HABER MERKEZİ
İliklerine kadar düşmanın sürüklediği, kendine göre her türlü şekle soktuğu yaşanılamaz, kabul edilemez toplumsal-ulusal veya ondan uzaklaşmış özellikler toplamını ifade eden kişiliklerinizi doğru yola sokabilmek devrimci tavırdır. O halde bu çabalara rağmen öz ve ona dayalı şekillenmenizin kolay yıkılacağı anlaşılıyor. Fakat verilen sözler ve alınan kararların gereklerine ulaşma çok zayıf kalıyor. En kötüsü de şu; biz ağzınızı açtık, az-çok sizleri hareketlendirecek ortama çektik, fakat bunu kötüye kullanıyorsunuz. Tabii ki işin amansızlığını, iğne ucu kadar bir açıklık bırakmadan yürüme üslubunu esas almadıkça böylesine hareketli ortam da en sorumsuz davranışlara, başıboşluğa giden bir sonucu doğurur. Bu da eski dönemden daha kötü bir karmaşa dönemini ortaya çıkarır. Bunun tehlikeleri de az değildir. Bizde iç eğitim ve vicdana karşı sorumluluk zayıf.
Günümüzde çok kapsamlı olan emperyalist-sömürgeci ayartma ve baştan çıkarma çok etkili. Özellikle insanın atomuna dek çözülmesi söz konusu. Tabii bizimkilerin durumu bundan da beter. Sorun buradan kaynaklanıyor. Bir molekül bile olamayacak durumdasınız. Nasıl yeni bir maddi şekil alacaksınız? Molekül olma kuvvetini bile oluşturamazsanız, ulusal şekillenmeye, toplumsal yapılanmaya ne kadar katılacaksınız? Durumunuz biraz böyle, atomunuza dek parçalanmışsınız, düşman parçalamış. Devrim sizi moleküle, molekülden yeni bir maddi toplumsal şekillenişe dönüştürmek istiyor. Devrim bunun adıdır. Burası bir laboratuar gibidir. Yeni oluşumlara imkân hazırlıyor. Çok reaksiyoner olmanız yani bileşime girme yerine çok tepkisel olmanız gelişmeniz önünde engel teşkil ediyor. Bileşime girmeniz zayıf. Yeni sentezlere ulaşmayı bu tepkiselliğiniz yüzünden zorluyorsunuz. En tuhaf olanı da bu kişilikte ısrar etmenizdir. Yani herhangi olumlu bir bileşime giremiyorsunuz. Bu durumun mutlak aşılması gerekiyor. Bunun için her türlü çabanın sergilenmesi gerekiyor. Bunun böyle değerlendirileceği yerde tepkisellik sergileniyor. Bu da bozgunculuk anlamına geliyor, örgütlenmeme, bileşime girmeme demektir bu.
Düşmanın sert yönelimi ile yıllardan beri toplumu parçalayışı sizleri bu duruma getiriyor. Derdiniz büyük fakat üzerinde düşünmeye bile üşeniyorsunuz. Bağırır, çağırır, ilkel toplumlar, tanrılar icat ederlerdi, medet umarlardı, bağırıp-çağırıp kıyameti koparırlardı, sesi nereye ulaştıysa… Yarattığınız durum biraz böyle. Ya tanrılaştırır, ya bağırır, ya da birilerini imdada çağırır. Bu açıkça bir ilkelliği ifade ediyor. Hatalar yığını halinde kalmak, beceriksiz kalmak kolaydır. Yaşadığınız gerçeğin derin anlamı da budur. Eskiden “ne sap çıkar, ne saman” derlerdi. Çoğunuzun yaşadığı gerçek bu. Dert büyük fakat çoğu anlamak bile istemiyor. Çocukluk dururken, ağlamak sızlamak dururken, olgunluk rolüne ne gerek var değil mi? Bu alıştırılmış bir durumdur. Ölmekten başka elinizden ne gelir!
Ben kendi şahsımda kendimde başlayarak en sağlıksız bir öğeden yararlı bir öğe nasıl yapılır sorusuna cevap vermek istedim. Bununla belli bir yararlılık arz edebileceğimiz ortaya çıkmıştır. Düşmanın müthiş dayatmalarına rağmen yararlı olabileceğimiz anlaşılmıştır. Herkes kendini gerçekten yararlı kılmakla mükelleftir. Yıllarca uğraşacaksınız, kendinizi mutlaka yararlı öğe haline getireceksiniz. Bunu bilmeniz lazım. Bu sizin vicdan borcunuz, insanlık borcunuz, vatan borcunuzdur. Bunun dışındakiler sahte yaşam biçimleridir. Hiç kimsenin bile kabul etmeyeceği bir sömürgecilik durumunu yaşıyoruz.
Tarihte, günümüzde bu kadar baskı ve sömürü düzeni altında olan insan görülmemiştir; biz hariç. Yiğitlik bu işin içinden çıkabilmektir. Yoksa ağlayıp-sızlayıp, daha da bozulup-bozmak değildir. PKK adına eline yetki alıp, ucuzca silah alıp işi soytarılığa kadar götürenler var. Adam hiç oluşumumuzun farkında bile değil. Bin bir emekle, çabayla, sabırla onur adına, insanlık adına bir değere ulaşmışız. Fakat bu tiplerin belası düşmanın belasından daha az tehlikeli değildir. Düşmanın yarattığı belayı ben anlayışla karşılarım ama bizim adımıza oluşan bu belalara ne diyeyim! Bunlar daha lanetli, iğrenç, utanmazdırlar. Bir türlü bu yapıyı, bu insanları kendi kaderi üzerine derin düşünmeye ve akıllı olmaya kendini kurtarabilecek çaba sahibi kılmaya yetemiyoruz veya bu çabalarımız kendilerinden kaynaklanan nedenlerle etkisizleştiriliyor. Sonuçta daha da dağılıp toz-duman oluyorlar. Bunu önlemeye çalışıyoruz. Kendini yerden yere atmakla, sigara tüttürmekle bunun altından çıkılmaz. Gerekirse bir alim gibi düşüneceksin, bir mümin gibi kendini adayacaksın. En zor emek sürecini yaşayanlar kadar çaba sahibi olacaksın. Bu durumdan kurtulmanın başka çaresi yok. Gerçek bu olduğu halde ısrarla bundan kaçmaya çalışıyor. Bu yöntemlerle hiçbir yere varılamaz. Şimdi sizleri böyle çözümlemeye çalışıyoruz. Kendimi bile bu konuda çözümlemeye çalışıyorum. Anlık hal edilmesi gereken bu çözümlemeleri zamana yayarsak, bu da bir hata olur. Ve bizim çabalarımız boşa gidebilir. Bu dönemde bu endişenin rolü büyüktür. Ve bu dönemde bir şeylerin çözümlenmesi gerekiyor. Bu sizin için de geçerlidir. Bu gücü göstermelisiniz. Acaba içinizde bu gücü gösterebilecek kaç yiğit adam var? Sizin kadar savaşa hevesli olsaydım, şimdi yeri alt-üst etmiş olurdum.
Savaşçılık en yaman sanattır.
Siz en basit sanatın değerini bile bilemezken savaş sanatını ne kadar bileceksiniz, yapacaksınız? Bırak başkalarına yaptırmayı, kendinizi ne kadar bu sanatın gereklerine göre işlemişsiniz, yenilir, yutulur bir lokma haline getirmişsiniz?
Bizim toplum dilencilik durumuna alıştırılmıştır. Devlete karşı dilenci gibidir, ağaya karşı dilenci gibidir, şimdi de partiye karşı dilenci gibi durmaya çalışıyor ve bu parti içinde de var. Tabi ki bu yaklaşım yanlış. Dilencilik, çaresizlerin benimsediği bir meslektir. Gençsiniz, belki dilenci olmayacağınıza dair kendinize verilmiş sözleriniz olabilir diye söylüyorum. Belki şerefli, onurlu olmakta iddianızı sürdürebilirsiniz. Unutmayın ki, benim en büyük savaşçılığım bu dilenciler grubundan kurtulmaktır, başkalarına yalvarıp yakarmamaktır. Bizim toplumumuz bu konuda çok acınasıdır. Herkesten, her şeyden nefret ettim, attım, uzaklaştım. Böyle yalvarıp yakarmak kişinin kendisine karşı saygısızlığıdır. O açıdan da kesinlikle kimseden bir şey istemiyorum. Kimseden bir şey isteyebilmek için kişinin güçlü olması gerekir, verecek bir şeyinin olması gerekir. Fakat o güçte, o zenginlikte bir kişilik yok.
Bütün bunlar yakıcı sorunlardır, fakat kavrayışınızda bile yakalama durumu bir hayli eksik, anlayışa bile ulaşamıyorsunuz. Yeniden yapılanmaya gitmeniz, bütün çabama rağmen yetersiz kalıyor. Bazıları senin başına her şeyi getirdiğinde, senin yapacağın hiç olmazsa başına geleni derin düşünüp, anlamaktır. Ve mümkünse karşı koyabilmek, yapabilecek bir şey varsa elini-kolunu titretip “bu kadar da olmaz” deyip bir şeyler yapabilmektir. Bu tavrı da gösteremiyorsunuz. Öfkeleriniz var, tepkileriniz var, neye karşı ve neden kaynaklandığını anlamaktan bile uzaksınız. Düşman sizi dar bir yere kapatmış, kovanına çomak sokulmuş arılar gibi kaynıyorsunuz. Neden kendinizi böyle görmüyorsunuz? Neden sağlıklı bir birlik düzenleyemiyorsunuz? Vietnamlılara bakın, bir zamanların Çinlilerine bakın, nasıl bir dönemde bir devrimi yapmak için nasıl kafa kafaya verdiler… Hiç birisinde bizim gibi kafa karışıklığı, anlamama durumu var mıydı?
Bir araya gelemeyecek kadar parçalanmıştınız. Hiç olmazsa biz birlik, uyum, güvenlik imkânı verdik. Belki bu daha da birleştirilebilir. Ama şu sonuca gitmek gerekir: Eğer oldum, oluştum, yapılandım deniliyorsa gidilen yerde eskiyi hortlatmak, düzene gelmemek, bileşime gelmemek, uyuma gelmemek, sağlam vuruş tarzına gelmemek affedilemez. Madem kararlaştırıldı, düzenlendi, o halde bununla oynama! Güçlen, yönel, yürü, yürüt… Ordulaşma buydu aslında. Ama en ileri düzeyde bunu yürütmek isteyenler başka şeylerle uğraşıyor, tersini uyguluyor. Tarihi örnekler verdiğimizde, bildiğiniz gibi kölelerde bile çok değerli önderler ortaya çıkıyor. Spartaküs’ten başlayalım, en son köle önderlere kadar, ne yaman yetişmişler… Siz bir köle yetişme tarzından bile nasibinizi almıyorsunuz. Bir köle kendisini nasıl yetiştirir, nasıl önder yapar? Bu gücü gösterebilecek kaç arkadaş var?
Ben bütün çabamla -düzen ne derse desin, nasıl yüklenirse yüklensin, ne düşünürse düşünsün- ezilen insan adına, sınıf, ulus adına bir tutum takınmanın gerekli olduğuna inananlardanım. Tabii bu yalnız lafla, inatla olmaz. Ne mutlu o kişiye ki, hiç olmazsa bir savunma durumu tutabilmiş. Vuruşumuz da bir anlamda böyleydi. Çok zorlu bir vuruştu tabii. Düzen karşısında toz olup gitmek de vardı işin ucunda. Bu düzeni zorladığımızı basın yazıyor. Bizim için “büyük tehdit” diyorlar. Emperyalizmin ve tüm gerici güçlerin desteklenmesine rağmen bizim yutulmamamızı bir de eleştiriyorlar, “neden yutulmadınız” diyorlar ve öfkeleniyorlar. Bizim yaptığımız basit bir insan savunucusu. Tabii sizler de buna hazırsınız ama bu büyük çabanızın sonunda duymuyorsunuz. Basit nedenler, genel değerlendirmeler üzerinde çalışıyorsunuz. Biz kendimizi bir komutan gibi dayatıp, “emir demiri keser” misali sizi yontmak istemiyoruz. Fakat hiç olmazsa saygı duyulacak bir çaba olarak incelemeyi bilin, ders çıkarın. Madem “ilgiliyiz” diyorsunuz, hiç olmazsa inceleme düzeyinde karşılık verin. Galiba bizi fazla anlamıyorsunuz, incelemiyorsunuz. İnceleme kabiliyetinizin fazla gelişmeyişi kötü. Ben içinizde bırakalım takip etmek, emir-komutaya gelecek tek bir kişi göremiyorum. İmkânsız mıdır bu? Emir-komuta düzenine geçmeniz çok mu zor?
(…)
İyi bir zekayla olayı incelemek de mi çok zor? PKK okulundaki öğrencilik de biraz tuhaf geçiyor. Biz mi değişik bir okul ve öğretmen türü olduk acaba? Şüphesiz Ortaçağ öğretmenleri okulları gibi değiliz, Türk okulları, öğretmenleri gibi de değiliz. Ama yine de okul değeri var. Tabii okul deyip geçmemek lazım. Kesin öğrenilmek içindir, öğretmek içindir. Sizinki bir ziyaretçiyi andırıyor. Biz öyle değiliz. Ben halaçok iyi öğrenmeye çalışıyorum. Öğrenci olursanız ve hatta bir de mezun olursanız ne mutlu size denir, ama başarabilecek misiniz?
Bugün bu sahadaki faaliyetlerimizin 14. yılına giriyoruz. Tıpkı Ocak ayında havalar nasıl soğuksa, şimdi de çok sıcak, neredeyse kaynıyor. Ülkeden ilk çıktığımız gün de böyle kaynar gibiydi. Çıkacağımız günlerde umut bile ölümcül tehlike altındaydı. Yine de o Urfa’nın sıcağında son bir umutla bir yerlere ulaşacak mıyız, yaşayabilecek miyiz diye yola çıktık. Zaten hazırlık diye bir şey yoktu. Yüzmeyi bilmeyenlerin bir göle atlaması gibi, eğer fazla derin değilse belki geçilebilirdi. Biraz sıradanlığı aşan böyle bir durum vardı. Yaşam bizim için her zaman böyle gidiyor. Tabii böyle durumlarda olanların yapacağı ilk işlerden birisi de ölçmek, biçmek, el yordamıyla da olsa bazı çabalara girişmektir. O günlerimiz çok duyarlıydı. Yalancının sözüne bile büyük önem vererek yaşamaya çalışıyorduk. Bizi kandırmaya çalışanlara bile en ufacık bir rahatsızlık vermeden, “sen yalancısın demeden” bizden rahatsız olmasın diye sabrettik. Büyük bir adım için ne gerekiyorsa o yapılıyordu. Şimdi sizlere bakıyorum, altın gibi bir ortamı da size versek, alt-üst etmekten başka bir yaklaşım sahibi olabilir misiniz? Ölçme, biçme, deneme, sınama yok, değer biçme yok. Ne yapılır, ne yapılmaz farkında bile değilsiniz. Öyleleri ne komutan olur, ne asker olur, “ne sap olur, ne saman”. Haydan gelir huya gider. Halen bu tutumumuzdan en ufacık bir sapmaya dahi fırsat vermedik, hem de bütün serbestliğimize rağmen… Bunu düşünmekten bile acizsiniz.
Binlerce kişilik güç verdiklerimize bakıyorum, adam bol bol sigara tüttürüyor. Bu güya komutandır. Zaman zaman hesaplıyorlar, üç takım bir bölük eder, bu bölük komutanlığıdır, bölük komutanlığı da yüzbaşıya denktir. Üç bölük bir taburdur, bu da yarbaylığa denk düşüyor. Daha da genelleştirirsek, filan bölgede bir kaç taburluk gücümüz var, bu da generalliğe kadar gider. İki keçi güdemeyecek adam şimdi böyle düşünüyor. Yandık ki ne yandık! Barzani bile bu kadar ileri gitmiyor! Haddimizi bilelim! Bizimkilerin önünü almasak, uyarı yapmasak nereye toslayacakları belli değil. Nitekim bunun örnekleri de çıktı. İşsiz-güçsüz, ipsiz-sapsız adamın biri gelmişti buraya. Aldık eğittik. Daha sonra gitti ülkeye, korkunçlaştı. Partinin değerlerine vurdu, halka vurdu, canavar oldu çıktı. Bu Kürt kişiliğinden beklenebilir. Yediriyorsun, içiriyorsun ikinci gün başına getirmedik şey bırakmıyor. Değer veriyorsun, saygı duyuyorsun, sevgi duyuyorsun ikinci gün deli oluyor. “Ben senden şu kadar büyüğüm” diyor. Ufak bir yönelme yapıyorsun düşmana dayanıyor, gidiyor. Yani son derece hastalıklı durumlar söz konusu. Bütün bunlar bizim sorunlarımız. Varız, yiğitçe varız diyorsanız, çözüm gücü olmayı bilmeniz gerekir. Ağlayıp-sızlamakla, şikayet etmekle bu işler olmaz. Sizin durumunuz biraz hava atmaya benziyor. Nasıl ve hangi cesaretle yaşamayı yediriyorsunuz kendinize? Yaşam karşısında bu kadar zayıfsanız, yaşamınızın onur ve özgürlüğü yoksa onu özgürleştirmek yerine, düşmana hizmet etmekten bile alıkoyamıyorsanız, nedir bu haliniz? Neden iyi bir tartışmacı olamıyorsunuz, neden iyi bir toparlayıcı olamıyorsunuz, özellikle emir-komuta düzenine neden gelemiyorsunuz? Bütün bunlar bu anlatımda gizlidir.
Bozmak kolay, moralle oynamak kolay, bunu herkes yapar. Fakat bize tersi gerek. Yani bize düzen lazım, moral lazım, doğru yolda yürüme çabası lazım, bunu sağlayacaksınız! Evet, doğrusu bu. Ağlamaya-sızlamaya ne gerek var, kendini başka kılıflara büründürmeye, yetkisini kötü kullanmaya ne gerek var, alçakgönüllülüğü elden bırakmaya ne gerek var. Tarihte baskıcı, zulümcü tipler hep bu yüzden gelirler, böyle anlamsızlıklara veya haklı olmayan durumlara bürünerek ortaya çıkarlar. Adaletsizler, zalimler, işkenceciler, sömürücüler böyle ortaya çıkarlar. Saflarımızda da düzene gelmeyen, uyuma gelmeyen, işleyişe gelmeyen tipler serbest kalmışsa, fırsat bulmuşsa böyle olurlar. Her hareketin böyle bir adaletsizlikle, zulümle, sömürüyle, baskıyla ilişkisi vardır. Hiç kimse benim hareketim nötrdür ne yararlıdır, ne zararlıdır demesin. Her hareketin, her davranışın böyle ikili bir anlamı vardır ya birine denk gelir, ya da diğerine… Arayı yaşamak küçük-burjuvazinin tarzıdır. Zalimi de oynarım, mazlumu da; eşitliliği de oynarım, eşitsizliği de; emekten de yanayım, sömürgeden de yanayım demek tipik bir küçük-burjuvazi tarzıdır ve sizde oldukça yaygındır. Bu da tam bir baş belası durumunu ifade eder ve kendiniz bu durumlardan kurtaramıyorsunuz.
Bütün bunları şunun için söylüyorum: Bu hareket giderek daha da gelişiyor. Fakat öncü kadrosu aynı hızı gösteremiyor. Zaten Kürt tarihinde de öncülük adı altında hataların en kötüsü yapılmıştır. Bizim de başımıza böyle bir bela gelebilir, onu önlemeye çalışıyoruz. Tabii vurarak, ezerek değil, biraz insani temelde, anlayışına çağrı yaparak, davranışına hiç olmazsa eğitimle biraz düzen vererek yapmak istiyoruz. Yoksa sopayı indirmek bize alçaltıcı geliyor. Sizi dayakla yola getirmek fazla onurlu bir yöntem değil, bu eski bir yöntem. En büyük eğitim insanın kendini ikna ile en zorba eğitim türünden daha fazla eğitmeye ikna etmeyle kendini eğitebilmesidir. Bunu böyle kavramak gerekir.
Şimdi de Ankara’ya bakalım. Ankara kaynıyor. Bu da hiç şüphesiz mücadelenin yol açtığı bir sonuçtur. Yani sadece yaz sıcaklığı değildir. Hükümet sağa çark etti. Demirel, Türkeş’le görüşüyor. İnönü-Demirel ittifakı zorlanıyor, generaller veya kontr-gerilla uzmanları bütün devleti ele geçiriyorlar. Devlet tamamen kontr-gerillalaşıyor. Ankara cephesi böyle bir durumu yaşıyor, daha da yaşayacak. Tepede bunalım varmış, Demirel, Özal’ı kaçırtmış, Özal yeni planlar geliştirmiş… Bütün bunlar düzenin mantığı gereğidir. Ankara’yı zorlamak iyi bir şeydir, kaynatmak iyi bir şeydir. Fakat o kazanda kaynamamayı bilmemiz gerekir. O kazan kaynarken bizi de kendi içinde diri diri kaynatmak ister. Onu önlemeye çalışıyorum.
Sizi böyle bu yaz sıcaklığında, onları daha da kaynatmak için özgürlük ateşini daha da alevlendirecek duruma getirmek gerekiyor. Kendinizi değil özgürlük ateşini alevlendireceksiniz. Ateşin soğutucuları değil körükleyicileri olacaksınız. Demirci Kawa da ateşi körükleyerek, demiri tav ediyordu. Bunun için bizim sorumluluğumuz tırnakla bile koparıcıdır. Bunlar en doğrusu. Peki, başka nasıl yapacağız? Kaybedilenleri nasıl kazanacağız? Dondurulmuşluk nasıl yakıcı hale getirilir? Ve yaşam için ne isteyebilirsiniz? Belki bazıları bu disiplinden sıkılıyordur. Adam olana şunu söyleyelim; yaşayacak neyiniz var, bir parça toprak bile yok ki üzerinde yatasınız, veya mezarınız olsun. Bildiğiniz gibi şehitlerimiz bile çukurlara dolduruluyor.
Şu anda özgürlük şehidi için bir parça özgür vatan toprağı yoktur, sağlayamamışız. Acı duyuyorum, ama bir gerçek! Bazıları yaşamak isterler, ama nerede, bu dünyada sana yer yok ki, haram edilmiş. Tabii yaşam diye kendinizi yere atarsanız bu batak da olur, pislik de. İşte herkesin yaşadığına benzer bir şekilde olur. Onu da kendine layık görenin fazla söyleyecek bir şeyi yok. Zaten böyle yaşayanları da şimdi perişan, rezil. Yaşamak için bir karış yer, bir soluk, özgür bir nefes elde etmek o kadar zor mu? Yani bizim hareketimiz yürek hareketidir, büyük bir tutku, büyük bir insanlık hareketidir. Henüz kendini yeryüzünde bir ada haline daha getirememiştir. Hala havada bir bulut kümesi gibi dolaşıyor. Güçlü bir yağmur bile dökememiştir. Hiçbir yeri yeşertmemiştir.
Bazılarına şöyle bir eleştiri de yaptık: Bulut kümelerisiniz ve ortalıkta dolaşıyorsunuz, yoğunlaşıp yağmur bile olamıyorsunuz dedik. Yere düşme, sel olma, göl olma nerede? Bütün bunlar gerçek. Arkadaşların da sahteliğe girmelerine gerek yok. Zor bela bir araya getirdiğimiz bulut kümelerini yağmur damlalarını bozarak “ne de güzel önderlik ediyoruz” diyerek bizi aldatmasınlar. O kişi bunları paramparça ediyorsa, son rahmeti de bizden kesiyor demektir. Kolay kaybediyorsunuz. Durum bunu gösteriyor. Ben bunları söylerken siz ne kadar anlıyorsunuz, ne kadar sonuç çıkarıyorsunuz? Söylenilenler doğruluğu ne kadar ifade ediyor, bu hareketin özgürlükçü değerini ne kadar açıklıyor? Artık anlayışınıza kalmış!
Halklar Önderi Abdullah Öcalan