleri daha önce de dinlemiştik. Bu görüşleri kabul ettiğimize göre, bunlar artık ortak görüşlerimiz olacaktı. Önder Apo bu toplantıda bizim için döneme göre kapsamlı bir teorik çerçeve çizmişti. Bu çerçevenin içini doldurmak ve bunun için de büyük bir araştırıcının ruh haliyle hareket etmek her birimiz için temel görev oluyordu. Zaten Ankara’da geçen bu birkaç yıllık süreci daha sonradan araştırma ve inceleme dönemi olarak adlandıracaktık. Nitekim Önder Apo da artık bir devrimci grup olduğumuzu, grubu nicelik ve nitelik olarak büyütmek gibi bir görevimizin bulunduğunu vurgulamıştı. Bundan böyle her birimiz hem kendimizi eğitip geliştirecek, hem de kazanacağımız yeni elemanlarla grubumuzu büyütecektik. Sıradan bir işe girişmiyor, yok oluş sürecine alınmış bir halkın tarihin karanlıklarında yitip gitmesine müdahale ediyorduk. Bu son derece onurlu ve tarihsel bir görevdi, sorumluluğu ağırdı. Bu sorumluluğun bilinciyle hareket etmeliydik. Bunun için de görevlerimize tutkuyla sarılmalıydık.
Tamamen aleyhte seyreden tüm elverişsiz koşullara rağmen, Kürdistan’ın ve Kürt halkının özgürlüğü için bir grup olarak hareket etme kararlılığına ulaşması, bu toplantıyı önemli kılan temel özelliktir. Devrimler için hep objektif koşulların olgunlaşmasından söz edilir. Örneğin kendiliğinden de olsa, halkın belli bir hareketliliği vardır. Toplumun husursuzluğu eylemine de yansımaktadır. Aydınlar arayış halindedir. Oysa dönemin Kürdistan’ına egemen olan, tam bir mezar sessizliğidir. Bu durumda böyle bir ülke ve halk için bir şeyler yapmak isteyenler imkan arayışına giremezler. Çünkü iş yapmak için imkana bakan, tek bir adım bile atamaz. PKK tarihinden çıkarılacak en temel ders budur. Önder Apo’nun deyişiyle, hayırlı bir işe başlamak için çok fazla imkana ihtiyaç yoktur. Birkaç doğru sözün iyi duygularla birleştiği yerde, kişi yaptığı işe inanıyor, onun için yaşıyor ve o işin gelişmesine yüksek ilgi gösteriyorsa, gerisi kesinlikle gelir. Nedir bu doğrular? İnsanı sınırlı da olsa kendisi yapan ana topraklara soysuzlar ve haramzadeler gibi ihanet etmemek, sömürgeciliğe ve kapitalizme en ucuz biçimde yem olmaya asla rıza göstermemek!
PKK birkaç kelimeden ibaret bir doğrunun ve umut bile sayılmayacak bir duygunun hareketi olarak doğmuştur. Bu toplantıyı anlamlı kılan, ilk adımların bu tarzda atılmış olmasıdır. En büyük imkan insanın kendisidir, onun iyi duyguları ve doğru düşünceleridir, bunlara dayanarak pratiğe girmeye cesaret etme iradesini göstermesidir. Bilgelerin deyişiyle her ne ararsanız kendinizde arayacaksınız; şifayı bile hastalığın içinden çıkaracaksınız. Maddi imkanlar ve silahlara, dış güçlere ve desteklerine değil, öz gücünüze dayanacaksınız. Zayıfllığınız ve güçsüzlüğünüzü ileriye doğru adım atmamanın nedenlerine değil, gelişme ve güçlenmenizin gerekçelerine dönüştüreceksiniz. İmkanların çoğu zaman başa bela getirdiğini unutmayacaksınız. Bunlar bu tür koşullarda böylesi bir adımı atma cesaretini gösteren Önder Apo’nun özellikleri olduğu kadar, aynı zamanda Apoculuğun özgür yaşam ve mücadele felsefesinin vazgeçilmez ilkeleridir.
Ankara’daki gruplaşmanın bir benzeri Kürdistan’da nasıl oluşturuldu?
Çubuk yakınlarındaki toplantıdan 1975 yılı sonbaharına kadar, Ankara grup çalışmalarının merkezi durumundaydı. Önder Apo’nun Dev-Genç geleneğini yeniden canlandırma çabası ADYÖD’ün kapatılmasıyla bir bakıma sekteye uğramıştı. Ciddi bir parçalanmayı yaşayan sol hareket adeta kırk yamalı bohçayı andırıyor, her gün nerdeyse yeni bir grup doğuyordu. Aynı şekilde THKP-C militanları Önder Apo’nun hareketi toparlama çabalarına yeterli bir ilgi göstermemişlerdi. Cezaevinden çıktığında bu iki temel görevi başarmaya çalışan Önder Apo, her iki hususta da içten ciddi engellerle karşılaşmıştı. Bu arada Kürdistan’a özgü gruplaşma belli bir düzey kazanmıştı. 1975 yılına gelindiğinde, grubun aktif eleman sayısı yirmi beşi buluyordu. İçlerinde Mazlum Doğan ve Mehmet Hayri Durmuş gibi son derece nitelikli genç devrimciler de vardı. Üç yıllık araştırma ve inceleme süreci grubun teorik çerçevesini daha da zenginleştirmiş, grup üyelerinin kendilerine güvenini arttırmıştı. Bunlarla yeni mücadele döneminin gerektirdiği adımlar atılabilirdi.
Solun mevcut gerçekliğine bakıldığında, solda birlik yaratma çabalarıyla daha fazla oyalanmanın boşa kürek sallamak anlamına geleceği açıkça görülüyordu. Yapılması gereken şey, tümüyle grup çalışmalarına yüklenmekti. Grubumuzun varlığı artık iyice görünür bir hal almıştı.
Ankara’daki Dersim Gecesi’nin Apocu grubun belirginleşmesindeki önemi nedir?
On binin üzerinde insanın katıldığı Dersim Gecesinde, salona astığımız pankartlardaki sloganlarımız hemen herkesin dikkatini çekmişti. Diğer gruplardan farkımızı görüp “Bunlar da kim?” diye sorunlara, gruplaşmamız konusunda biraz bilgi sahibi olanlar ‘Apocular’ biçiminde cevap vereceklerdi. Böylesi bir adlandırmayı reddetmesek de, biz kendimizi Kürdistan Devrimcileri olarak tanımlıyorduk. Grubun tüm üyeleri yüksek öğrenim gençliğinin örgütlendirilmesinde oldukça aktif bir rol oynamışlar, bu zeminde kaldıkları müddetçe gelişen paramiliter faşist yapılara karşı en önde mücadele etmişler, belli bir pratik deneyimden geçmişlerdi.
Dikmen’deki toplantıda kimler vardı?
Yanılmıyorsam, Dikmen toplantısı 1975 yılı sonbaharında gerçekleşti. Toplantıya 25 civarında bir arkadaş grubu katılmıştı. Grubun belli bir kararlılığa sahip tüm üyeleri toplantıda hazırdı. İçlerinde Mazlum Doğan ve Mehmet Hayri Durmuş gibi arkadaşlar da vardı. Önder Apo toplantı öncesinde Kemal Pir ve Haki Karer ile konuşmuş, kendilerini grubun yeni yöneliminden haberdar kılmak istemişti. Bu arkadaşlar da kendisine grubun Kürdistan’a dönüş eyleminde bireysel olarak yer almak istediklerini söylemişlerdi. Bu istemleri olumlu karşılanınca, Kemal ve Haki arkadaşlar da toplantıya katılım sağladılar.
Bütün bu süreçlerde ileriye doğru atılan her adımın öncelikle Önder Apo tarafından düşünülüp kararlaştırıldığını ve ardından diğer arkadaşların ortak kararına dönüştürüldüğünü belirtmem gerekir. Dikmen toplantısına gitme ve bu toplantıdaki kararlaşma da böyledir.
Dikmen toplantısının önemi nedir?
Dikmen toplantısının önemi, grubun ana topraklara dönüşünü karar altına almasındadır. Tabii bu öyle plansız ve programsız bir dönüş olmamıştı. Öncelikle kent merkezleri temel çalışma alanları olarak belirlenecekti. Çünkü buralar gençliğin en yoğun şekilde yaşadığı alanlardı. Gençlik içinde kapsamlı bir çalışma yürütmeden ve gençliğin en ileri unsurlarını gruba kazanmadan, topluma açılmak mümkün olmayacak ve sonuç vermeyecekti. Antep, Urfa, Amed, Dersim, Elazığ, Bingöl, Ağrı, Kars ve Mardin gibi kentler ilk elde çalışma yürüteceğimiz yerler olacaktı. Botan’da ilkel milliyetçiliğin belli bir hakimiyeti vardı ve bu yüzden başlangıçta geri planda kalmıştı. Belirlenen kentlerde kısa sürede Ankara’dakine benzer bir grup oluşumuna gidecektik. Kararlaşmamız böyleydi.
Kürdistan’a ilkin kimler gitti?
Dikmen Toplantısında ilk kez Önder Apo’nun yardımcısı olacak iki arkadaşı seçtik. İlki Haki Karer arkadaştı. O zamana kadar grubu yöneten Önder Apo’ydu. Şimdi iki yardımcıyla yönetimimizi güçlendirmiş oluyorduk. Gruptan kimlerin hangi alana gideceği bu toplantıda gündeme gelmedi. Toplantıda öncelikle çalışma yürütmemiz gereken yerler tespit edilmişti. Buralara gidiş, bu işe gönüllü olarak talip olacaklara bağlıydı. Kim nereye gideceğini Önder Apo’ya söylüyor, ardından harekete geçiyordu. Haki arkadaş ilk etapta Adana-İskenderun hattında çalışmayı seçip yola çıktı. Kemal Pir ve Cemil Bayık arkadaşlar birlikte Antep’te çalışmayı seçtiler. En önemli çalışma alanımız burası olacaktı. Çünkü Maraş, Adıyaman, Urfa ve kısmen Malatya’ya yönelik çalışmalar da yine buradan bu arkadaşlar tarafından yürütülecekti. Aynı anda olmasa da Mazlum arkadaş Batman’a, Hayri arkadaş Bingöl’e, Duran Kalkan arkadaş Amed’e geçtiler. Ben Dersim’de çalışıyordum. Yine Kars ve Ağrı yöresine çalışmak üzere giden arkadaşlar vardı.