HABER MERKEZİ
Tarihin, sadece insan toplumu için değil, tüm evrensel oluşumlarda var kılıcı bir rol oynadığı, tüm bilimlerin ittifak ettiği bir hakikattir. Zaman oluşturucudur. İlahlara izafe edilen yaratıcı rolü, bizzat zamanın oynaması adeta bir sır niteliğindedir. Oluşumun hızına zaman diyoruz. Oluşum olmasa zaman da ‘yok’ boyutundadır. Sır niteliği insan bilincine böyle yansımaktadır. Yaşlanmayı zamanın öldürücü etkisine bağlamak, bu durumda doğru bir tanım oluşturmamaktadır. Dolayısıyla ölüm yoktur. Ölüm, sosyolojik olarak inşa edilen bir insan anısıdır. Yapay bir duygudur. Ama yaşam için çok değerli bir anıdır. Daha doğrusu uyarıcı etkidir.
Hegel gibi ‘Tin’in yolculuğuna’ çıkma gereği duymuyorum. Ama bununla Hegel’in ne yapmak istediğini anlıyorum. Her ne kadar ‘Bing bang’ teorisi ile evrene bir yaş biçilip (yaklaşık 13,8 milyar yıl) tarih çizilmek istense de, Batı uygarlığının yeni bir mitolojik anlatımı olduğu kuvvetle muhtemeldir. Tüm bilimselliğine rağmen kutsal kitaplardaki yaratılış öykülerine benzer bir toplumsal rol mesafesindedir. Fakat bu böyledir diye zaman inkâr edilmiyor. Sadece sırlı özelliğini koruduğu idea ediliyor. Kısmen keşfini insan toplumunda yapabilmeyi şahsen büyük bir şans olarak değerlendiriyorum.
Toplumsal bilime dayanmayan tüm bilimler şüphelidir
Toplumsal tarihin insanı oluşturmadaki rolü son derece önemlidir. Eğer zamanın sırrı çözülecekse, bunu ancak bu kısacık oluşum sürelerinde keşfedebiliriz. İnsan toplumunun bireyini oluşturma gücü sanıldığından daha az anlam kazanmış bulunmaktadır. Üzerinde çok çalışılarak anlam derinliği yakalanabilir. Başka hiç bir fenomende zamanın gücünü keşfedemeyiz. Toplumsal bilimi bu nedenle tüm bilimlerin ana kraliçesi veya tanrıçası mesabesinde değerlendiriyorum. Toplumsal bilime dayanmayan tüm bilimlerden şüphe ettiğimi yine önemli bir tespit olarak belirtmeliyim. Diğer tüm bilimlere doğru giden yol, toplumsal bilimi gerçekleştirmemizden geçecektir. Maddenin atom altı parçacıklarından tutalım, halen genişlediği idea edilen kozmik evrenin bilgisine ancak toplumsal bilimin gelişimi ölçüsünde varabiliriz.
İnsanın kendini düşünmesi tüm yaratımların temelidir
Sadece Hegel’in değil, kutsal kitaptaki Tanrı’nın yaratım serüvenine başlamasını ‘anlaşılmak’ arzusuna, yani düşüncenin kendini düşünmeye başlamasına bağlaması önemli bir tespittir. Kendini düşünmeye çalışan düşünce, hakikatin özünü vermektedir. Bu da insan toplumu dışında bilebildiğimiz kadarı ile gerçekleşmesine henüz tanık olmadığımız bir durumdur. İnsanın kendini düşünmeye başlaması tüm yaratımlarının temelidir. ‘Acaba atom kadar kozmik evren içinde de düşünce var mıdır’ sorusu sorulmaya değer ve hayli yakıcı bir sorudur. Hem mikro, hem makro evrenleri düşüncesiz gerçekleştiğini sanmaya cesaret edemediğimi belirtmeliyim.
İnsanı, toplumu ve tarihi çok önemsemek gerekir
Alıştırılageldiğimiz ‘cansız madde’ kavramının çok kof bir sosyolojik kavram olduğu yeterince açığı çıkmış bulunmaktadır. Bundan hemen akla Hegelcilik yaptığım gelmemeli. Düşüncenin insan beynindeki dalgalarla ilişkisi saptanmıştır. Enerji gibi bir şey olduğu hemen hemen kanıtlanmış gibidir. Tüm sorun bu kanıtlanmış gerçeği insan dışı doğaya ne kadar yansıtmaya cesaret edebileceğimizdir. Şuraya varmak istiyorum: Negatif toplumculuğun gözümüze serptiği ‘ölü toprağını’ taşımak zorunda değiliz. Pozitif toplumculuk, diğer bir deyişle sürekli özgürleşen toplum, yegâne hakikat zeminimizdir. Evrensel tarihin en yalın tanımı, hakikat zemini olarak toplumsal gelişimdir. İnsan toplumu bu anlamda sadece insan tarihi değil, gerçek anlamda da evren tarihidir. Basitçe 13,8 milyar yıl diye tabir edilen süre de dâhil, evren tarihidir. Bunun için insanı, toplumunu ve tarihini çok önemsemek gerekir.
Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü kitabından alınmıştır.