HABER MERKEZİ
Çocukluk arkadaşım Dicle’yi anarak mektubuma başlamak istiyorum. Bugün bedenen ve de anlam olarak doğuş günüdür, Dicle’nin…(yoldaşın) aslında yazmak isteyip yazamadığım o kadar çok şeyivar ki hangisine öncelik vermem gerektiğiyle ilgili olarak, tercihle yazmak zorunda kalıyorum.
3 Nisan’da yollamış olduğum mektuptan sonra yeniden daha erken yazmak istedim, çeşitli nedenlerle şimdi yazıp yolluyorum. Bir de her yazdığımda bütün kanım beynime hücum ediyormuş gibi heyecanlanıyorum. İlginç gelebilir son günlerde yaşanan bazı gerçekler bunun karşısında sezdiklerim bana şu soruyu sordurttu, beden nedir?Ruh nedir? Buna bağlı olarak kanın kendisinde dalga ve parçacık gerçekliği nasıl işliyor? Kuantum alanında bilgili olduğumu belirtemem, bizler benim içinde yeni bir alan ama genelde tahminlerimi gözlemlediğimde belli bir gerçekliği ifade ettiğini görebiliyorum. Pratik örneklerle sıralamam mümkün olmayacak ama kendimin şahitliğini yapabilirim ki, temelsiz, köksüz belirtmiyorum.
Yazmakla yaşamak benzer bir gerçekliğe yakınmış gibi geliyor bana. “yazmak arınmaktır” sözünü bu yüzden anlamlı buluyorum. Çünkü kişisel yaşadıklarımda bu sözün doğruluğunu kanıtlamış ve kanıtlamaktadır. Genelleme yaparsam doğru olmaz, yalnız bizim gerçekliğimizde arındırıcı bir öneme sahip olduğunu görebiliyorum. Yazdıklarımda kendimi bir aynada seyreder gibi seyrediyorum. Düşüncelerimin yol açtığı resmi, bir ressamın yaptığı resmi izlemesi gibi izliyorum. Nasıl ki, sanatçı resimde yaşamın tüm resmini, gerçeklerini ifade etmek istiyorsa, bende aynı algıyla yazıyorum. Yazdıklarımın anlamını, değerini bilenle paylaşmak istiyorum. Çünkü anlamlı ve değerli olanın, anlamsızlaşmasına izin vermek istemiyorum. Doğru olansa anlamı paylaşarak anlamsızlığı açığa çıkarmaya vesile olmak oluyor, güzel olan, kadın karakterli olanın bu olduğuna inanıyorum. Bu yol çok zorludur önce değer ve anlamın değerini bilecek bir duygu ve düşüncenin oluşmasını sağlamak sanırım daha doğru oluyor. Toplumsallaşma arayışlarında insan anlamlarını koruyarak adım atmazsa bir döngü gibi anlamsızlık ona’da döneceği gibi, onuda anlamsızlaştırma tehlikesini barındırdığını düşünmekteyim. Toplumsallaşmanın enerji ile döngüsü neyin yaşanıp neyin yaşanmaması gerektiği yönünde çok öğretici olmaktadır. İnsan tam olarak kendisini göremiyor, kendi dışındaki varlıklarda, oluşlarda, kendini gözlemleyerek gerçekleşme tercihlerini yapıyor. Gökyüzünün mavisinde sonsuzluğu, o sonsuzluğa bakan bütün sevdiğin anlam sahiplerini düşlemek hafif bir rüzgarla, yaşamı hareketi hissetmek bahar gibi canlı, yaz gibi olgun ve verimli olmak, acıyı ve sevinci de anlayarak, idrak ederek yaşamak… Anlamsız bir sessizlikten, kof bir gürültüden uzak… Duru bir su ile akmak ve kendin (xwebûn) olmak. Her şey biraz da insana kendisinin ne olup olmadığını anlatıyor, sezdiriyor.
“Tanrı kendisini gözlemlemek için evreni yarattı” sözüne dikkat çektiniz. Bu cümleyi her duyduğumda yeniden düşünmeme yol açıyor. Kendini sonsuz evrenlerden seyretmek, gözlemlemek, ne kadar büyük anlamlara yol açıyor olmalı. Bunun çok büyük görme, duyma, hissetme ile, düşünme ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Denizdeki bir balık örneği beni çok düşündürttü. Balığın gözleri yok ama tüy kadar hafif ayak işlevlerini gören bölgelerde göz görevi gören, birçok gören göz denilebilecek hücreye, yapıya sahiptir. Görme isteği ona yürüdüğü yolun gerekliliğini gösterecek kadar, hem öz savunması hem de onu yaratacak kadardır. Her varlığın ya görme ihtiyacı yoktur ya da varlığın neye doğru aktığı varlık biçimini şekillendirir. Bir yerde der ki, güneş ile ay arasında aşk vardır. Güneş kendini ay ile geceleri görünür kılar, şimdi düşündüğümde ilk varoluştan itibaren, birden çokluğa, çokluktan tekrar birliğe dönme, evrende müthiş bir tamamlama döngüsü hüküm sürüyor. Sanırım bu yüzden olsa gerek, sosyalist düşünürler, tersinden cevap olmaya kendilerini adamış düşünürler de tezlerini doğa felsefesi üzerinden kanıtlamaya çalışıyorlar. Örneğin KROPOTKİN, asıl olarak felsefesini doğa üzerinden şekillendiriyor. Asıl olarak şu sonucu ifade ediyor, “İnsanda ahlak denen şeyin başlangıcı, kaynağı, temeli doğadaki hemen tüm canlı varlıklara özgü birlikte yaşama (toplumsallık) içgüdüsünün daha da gelişmiş olmasından başka bir şey değildir” der. Aynı zamanda “benim sınırsız doğa sevgim ve doğadaki yaşamın sonsuzluğu üzerine o ilk, bulanık düşüncelerim gövermiştir” der. Düşüncelerini “canlı doğadaki yardımlaşma” ilkesi üzerinden geliştirmiştir. İçgüdüsellikle ilgili son dönemde tespit ettiğim bir düşüncemi belirtmek istiyorum. Felsefik bir düşüncenin parlaklığı ile aydınlanmış bir düşüncenin yaşam kabiliyetinden daha fazla insan gerçeğimiz içgüdüsellikle daha faza yansımaktadır. Bir nevi felsefik düşünememek bana dilsizlik, lal olmak gibi geliyor. Bağırmak ile susmak bu yönüyle aynı oluyor. Oysa felsefe bunun ötesine geçmek, ifade ve tanımlama, kavrama ve kavratma, sevme ve sevilmenin doğru dilini, etkin dilini oluşturuyor diye düşünmekteyim. Kadın özgünlüğü bunları düşünmeme yol açıyor diyebilirim.
Size bir bakışımın, bakış açımın çok yetersiz olduğunu belirtebilirim. Çünkü artık şunu fark ediyorum ki, insanın kendine bakışı, kendini bilme düzeyi ne ise, “kendini bilme” ölçüsü ve oranında gerçekiliğinizi anlamak mümkün oluyor. Birde insanın kendinden bağımsız olarak sizi algılaması gerekiyor. Bütün sizi görme, tanıma istemlerimiz bize nasıl dönüyor, “kendini bil!” kendinden bağımsız sizi öğrendikçe hakikatle inşa etmiş olduğunuz hakikat yürüyüşü ile doğru bir bağımın oluşacağını düşünüyorum. Bir anlamda objektif “olmayada kendinden bağımsız ele almak” denilmektedir. Bunları neden düşünüyorum, sığınmak iradeli, iradi bir kalıtım olmamaktadır. Sığınmak gerçek bir sevgi ve bağlılık değildir. Beni affetmenizi umarak büyük söz söylemiş olursam eksik bilincimdendir, ancak kadın sosyolojinin tam oluşmadığını, psikolojik ve duygusal olarak sığınmak kendi içinde hep tersi bir duyguyu da barındırır. Çünkü içinde hiç yok olmamış, yaşanmış bir özgürlük potansiyeli vardır.
Ne zayıf olmayı, ne de karşısındakinin güçlü olma durumunu sindirmez. Bu yüzden kadın açısından ne güçle ilişkinin tam farkına varılmış, ne de sığınmanın çözümlenmesi tam yapılmıştır, ama arayış var. Tanımlama ve doğruya yürüme arayışı var. Daha yalın bir örnek yazmak istiyorum. Sizin için hiçbirisi yeni değil, ama benim nazarımda yeni ve tahlil gücünüze sunmak istiyorum. Ezilen bir kimlik olarak kadın gerçeğinde bir birine neler hissettirdiği en kalıcı duygu oluyor, hissiyat oluyor. Diyelim ki bir kadın zor durumdadır, diğer bir kadın ona yardımcı, destek olduğunu, güç vermeye çalıştığını düşünür. Zor durumda olanın yardımcı olana güçlendikten, ya da zor durumdan çıktıktan sonra yaklaşımı ne olmalıdır? Diye düşünüyorum. Çünkü zayıf iken sığınmak, toparlanınca tersi olmak düşündürücüdür. Çağımızda kadın asla hiç kimseye kölece bağlanmamalıdır, güç aktarımı paylaşımı yaparken büyüklenmemeli, ama hep merak ediyorum, ediyoruz, hayal kuruyoruz. Kadınlar neolitikte birbirlerine nasıl bakıyordu? Güç dengesi nasıl oluşuyordu? Eşitliği nasıl yaşıyorlardı? Hatta her birimiz diğerinin özelliklerinin hangi tanrıça karakterine daha yakın olduğunu bir birimize anlattığımızda, arkadaşlar benim yapımı Lilith’e daha yakın buldular. Aslın da ben Zerdüş’tün özgür iradeli bireyi yaratma felsefesi üzerine yöneltmeniz sayesinde inançla düşünüyor, inceliyorum. Güncele gelince bireysel özgürlük gibi açığa çıkması, yansıması doğru olmayan bir oluşumu ifade ediyor.
Düşünsel temas etmiş olduğum bireylerin (kadınların) süreçlerin diyalektiği akışını göz önünden geçiriyorum. İlk öğreticinin siz olmasının daha belirgin olduğunu biliyorum, ancak diğer düşünceler nereden sızmaya çalıştı? Diye yoğunca tartışıyorum. Ve bir şeyi mutlak olarak korumaya almam gerekiyor. Dış tüm sızmalar buradan giriş yapmak istedi, yapmak istiyor. Bu yine kendini bilmemek, kendimin algılaması ile ilgili olurken düşündüğümde nasıl beni çözmek için düşüncelerinize başvurmak zorunda kalıyor. Çözmenin amacı, bu bağda ne var? İç ve dış tüm sızmacı düşünceler buradan sızmaya çalışıyor. Ama kendimin hala anlamaya çalıştığı, tanımlayamadığı bir gerçeklik dıştan algılanabilir ki? İçinde daha hiç konuşmamış, dile gelmemiş bir geçmiş var, öyle hissediyorum. İçinde hayatın anlamı var, öyle hissediyorum. İçinde Ahura Mazda’nın kutsadığı Elbruz dağlarının adı olan (Avestadaki ismi ile Berzayati isminin) ruhu var. Bir yükselti ve yücelik var. İnsanı bu kadar kökleri ile buluşturan, bu kadar derinden çağıran anlamın ismi nedir? Kendini aramak, bulmak, bilmek midir? Bilemiyorum. Ancak hissettirdiklerinizin anlamı çok derindir. Doğru hissettiklerimle yanlış temellerden gelen hissiyatları ayrıştırarak, artık kendimde düşünebilme yetisini geliştirmemin gerekliliğine her zamankinden daha fazla inanıyorum. Bu dönemde arkadaşlara söylediğim, yeni öğrendiğim bir gerçeklik var.
Zerdüşt felsefesinde Ahura Mazda ve Ehriman arasındaki temel fark şöyle çiziliyor; Ahura Mazda bilincinde şekillenen iyi insan, “düşünüp eyleme geçiyor” Ehriman’a göre şekillenen kötü insan, önce eyleme geçip sonra düşünüyor ve kötü insan olmanın nedeni bu olarak belirtiliyor. Fark ettim ki çoğumuz bu ölçülerden bakılınca Ehriman’ın gölgesinde kalıyoruz gibi görünüyor. Bunun hem ulusal hem de cins özgünlüğü ile ilgili boyutları olduğunu genişçe ifade ettiniz. Benim içinse bir karıncanın adımları gibi anlama çabaları ya da onun kendi tarafını ifade etmesindeki su taşımasına benziyor. Gerçekten yanan ve yakılan bir insanlık var. Kapitalist sistem, kendi kendini yiyen, tüketen bir canavar, beyin gücünü korumaya alan, ortak olduğu için, ama diğer tüm insanlığı bedenin organlarını yakan yok edici bir hale bürünmüş günahsız insanların cayır cayır yakıldığı bir dünya haline gelmiş. Öznelerin nesne gördüğü her şeyi kendi insanlığında ki benliği bile nesne görüp yakan bir dünya. Ve yaz ortasında üzerimize yağan doğanın ve tabiat ananın göz yaşları oluyor. Bu dünya insanlığının yitiminin karşısında artık babaların kalpleri daha çok duruyor. Böyle bir insanlık ile yaşamaktansa, onun eliyle acı çekmektense, kalbi onu vedaya zorluyor. Her insanın payına bir şey düşüyor. Bununla ilgili olarak sonra daha özel olan bir durumu paylaşmak istiyorum.
Tekrar Berzayati dağına dönmek istiyorum. Berzayati, aynı zamanda Zerdüşt’ün inziva mekanı oluyor. Ahura Mazda ona dünyayı yenileme görevini orada veriyor. Berz (bilind) Berzayati (winda) anlamına da geldiği için, geçen mektubumda size yazmış olduğum soy zincirinin halkaları gibi görünüyor. Çünkü Hurrilerde dağ kutsaldır. Tepelere insanların gömülmelerinin nedeni, kadının göbeğine benzetip oradan yeniden doğulacağına inanmalarıdır. “Göbekli Tepe’nin” isminin de bu gerçeklikle bağlantılı olduğunu düşünüyorum hem de kanıtlar var. Bütün yaratılış efsanelerinde farklı olan bir tanesi Zerdüşt inancındandır. Bir küpte kız ve erkek çocuk birlikte doğarlar. Göbekli tepede de yapının rahim yapısına benzetilmesi, içinde eşit dikili taşın olması bende bununla bağlantılı olduğunu düşündürdü. Çünkü “Kubabo” küp, meteor taşı anlamına gelen, sonra Kibele olan tanrıçanın ismi olarak belirtilir. Hem doğum yerinin simgelendiği hem de yeniden göbekli bir tepeden doğulacağının inancı. Bir de en önemli ve belirgin gördüğüm evreni yorumlama, tanımlama, ilk dönemlerde kadını anlamakla, tanıma istemi ile başlamış. Daha yakın dönemde bu bilincin Yunan bir filozofta Kibele heykeline bakıp değişim dönüşüm yasasına kadar götürmüştür. Sümer tabletinde bir örnek beni çok düşündürttü, tasvir kozmolojik, simgelerde kozmik tanrıça inek olarak simgelenen tapınakta, kutsal yerlerde ayin yapılmaktadır.
Kozmik kadın tanrıça, ama ayini yine kendini rahmini simgeleyen tapınakta yapmaktadır. Kendi yorumumla bu bilgiye bakınca kendini bilmenin çok farklı işlediğini gördüm. Kutsallık, onun tanımlanması, kendi içinde kendini kutsama, arındırma… kendini bilmenin arayışı sürekli evreni bilme yolculuğuna yöneltiyor. Dışsal değil içsel bir oluşum anlamlılığı kendi içinde bularak dışa akma vardır. Ve bireyler bu içsel arınma ile kutsal bir toplumsal birliğe yöneliyorlar. İçsel kutsallaşmaların birlikte, bütünlükte buluşma enerjisi hayatın ortak anlamına, anlamının kutsallığının paylaşımına, herkes bir birinde evrensel anlamları seyrediyor. Kadın toplumun gözünden tanrıçalık erdemlerinin olduğunu görüp artık ifadeye kavuşturuyor. Simgesel dilden önce işaret dilinin kullanıldığı dönemde en güçlü olanın hissetme ve hissettirme ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Yalanında hissiyatlarla gösterilmemesi çok zor. Ancak konuşma ve sonraki davranışların da artık yalanı ifade etmesi ile gerçekleşir. Hissiyat enerjisi ile ilgili olduğundan dil ne kadar yalan söz söylesede, insan gerçeğin ne olduğunu o an hisseder. Günümüzde erkeğin aşkla baktığını sandığı her bakışta saldırganlık ve yok etme isteğini insan görebiliyor. Benim bakışlardaki anlamlara dair özle bir duyarlılığımda olabilir, bilemiyorum ama enerjinin yoğun yansıdığı ışığın en ilişkili olduğu anlam yansımasından olabilir. Bakışlardaki anlamda bir resimdeki ölümsüzlüğünü sonsuzlaştırabiliyor. Resimdeki anlam her zaman o ilk andaki anlamı çağrıştıracak, bu gün de tabletlerde resmedilenlerle o günün gözü ile çizilmiş olanlara onların gözü ile bakmaya, anlamaya çalışma var.
Bütünü anlamaya çalışırken, bütünün tablosuyla paralel olarak anlamlandırmayı başarırsam, bir anlamı olacağına inanıyorum. Aksi halde sizi sadece şahsi bir gerçekmiş gibi ele almak, gerçekliğinize çok büyük haksızlık olacaktır. Kendi açımdan darlığı, zihinsel özgürleşmeyişin, amaçla buluşmayan bir gerçekliğin dile gelişide olmaktadır. İlk adımımda yapmış olduğunuz uyarıyı duymak ve tekrar duymak kendimdeki ısrarı gösteriyor. Sanırım artık objektif olarak ısrar etmenin koşulları ortadan kalkıyor. Hem ben farkına varmaya başlıyorum hem de toplum bilinci de bu yönlü retlerini gösterebilme bilincindedir, ya da mücadele istemi var. İyi olmayanı ne yaşamaya ne de yaşatmaya hakkım yok. Şahsi olana bakışımı ayıklamaya çalışıyorum. Çünkü içinde, algılayışımda farklılıklar var. Bunu aşmaya çalışıyorum.
Her insan, insanın kendisini ona yansıtan bir ayna gibidir. Bir yerde “dev bir aynayı” göstermekten söz etmiştiniz. Birden anlatmak istediğim gerçeklikle ilgili bana cesaret verdi. Çünkü aynada kendimizi nasıl izleyeceğimizi bilemiyoruz. Sizin en güzel ve değerli yaratımınız, kabul ret ölçüsünü oluşturmuş olmanızdır. Son diyalogdaki bakışınızı hiç unutmadığım gibi, zihnimde, ruhumda çok canlı hissettirdikleri ile tarif edilemez bir güzelliğe sahip. Bana güzel, saf olduğumu hissettiren, incitmek istemeyen demeyeceğim, incitme olasılığı bile olmayan içimde duru sevgiyi gördüğüm bir anlamın bakışı. Sonradan çok güzel anlamlı bakan gözlerden yine kendimi seyretmiş olsam da hiç birisinde aynı ölçüdeki etkiyi hissetmedim. Bunun bilmeyle, hissetmeyle, kendini aşmayla ilgili olduğunu, bunun çok ötesinde tarihsel akışınızın kökleriyle geleceği öngörüp yaşamınızla ilgili olduğunu düşünüyorum. En önemlisi anlama gücü ile ilgili tanıma yöntemi ile ilgilidir. Ancak sizin anlama gücünüz benim kendimi anlaşılır kıldığımın anlamını taşımıyor. Örneğin 2004 yılında bir erkek yoldaşa bir soru sorduğum zaman yanıtı hem çok genel hem de çok analitikçeydi. Ürktüm, bu ben miyim? Oysa benim sorum gerçek anlamda mahsumcaydı. Sonra sizi düşündüm, dedim kesinlikle yanıtınız farklı olacaktır. Bana daha büyük cesaret verecekti. Benim kendimi anlatamayışım kadar, karşıda da genel yaklaşımlar belirleyici olmuştur. Bütün kadınların hissettirdiği ne ise ona verilecek genel bir refleks, elbette yanlışlık yapmak istemem, bütün kavramı doğruyu ifade etmeyecek ama ağırlıkta hakim gibi görünen yaklaşım dersem belki biraz ifade etmiş olurum. Burada bütün yanılgılı paylarımı katarak belirtiyorum. Zihinsel algılayışımın büyük payı olmuştur. Aksi halde söz konusu yoldaşıma haksızlık yapmak, size de haksızlık yapmış olacağım anlamına gelir. Arkadaş çok doğru sorular sorar, bana da sormuştur. Ben sadece yönteme yöntemin köklerine dikkat çekmek istedim.
Bazen şöyle bir soru soruyorum, düşünün ki ben Zerdüşt’ü görmüşüm, ya da görmüş olsaydım. Neden hiç kimse değil de Zerdüşt diyorum, bunu bana ne söyletiyor bilmiyorum. İnsan bedeni ruhun görünen yüzü, coğrafyası ise acaba o kendisi ile günümüze kadar ne taşıyor? Bilinci ve kültürü taşıyan, sesin tonu, davranışların ortaklığı, kültürel hafıza denen akış en özgür en dirençli gelen oluyor. Örneğin bir Avrupa’lı geliyor Şengal’de bir insan görüyor, ben onun yüzünde Sellahatin Eyubi’yi, onun asaletini, açık sözlülüğünü sezdim diyor. Bir japon geliyor “Allahın kızları”diye bir kitap yazıyor. Büyük Güney’de kadınları izlerken, onların yürüyüşlerine, çay doldurma davranışlarına hayran kalıyor. İnsana önce çok sıradan gibi görünüyor. Çay doldurmanın nesine hayran olunur? diye, ama estetiği hissettirdikleridir, yarattığı anlamdır. Bir kelime ile yola çıkıyorsun, arkasından binlerce yıllık anlam ortaya çıkıyor.
Mektubumu bu doğrultuda yazmaya devam edecektim ancak çok uzun olacağı için, devamını sonraki mektubumda yazmak çok daha doğru olabilir. Çünkü çok uygun olmayabilir, değerli zamanınızı kendi düşüncelerimle meşgul etmek istemem. Anne-annemle gelen bilinç akışım da hala çözümleyemediğim ama üzerinde yoğun etkisi olan bir yan var. Ortadoğu’yu ve hoyrat oğlu Avrupa’yı öykü dili ile anlatmış olduğunuz yeri dışardayken okuduğumda, hep zihnimde ninem canlandı. Daha dokuz yaşında iken evlendirilmek üzere dedemin yanına gönderiliyor. Dedemin annesi onu büyütüyor, sonra evlendiriliyor. Ninem geçmişimi bana taşıyan bir ilk öğretmenim gibi geliyor bana. Onun şahsında asaleti, sevgiyi, acıyı, öfkeyi, isyanı, çaresizliği, sabrı, en önemlisi de direnci gördüm. Bir insanı bunca hayata bağlayan, her şeye göğüs germesine yol açan nedir? diye hep kendime soruyorum. Hele onun annesi beli, neredeyse bana yaklaştığında korktuğum beli bükülmüş tam bir büyücü gibiydi. Ninemin babası zorla hatırladığım, sakin, melek gibi, topraktan yapılı eski huni biçimli yerde oturur, yaşamdaki yeri sanki sadece sessizlik, huzur, ibadetti. Birazcık dahi yaşama rahatsızlık verecek yönü yoktu. Yanına oturduğumda benimle konuşmak istiyordu. Ben çok sessizdim, espriyle “te em gêj kirin ji axaftinê” derdi. Ninemin annesi ise yerinde durmazdı, nasıl bir enerjiydi bilemiyorum. Onlar bize ne taşıdılar? Şimdi izindeyim, çünkü beni çok derinlere götürdü, bir kelimenin beni bu kadar derinlere götüreceğini bilemezdim. Sonraki mektubumda yazmaya çalışacağım.
Ben daha altı yedi yaşlarında iken babam Almanya’ya gitmişti. Bir sabahkâbus ile uyandım, babamın tren raylarının üzerine yüz üstü uzatmış, sırtına metal para koymuş bıçakla etrafını çiziyorlardı. Kanıyordu sırtı, sonradan babam döndüğünde öyle bir yerde çalıştığını duyduğumda şaşırmıştım. Onu yokluğunda çok özlemiştim. Geldiğinde de artık benim de babam var duygusu oluştu. Ama on-onbir yaşlarından itibaren babamın varlığının da dünyamı doldurmaya yetmediğini anladım. Daha eleştirel baktım, hayatımda o zaman bir tek tokat attı bana, Dicle yoldaşımdan dolayıydı, üç… onunla konuşmadım, barışmak için çok çaba harcadı. Tek bir kez onu içki içmiş gördüm, annem boşanmadan söz etti. Babam bir daha tekrarlamadı. Sigara dahi içmezdi. Önceleri namaz kılmıyor, oruç tutuyordu. Çok fazla demeyeceğim, yalan konuştuğuna tanık olmadım. Gittiğim zaman “kızım karıncalardan bile korkar” demişti. Büyüyüp büyümediğimi anlamadan onu bıraktığım için, onun gözünde çocuktum. Bana tutuklandığım zaman ve sonrasında hep “seninle gurur duyuyorum” dedi. Onun yanında hiç ağlamadığımdan “yüreğin mermer gibi” diyordu. 19 Haziran 2018 günü görüşünden önce neden o kadar aklıma geldi bilmiyorum, görüşte sordum. Anlamını çok merak etmiştim. Hayatımda elini kalbimin üzerinde tutan ikinci insandı. Şaşırdı, sonra “Tu ser dilê min î, rih û canê min î” dedi. On bir yılda onun egemen gibi görünen kabuğunun altındaki hiç büyümemiş çocuğa ulaşmaya çalıştım. Babamın şahsında Kürt erkeğinin trajik sevgisini gördüm, tamamlanamamış toplumsal bağların, onun içindeki sevgi arayan çocuğu büyütmediğini gördüm. O çocukla bağ kurmaya çalıştım. İlk tutuklandığımda “ en çok kimin seviyorsun” dediğinde çok kaba yaklaştım. Şimdi yazarsam bana çok kızarsınız. Zamanla bende anlamayı öğrendim. Kendisi artık kimin doğru örnek duruş olduğunu bana söyledi. Suruç’taki son olay onu çok etkilemişti. 14 Haziran olayı. Zaten bir hafta sonra benimle vedalaştıktan bir gün sonra köyünde kalbi dayanamadı durdu.
Bir şiir yazdım zihnimde/ kalbimle okudum/ Bütün dünyanın/ sahte tanrıları/ yalancı padişahları/ yalandan yığılmış gökdelenlerin üzerine oturmuşlardı/ Bir koloni yıkılsa hepsi tuzla buz olacaktı/ Gülüyordum onlara/ ne kadar zavallıydılar/ ne kadar korkaklardı/ Daha küçükken de korkarlardı ondan/ Kuba’ba emzirmiş/ Zerdüşt gülümsemişti yüzünde/ en güzel dağlar ona adanmıştı.(20 Haziran 2018)bu cümleleri yazarken birden zihnimde cümleler akmamaya başladı. Kalemi elimden bıraktım ve sonradan bu anlarda babamın tarladan gelip, annemden su isteyip, kalbinin durduğunu öğrendim. Hem cinslerim adına kendi içimde bir özeleştiri yaptım, çıkarmam gereken sonuçları çıkarmaya çalıştım. Bizim gibi insan-kadınların bu hayatta bir iğneyi bile anlamsız bulmaması gerektiğini anladım. Yüzleştiğim her gerçeklik öğretici, olgunlaştırıcı bir etkene sahip. “acının idrakinden” söz etmiştiniz. İdrak etmeye çalıştım. Kapitalizmin nesnel bakış açısıyla bakmamaya çalıştım.
Size öğrenmeye çalıştığım sevgimi, anlamlı kılmaya çalıştığım özlemlerimi yolluyorum. Çaldığınız ateşi selamlıyor, ışığı kucaklıyorum.
Berivan Dicle Suruç
Gebze Cezaevi