HABER MERKEZİ
Hegel, Napolyon kimliğini ve tarihi yürüyüşünü (askeri ve siyasi hareketlerini) değerlendirirken özünde doğru ve önemli bir halkadan yola çıkıyordu. Napolyon’u yeryüzüne inen tanrı ve sistemini de (ulus-devlet sistemi) en homojen ve son ideal devlet biçimi olarak yargılarken de anlatım olarak geliştirici ve öğreticidir. Hakikatçilik, bu konuda Hegel’i göz ardı ettirmemelidir. Kişi olarak Napolyon o döneme kadar gelmiş tarihin kendisidir. Onu doğuran maddi ve manevi kültür öğeleri araştırılırsa bu sonuca varmak zor olmayacaktır.
Kısaca yorumlarsak; Avrupa uygarlığının temelinde yatan Hristiyanlık ve özünde yatan (baba-oğul-kutsal ruh) üçlemesinin Napolyon’da yansıması anlaşılır bir husustur. Hıristiyanlık devletleştiği ölçüde bünyesindeki Tanrısallık da somut devlet halini alacaktır. Kaldı ki Yahudilik ve Müslümanlık için de bu tip yorumlar geliştirilebilir. Ulusal kiliselerle devletleşmiş tanrı birleştiğinde ise “ulus-devlet” tanrı olarak yorumlanabilecektir. Hegel’in yaptığı da budur.
Bu yorumu daha da geliştirip yaygınca kullanmak mümkündür. Ayrıca daha iyi kavrayabilmek için tanrı kavramını yorumlamak büyük önem taşır. E. Durkheim bile tanrıyı “toplumsal kimlik imgesi” olarak yorumlarken iyi bir sosyoloji yapmaktaydı. En gerçekçi sosyolojik tanrı kavrayışı, toplumun genel kimlik imgesi olarak yorumlananıdır. Buna yapmak istediğim katkı sadece imge değil “tanrı bir toplumsal-siyasal programdır” biçimindedir. Muhammed’in Allah kavrayışında bu hususu daha kapsamlı yorumlamaya çalışacağım. Daha da önemlisi İbrahim’in dinini yorumlamaya ilişkin olan hususlardır. Mısır ve Sümerlerin mitolojik anlatımları ve tanrı pantheonlarını veri olarak kullanmadan, İbrahimi dinlerin sosyolojisini yapmak olanaksız olmazsa bile çok eksik olacaktır.
Geriye doğru yürüyüşümüzü sürdürürsek; Sümer uygarlığının elimize ulaşan yazılı belgelerinden İnanna ve Gılgameş destan yorumlarının çok daha öğretici olduğu görülecektir. Evrensel tarih için tek argüman olmasa bile en önemli yöntemlerden birinin bu yönlü olduğu yadsınamaz. Denilebilir ki metafizik üzerinden yorum yapılarak tarih yazılmaz. Bu çok yavan bir ideadır. Buna cevabım; “insan kültürü şimdiye kadarki gelişimiyle ezici olarak metafiziktir” biçiminde olacaktır. Kaldı ki metafiziği tümüyle hakikat dışı saymak ne doğrudur ne de mümkündür. Bu ideayı en çok ileri süren pozitivistlerin bile en kaba metafizikçiler olduğu anlaşılmıştır. Nietzsche’nin bu konuda bir değerlendirmesi aydınlatıcıdır. O da şudur; “önemli olanın metafizik yapıp yapmama değil, iyi metafizik yapmaktır”. Yaşamda acıları azaltan, coşkuyu, neşeyi çoğaltan metafizik, iyi metafiziktir. Kötü metafiziğe en çarpıcı örnek pozitivist evrensel anlayışın ulus-devlet ve faşizm hortlatmasıdır.
l İki süreç arasındaki
diyalektik ilişki
Tekrar konuya dönersek; Merkezi uygarlık sistemini kavramadan evrensel tarihi kavramak çok eksik kalacaktır. Evrensel tarih anlatımına klan ve kabile sistemini eklemeden yorum yapmak sadece yanlışlıklarla dolu değil çok eksik de olacaktır. Nasıl günümüzde ulusal tarihsiz evrensel tarih anlatılamazsa klan ve kabilesiz evrensel ve parçalı tarihler de anlatılamaz. Tarihi yazıyla başlatmaksa tamamen mitolojik bir tercihtir. Pozitivist-mitolojik desek daha doğru olur.
Merkezi uygarlık süreci orijinal haliyle başladığında karşısında geliştiği dünya, neolitik toplum çağını olanca görkemiyle yaşayan dünyaydı. İki süreç arasında mükemmel bir diyalektik ilişki kurulabilir. Sümer rahip tapınaklarında bu diyalektik kurgunun tüm plan ve projelerini, uygulama esaslarının geliştirildiğinden şüphe edilemez. İster belgesel-ampirik, ister rasyonel-soyut düşünelim. Kurulan diyalektik ilişki büyük gelişmelere gebedir. Yukarı Mezopotamya’nın, Verimli Hilal’in en verimli bölgesinin bütün maddi ve manevi kültür değerleri (tarihçi Gordon Childe bu kültürü 16. Yüzyıldan sonraki Avrupa kültürüyle eş tutar) Sümer uygarlığının (kent-sınıf-devlet yumağı) yedeğine, malzeme olarak kullanımına alınmaktadır. İşleyerek, dönüştürerek uygarlık denen makine yaratılacaktır.
Makine olarak uygarlık kavramı da çözümlenmeye değer niteliktedir. Makine; kendi kendine yürüyen, otomobil gibi araçlara verilen hem ad hem sıfat olan bir kelimedir. Sorulması gereken soru inşa edilen bu toplum makinesinin ne anlam ifade ettiğidir. Açık ki kontrolü, hâkimiyeti altına aldığı toplumu daha hızlı çalıştırmak, böylelikle daha çok toplumsal artık elde etmek ve el koymak bu makinenin tarihsel işlevidir. İşlev görevden daha farklı özle ilgili bir kavramdır. Görev bırakılabilir ama işlev bırakılamaz. Çünkü ilgili organın-aracın özüyle, bünyesiyle ilgili bir husustur. Ancak araç dağılırsa o zaman işlev de biter. Uygarlık kent-sınıf-devlet örüntüsüyle böylesi işlevi olan bir makinedir, toplum değildir. Toplumun milyonlarca yıl süren jeobiyolojinin en uygun alanlarında yarattığı kültür üzerine kurulup tanrısallık (yaratıcılık) taslayandır. Tasarlayarak taslayandır.
l Barbar, canavar gibi
olan kimdir?
Bu durumda şu soruyu sormak gerekir. Barbar, canavar gibi olan kimdir; doğayla iç içe ana gibi kucak kucağa yaşam sürdüren toplumlar mıdır yoksa onların sırtına yüklenip değerlerini gasp edenler midir? Açık ki kavramı tersine çevirmenin zamanı çoktan gelmiş, geçmiştir bile! Barbar ve canavar olan uygarlık güçleridir. Gerçek insan olanlar ise doğayla ve kendileriyle ana-çocuk gibi sevgiyle yaşayanlardır. Kadının ağırlıklı rol oynadığı toplumdaki yaşayanlardır. Çevreyi yıkmadan, kirletmeden yaşayanlardır. Baskı ve sömürüyü kendine yabancı sayanlardır.
Unutmayalım ki ezici insan çokluğumuz uygarlığın aptallaştırdıklarından öteye bir rol oynamıyor. Yani makinenin çalıştırdıklarıyız. Her makinede olduğu gibi uygarlıklar da çalışma sürelerinde yıpranabilir ve bunalım geçirebilirler. Ağır bunalım ve sorunları hiç eksik olmaz. Ne de olsa hükmettikleri canlı insan toplulukları, beyni, arzuları olan varlıklardır. Bu varlıkların uzun süreli yalan ve zorluklara dayanmama gibi bir esneklikleri vardır. Direnebilir, başkaldırabilirler. Daha anlamlı özgür, eşit, kardeşçe yaşam hayalleri kurabilirler. Bunun için örgütlenebilir hatta savaşabilirler.
Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü kitabından alınmıştır.