HABER MERKEZİ
Kent ve ona dayalı uygar topluma geçiş, Verimli Hilal’in binlerce yıllık toplum geleneklerinde biriken madde ve manevi kültür değerlerinin niteliksel sıçramasıyla gerçekleşti. Mevcut kültürel unsurların Dicle, Fırat, Nil ve Pencav deltalarında biriken alüvyonlu alanları başta olmak üzere sentezlendiklerinde kentin doğuşu kaçınılmazdır. Bu sentez büyük bir ürün artışı anlamına gelmektedir. Şu hususu da iyi bilmek gerekir ki aynı alüvyonlu alanlar üzerinden yüz binlerce yıl insan akışları oldu. Ama hiçbir zaman kendi öz dinamikleri ile bırakalım kentleşmeyi, kılan toplumunu bile yaşatacak yetenekte olamamışlardır. Bu alanlarda kent uygarlığına geçiş için diyalektik bağlantı içinde olacakları gelişmiş bir neolitik toplum şarttır. Öncelikli koşuldur.
Tarih, ilk kentin Dicle-Fırat’ın denizle birleştiği alüvyonlu sahada inşa edilen Uruk olduğu konusunda hem fikirdir. Evrensel tarih için Uruk dönemi (M.Ö. 3500-3000) uygarlığın başlangıcını teşkil etmesi açısından önemlidir. Uruk kültürünü yansıtan şehir tanrıçası İnanna ile ilk kahraman kralı Gılgameş adına düzenlenen destanlar için ilk söylenebilecek olan dönemlerinin özet anlatımları olduklarına dairdir. Evrensel tarih işte budur. İnanna destanında binlerce yıllık kadının üretken, yaratıcı emeği ile oluşan 104’e kadar sayılan toplumsal kurum ve kuraldan, teknikten bahsetmektedir. Kurnaz ve güçlü ‘erkekleşen tanrılar’ın bunları ellerinden çalmak için nasıl hileye ve zorbalığa başvurduklarını anlatmaktadır.
Uygarlığın ilk çelişkisi
Kadının gittikçe derinleşen köleliğiyle, kral tanrının hastalık haline gelen iktidarsal çıkışları uygarlığın ilk büyük diyalektik çelişkisidir. Köle-efendi çelişkisi de bu temel çelişkiden kaynaklanacaktır. Günümüzün işçi, işsiz ve her soydan yoksullaştırılan kölelerine kadar bu öykü derinleşerek ve yaygınlaşarak devam edecektir. Kırsal alanın ticaret ihtiyacını iyi kullanan bunu daha verimli üretimle karşılamanın tasarı ve tekniği üzerine inşa edilen kentler başlangıç itibariyle olumsuz rol oynamazlar. Fakat yol açılan ve büyük birikim arz eden toplumsal artıklar üzerine yürütülen mücadele ve savaşlarla kente dayalı sınıflaşma ve devletleşme aşamaları gittikçe kırsal ve kentsel emekçilerle, tüm kabile sistemleri için tehlike haline gelirler. Evrensel tarihin uygarlık aşaması hep bu çelişkiden kaynaklanan savaşlarla, bu savaşlarla birlikte kurulan devlet biçimlenişleriyle dolu geçecektir. Tarih bu anlamda bir ‘insan mezbahası’dır.
Kadınla üretim, erkekle sömürü!…
İktidar veya efendi kurumu uygarlık tarihi boyunca toplumda sürekli gelişen, yoğunlaşan ve yaygınlaşan bir özelliğe sahiptir. Adeta kanser hastalığı gibidir. Yayılmadan, yoğunlaşmadan ayakta duramaz. Tıpkı kapitalist tekellerin sürekli birikim ve kâr hastalığı gibidir iktidar kurumu. Özünde ikisi de yoğunlaşmış toplumsal artıkla yaşarlar. Sınıflaşma olgusu toplumsal artıkla yürüyebilir. Bu artık kesildiği veya azaldığı oranda devletli toplumun krizi kaçınılmazdır. Sonuç kendini sürekli üreten savaş ve yeni devlet, iktidar parçası olma arayışıdır. Avın peşindeki avcı gibidirler, iktidar elit ve kurumları. Devletler ise bu işin meşrulaştırılmış biçimleri olarak tanımlanmalıdır. Şüphesiz devlet, bazı toplumsal yönetimler gerekli bir ihtiyaç olarak meşru görülebilinir; güvenlik, büyük sulama ve endüstri girişimleri, adalet işleri gibi. Fakat iktidar ve devlet yönetimlerinde bu toplumsal işler hep ikinci planda ve kendilerini meşrulaştırma temelinde kullanılırlar. İktidarlı toplumlar erkek egemen toplumlarıdır. Yönetilenlere ilişkin kutsal kitaplarda da çokça geçen ‘çoban-sürü’ ilişkisi geçerlidir. Bu ilişkinin günümüze doğru gelişimi çevre ve emekçinin genel karılaşma eğilimidir. Bunu iktidarın erkeklik karakteri sağlar. Neolitik toplumda kadın ağırlıklı yönetimler esas olarak üretim, güvenlik ve üreme amaçlıyken; uygarlık toplumlarında iktidar yönetimleri içte ve dışta sömürü ve savaş amaçlıdır.
Kaynak: Yeni Özgür Politika/Abdullah Öcalan