HABER MERKEZİ
Avrupa modernitesinin ikinci önemli sacayağı ulus-devlet inşasıdır. En az kapitalizmin kendisi kadar toplumsal çözümden çok toplumsal sorunların azamileştiği sistemi ifade eder. Kapitalizm sanıldığı gibi ekonomik gelişmenin değil inkarının sistemik halidir. Ulus-devlet ise yine çokça yansıtıldığı gibi demokrasinin, özgürlüğün, insan haklarının temel formu değil, bu değerlerin inkarının sistemidir. Her iki konuda da en az burjuva liberalleri kadar her renkten sosyalistler ve Marksistlerin bu yönlü teori, program ve örgüt üretmeleri toplumsal gerçekliğin çarpık yansıtılmasında büyük sorumluluk taşırlar. Şüphesiz merkezi ulus-devlet=kapitalizm demek doğru bir denklem değildir. Fakat toplumun ulus-devlet tarzında yeniden kurumlaşmış diktatörlük altına alınmadan kapitalist sömürüye açılamayacağını çok iyi kavramak gerekir.
Ulus-devletle kapitalizm arasındaki ilişkinin özü, tüm sosyo-ekonomik yapılanmayı tarihte eşi görülmemiş biçimde derinliğine ve genişliğine sömürüye açmasıdır. Ancak azami iktidarlaşma biçimi olarak ulus-devlet, kapitalist sömürüyü imkan dahiline sokar. K. Marks’ın en büyük günahı, devletin bu tarz yeniden inşasını çözümlemeden kapitalizmi diğer tüm ekonomilerden daha ileri bir sistem olarak çözümlemeye çalışmasıdır. Daha da vahim olanı kapitalizmin anti-ekonomik karakterini tespit edememesidir.
Nasıl ki ilk ve ortaçağlardaki mitoloji ve dinsel ideolojilerle zorbalık ve sömürü sistemleri meşrulaştırıldıysa, ulus-devlet de etrafında daha yoğun ve geliştirilmiş zihinsel tasarımlarla meşrulaştırmaları sağlanmıştır. Ulus-devletler halen bir muammadır. Sürekli yüceltilen, uğruna kan, can, inanç istenen; herkes için adanma icadı olarak yansıtılan ulus-devlet, modernitenin gerçek tanrısıdır. Çok rahatlıkla belirtebilecek durumdayım ki, genelde devletin özelde ulus-devletin temelinde din ve tanrı kavramı vardır. Daha doğrusu insan türünün ilk analitik zihin hareketleri olan mitolojik ve dinsel anlatılar, güç ve maddi çıkar sahipleri tarafından devlet biçiminde somutlaştırılmaya çalışılmıştır. Tanrı ve devlet özdeşliğinde çarpıcı gelişmeler sağlanmıştır.
Yahudi ideolojisinde efendi ve tanrı adı aynıdır: Rab. Rab, kişisel olmaktan çıkıp kurumsallaştıkça devlet halinde anlam kazanır. Hegel, bu süreci felsefenin diline çevirdi. Tanrının yeryüzünde ulus-devlet olarak yürüyüşe geçtiğini bizzat ifadelendirdi. K. Marks’ın bu anlatımdan çıkardığı sonuç, dinsel ideolojilerin fiktif (uydurulmuş icatlar) kurgular olduğu biçimindedir. Dolayısıyla ilgilenmeye değmez veya çok az değer buldu. Kaba materyalizme kayışında bu yaklaşımın büyük payı vardır. Pozitivistler zaten metafiziği mahkûm etmekle çağı atladığını sandılar! Metafizikten bilimsel çağa atlayış. Sosyolojinin çok kötü; toplumu bir malzeme yığınına, materyale dönüştürmenin en aşırı uç anlatımına savruldular. K. Marks ve F. Engels Almanya için merkezi ulus-devleti, proletarya için en yararlı biçim olarak ilan etmekle, sınıf mücadelesine bizzat kendi elleriyle nasıl büyük darbe indirdiklerinin farkında olmayacak denli sınıf milliyetçiliğine gömüldüler. Reel-Sosyalizm adına ulus-devlet kapitalizmi toplumu yuttuğunda geriye iflas etmiş bir komünizm hayali kaldı.
Kapitalizm kadar, belki ondan da öncelikle ulus-devlet çözümlenmesine ihtiyaç vardır. Dünyanın katı sınırlarla bölünmesi, modern ulus rituelleri (ibadetleri) toplum için demirden bir kafes olarak bürokratik canavarlaşma, daimi ordular, işsizler ordusu, modern din olarak milliyetçilik, azgın bir canavar haline gelen cinsiyetçilik, ortaçağ softacılığından bin kat daha zihin karartıcısı akademik yobazlık; hepsi bin bir suratlı tanrı olarak ulus-devleti oluştururlar.
Bu kavramların bazılarını somutlaştırmak ulus-devletin sorun mu çözüm mü olduğunu açıklayıcı kılacaktır.
Ulus-Devlet, sınırlar ve vatan
İnsan toplumu uzun tarihi boyunca hiçbir zaman ulus-devlet tarzı sınırlar tanımadı. İnsanın kültürel doğasına aykırıdır. Topraklar için sınırlar çizildi. İnsan topluluklarının toprağa yerleşmesi, mekanın maddi ve manevi kültürle kaynaşması vatan kavramının oluşmasına yol açar. Uzun süreli yerleşimler kabile ve kavimler biçiminde kimlik oluşumlarına da önemli etkide bulunur. Bu anlamda vatan kavramı, toplumlar için vazgeçilmez olur. Sorun çözümleyicidir. Katı sınırları olmamakla birlikte ortak dil ve kültür, ekonomik pazar esnek bir sınır anlayışını geliştirir. Sorun, ulus-devletin kapitalizmle iç içe vatanı, içindeki toplumla birlikte hegemonyası altına almasıyla başlar. Homojen dil ve kültür anlayışı dayatıldıkça vatan ve sınırlar; toplumun genel kölelik düzeyindeki gelişmeyle birlikte büyük bir gözaltına dönüşür. Ama devletler için böylesi katı sınırlar çizilmedi. Sınırların katılığı insan beynine ve iradesine geçirilmiş kölelik zincirinin gücünü temsil eder. Küçük zindandan ülkesel zindana dönüşümü ifade eder. Zaten bu denli katı sınırlar; insanların mülkleştirilmesi, dilenildikleri gibi kullanılması, metalaştırılması, ordulaştırılması anlamına gelir ki, genelleştirilmiş gözaltı yeri veya hapishaneden farkı kalmaz. Ulus-devlet tarzı sınırlar geliştirilmeden toplumdan bireyler kopartılamaz, proleterleştirilemez. Bu gerçekler ancak “kutsal vatan sınırları” olarak dinselleştirilip meşrulaştırılmaya çalışılır.
Halbuki devlet sınırları coğrafyanın gerçeğine ters olduğu kadar, insan toplumunun çeşitliliği ve hareketliliğine de terstir. Yaşamın kendisi sürekli çeşitlilikle anlam kazanır. Kaldı ki onca kutsallaştırılmalarına rağmen en hızlı değişen toplumsal icatların başında siyasi sınırlar gelir. Bugünkü devlet sınırlarını yüzyıl öncesinden tahayyül etmek bile imkansızdır. Bu kadar kurgusal çizilmiş coğrafyaları sanki ezeli kutsal varlıklarmışçasına yurttaşlara emaneti gibi belletmek, sorunların en büyüğünü inşa etmektir. Nitekim son beş yüz yılın ulus-devlet sınırları için yürütülen savaşlarda yüz milyonlarca insanın ölümü, sınırsız maddi ve manevi kültür değerlerinin yıkımı, yol açılan sorunların en büyüklüğünü kanıtlar.
Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü kitabından alınmıştır.