HABER MERKEZİ
Dünya sistemi ideolojik kurgusuyla çok idea etmesine rağmen düzen tanrısal buyruğun gereği olarak işlememiş ve yürümemiştir. Açık ki tanrısal buyruk ve düzen (olanca ideolojik perdeleme gayretlerine rağmen) toplumsal artığın üzerine kurulu yönetici tabakanın (yönetici+asker+rahip) emir ve kurallarını temsil etmektedir. En üstten en aşağı kula kadar binlerce yıl inceltile inceltile, tekrarlanarak tanrısal bir gerek ve gerçekmiş gibi topluma sindirtilen bu ideolojik hegemonyaya rağmen zulüm, zorbalık ve talan düzeni kendini tamamıyla örtbas etmeyi ve kabul ettirmeyi başaramamıştır.
Sistem dışında kalmış ve sürekli talan ve köleleştirilme “sefer”leriyle yüz yüze kalan kabile sisteminde yaşayan aşiret ve kavim isyanları baş göstermiş, süreç içinde tıpkı uygarlık sistemi gibi süreklilik kazanmıştır. Sistem bu hareketleri “barbarlık” olarak propaganda etmiştir. Açıkladığım nedenlerle bunun tersi doğrudur; uygarlık düzeni bir “barbarlık makinesi”dir. İnsancıl yaşamdan kopmak istemeyen ise, kabile-komün düzenidir.
Tarihsel olarak kendini görünür kılmayı başaran halklar olduğu kadar ezici çoğunluğun bunu başaramadığını özellikle belirtmek gerekir. Toplumun ezici çoğunluğunun emeği, direnişi, yaratışı, keşfi hep görünmez kılınmıştır. Toplumsal kazanımlarına el konulmuştur. Gerçek sahipleri bilinmez kılınmış, yazamamış ve yazdırılmamıştır. Özellikle kadın icat ve keşifleriyle, çiftçi, çoban ve zanaatkâr keşif ve icatları neredeyse keşif ve icatların tamamının sahipleri oldukları halde tarih hiç de bu gerçekliği teslim etmemektedir. Tanrıça İnanna’nın erkek tanrı-krallara seslenirken ve tek tek sayarak; “benim 104 Me’lerimi (toplumsal keşif, icat ve kurallar) sizler benden çalmadınız mı?” söylemi belki de kulağa cılız ve anlamsız gelen gerçek tarihin son söyleyiş destanıdır.
Günümüz pozitivist ulusal tarihleri tüm bilimsel söylemlerine rağmen hakikatlere en uzak kötü metafizik örneklerdir. Avrupa merkezli pozitivist-bilimci sosyolojiyle Sümer dönemi mitolojisini karşılaştırmalı inceleme ve yorumlamalara tabi tutarsak toplumsal hakikatlere yakınlık Sümer mitolojisinden yana olacaktır. En azından benim inancım ve rasyonalitem bunu öngörüyor.
Semitik kökenli kabile direnişleri
Büyük Sahra Çölü’nden Arap Yarımadasının doğusuna kadar 6000 yıl öncesine kadar daha yağmurlu ve yeşil bir sahanın mevcut olduğuna dair bilimsel kanıtlar var. Semitik adı verilen geniş bir kabile sisteminin bu jeobiyolojik ortamla iç içe geliştiğini söylemiştik. Bu sistem yaklaşık M.Ö. 4000 yılından itibaren iki yönlü bir baskıya maruz kaldı. Doğal kuraklık ve çölleşme nin başlamasıyla birlikte Mısır ve Sümer uygarlıklarının yükselişiydi bu iki önemli baskı unsuru. Dolayısıyla kabilelerin içte vahalık alanlara, dışa doğru ise daha yağmurlu ve yeşilli alanlara doğru büyük tarihsel hareketi zorunluluk kazanıyordu. Tarih bu hareketleri belgelemektedir.
Sümer ve Mısır belgeleri bu “tehlike”den sürekli bahsetmektedir. Mısırlılar bu güçlere “Apiru” yani tozlu insanlar derken Sümerler sanırım, ya aynı anlamda ya da batıdan gelenler anlamında “Amoritler” olarak, tehlike saçanlar biçiminde kimliklendiriyor. Önemli bir kısmını köleleştirerek hizmetlerine alıyorlar. Günümüze kadar bunun siyahîlerin köleleştirilmesinde olduğu gibi acımasızca devam ettiğini, biliyoruz. Yaklaşık 6000 yıllık bir köleleştirme sistemi acaba ne acılar pahasına yürütüldü? Sonuçlarından kimler nasıl yararlandı? Herhalde gerçek tarih bu sorulara cevap vermeden yazılamaz. Mısır’ın konumu savunmaya daha uygun olduğundan kendini bu kabilelerin göç ve saldırısından, özde direnişinden daha iyi koruyabiliyordu. Dalga dalga bu kabile ve direniş saldırılarının M.Ö. 1400’lerde sonuç verdiğini görmekteyiz.
İkinci Semitik kabile dalgasından Babil ve Asur dönemleri yaşanır. Sargon’u aratmayan yarı tanrı-krallarıyla meşhur bir dönemdir Asur ve Babil. İktidar ve ticaret kurumunun gelişmesinde tarihsel katkıları olmuştur. Akat, Babil, Asur dönemleri Sümer dil ve kültürünü özümseyip ikinci plana düşürürken Akatça ve Aramice dönemin resmi ortak dili haline gelmiştir. Ayrıca ortak ideolojik-ilahiyat dilidir. Maddi kültürün resmi dili kendini manevi kültürün resmi dili olarak da kabul ettiriyor, meşrulaştırıyor.
Üçüncü büyük Semitik kabile savaşçılığı dalgası Araplık adına sürdürülür. İslam öncesinden yaklaşık M.Ö.500’lerde kendini Arap kimliğiyle yansıtan anti-uygarlıkçı direniş ve saldırılar İslamiyet’le evrensel çapta rol oynayacaktır. Tüm Kuzey Afrika, Büyük Sahra’nın çevresi ve Arabistan Yarımadası’ndan Toros-Zağros sisteminin eteklerine yayılabilmişlerdir. Çok büyük bir kabile hareketidir. 2500 yıldır hızından kaybetmeden aynı mekanlarda kendini sürdürmeye, dönüştürmeye devam etmektedir.
Alt tabakayi “Bedevi”ler oluşturmaktadır
Semitik kabile ve aşiretlerin alt tabakasını “Bedevi”ler oluşturmaktadır. Yoksulluk içindeki çöl, vaha ve köylü Arap olarak da yorumlamak mümkündür. Çok eski bir tarihi ve kendine özgü bir sosyal kimliği vardır. Bu anlamda Bedevilik, ayrı bir Araplıktır. Türklerdeki Türkmenlik ve Kürtlerdeki Gurmanç gibi sosyal kültürel anlam taşır. Arap olgusundaki değişim ve dönüşümleri anlamadan Ortadoğu ve dünyayı tam kavramak eksik ve zor olacaktır.
Genelde Semitik, özelde Arap kabile ve kavimlerindeki direniş ve arayış hareketlerini hangi anlamda anti-uygarlıkçı ve uygarlık-içi olarak değerlendirmek gerektiği sorunlu bir konudur. Etnik olanın dini olanla ayrımı da ciddi bir sorundur. Diğer kabile ve kavimlerde de benzeri ayrım sorunları vardır. Kabile ve kavimlerde hem anti-uygarlıkçı yön, hem uygarlıkçı yön arasında diyalektik bir ilişki ve çelişki olup daimi mücadele halinde olmuşlardır. Modern ve geleneksel yorumcular bu iki ayrım arasında çok karmaşık bir anlatım geliştirmişlerdir. Söylemin karmaşıklığı ve olguları doğru yansıtmaması eylem alanında çok yanlış sonuçlara yol açabilir. Söylemin=Eylem öncelliğini, çoğunlukla beraberinde taşıdığını öngördüğümüzde anlatımlarımızın konu ve sorunlara denk gelmesinin ne kadar önem taşıdığını kestirmek mümkündür.
Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü kitabından alınmıştır.