HABER MERKEZİ
Eğer ulus-devlet yeryüzünde gezinen tanrıysa milliyetçilik de o tanrının yeryüzündeki (seküler-laik) dinidir. Bu iki kavramın gerek teolojik, gerek daha genel olarak sosyolojik çözümlemesini yapmadan kapitalist moderniteyi tanımlamak çok eksik kalacaktır. Çok iyi bilmek gerekir ki, tüm hiyerarşik ve devlet kökenli dinselliklerin kapitalist moderniteye yansımaları teo (tanrı) ve teolojinin (tanrı bilimi) yerine ulus-devlet ve ulusalcılık (milliyetçilik) olarak ikame edilmiştir. Bu iki kavram arasındaki ikameciliği çözümlemek modernizmin gerçek çehresini ortaya çıkaracaktır.
Ulus-devlet ve ulusalcılık tüm pozitif görünümlerine (fenomen) rağmen en kaba, içi boşaltılmış metafizik karakterdedirler. Kapitalist kar ve sermayenin gerçekleştirilmesinin efsunlanmış iki sihirli kavramlarıdır. Bu kavramların yansıttığı bin bir çelişkili, zorbalı, sömürülü olgusal ilişkiler yumağıdırlar. O kadar çekici ve hegemonik karakter arz etmeleri bağrında gizledikleri kar, sermaye, iktidar ilişkileri nedeniyledir. Bir kez daha vurgulamalıyım ki milliyetçilik, modernitenin tem dinsel argümanıdır ama hizmet ettiği, emrinde olduğu tanrısı ulus-devlettir. Milliyetçiliği dinlerin dini, ulus-devleti tanrıların tanrısı olarak (merkezi uygarlık-sistemi anlamında) yorumlamak son derece öğretici olacaktır. Toplumsal yaşamla bağı olan hiçbir kavram ve temsil ettiği olgu; bu iki kavram ve yansıttıkları ilişkiler yumağı kadar toplumu olumsuz etkilemezler. Olumsuz olarak etkileme gücünde değildirler. Aynı zamanda hakikati örtbas etme ve çarpıtma gücünde değildirler. İki pozitivist olgu ve kavram olarak “toplumsal hakikat rejimi”ni azami düzeyde çarpıtma ve karanlıkta bırakma gücünü temsil ederler. Sosyal bilimde devrim açısından en önemli görev toplumsal hakikat üzerindeki çarpıtma ve karartma gücünü tasfiye etmektir. Günümüzde sermayenin sömürüsü kadar, güvenlik araçlarıyla mücehhez kılınmış ulus-devlet ve milliyetçilik, toplum bilimi esir almış, dilediği gibi kullanmaktadır. Buna Marksizm de dahildir. Emrine alıp kullanmadığı hiçbir bilim, ideoloji ve sanat yoktur. Gerçek aydınlanma, modernitenin bu iki pozitivist olgu ve algılamasının çözümlenmesinden ve aşılmasından geçer.
Dolayısıyla toplumsal problemlerin problem kaynağı olarak ulus-devlet ve ulusalcılığı (milliyetçiliği) altıncı büyük toplumsal sorun yumağı olarak değerlendirmek büyük önem taşır. Her ne kadar kendilerini tüm toplumsal sorunların çözüm gücü, çekim merkezi olarak sunsalar da toplumsal hakikatin tarihi yargısı budur.
Ulus-devlet herhangi bir iktidar biçimi değildir. Devlet iktidarının en gelişmiş biçimi olmaktan daha öte bir anlamı vardır. Faşizmin izinde geliştiği bir devlet biçimlenmesidir. Kapitalist tekelciliğin ekonomi üzerinde kurduğu hegemonya ancak devlet iktidarının toplum seviyesinde kendini yaymasıyla, örgütlemesiyle mümkündür. Ulus-devlet bu anlamla tanımlanır. Faşizm ise bu devlet biçimini içten ve dıştan ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlerle, rekabet halinde olduğu güçlerle savaş haline girdiğinde vardığı aşamadır. Aralarındaki fark barışla savaş süreci arasındaki farka benzer. Her ikisinde de farklı siyasi oluşumlar tasfiye edilir. İktidar toplum gibi homojenleştirilir. Homojenleştirilmiş toplum, homojenleştirilmiş iktidar olarak konsolide edilir. Faşist devlet de homojen toplum ve devlet azami birliğini ifade eder. Tek dil, tek vatan, tek kültür, tek bayrak, tek ulus temel sloganıdır. Bu yapılanma açık ki, toplumsal doğa gibi çok karmaşıklık ve çeşitlilik arz eden gerçeklik için bir çözüm değil muazzam oranda problem üretir. Toplumsal kanserleşme denilen süreçtir. Ya tüm toplumu yutacaktır, ya da bir toplumsal ur olarak kesilip atılacaktır.
Toplumsal tarih boyunca birikmiş ne kadar farklı kültür, etnisite, dil, siyasi oluşum, düşünce ve inanç varsa hepsinin yaşamı tehdit altına girer. Direnme ve farklılıklarıyla yaşama geliştikçe ulus-devletin faşist yüzü ortaya çıkar. Kendini sosyalist olarak yansıtsa bile toplumsal çeşitliliğe, farklılığa bu tarz karşı çıkan her devletin, hareketin, partinin faşistleşmesi kaçınılmazdır. Ulus-devlet ya bu tür hareket ve partiler tarafından inşa edilir, ya kendisi bu tür parti ve hareketleri inşa eder. Burjuva liberalizmi her ne kadar anti-faşist, anti-komünist sloganı altında liberal devlet anlayışına (minimum devlet) sahip çıksa da tam bir aldatmaca içindedir. Ulus-devletin anası da babası da liberalizmin kendisidir. Ulus-devlet gerek oluşumunda, gerek olgunlaşmasında liberalizmin ideal devlet biçimidir. Dolayısıyla kapitalizmin faşizmi doğuran gerçekliği kadar, devlet sosyalizmini (reel-sosyalizm) doğuran gerçekliği de ulus-devlette birleşir.
Son beş yüz yılın, özellikle günümüze doğru olan yüz yılının küresel çapta yol açtığı ulus savaşlarının tüm uygarlık tarihinden daha fazla kan dökmesi, katliam ve soykırım üretmesi; ulus-devletin ve faşizminin toplum için çözüm olmak şöyle kalsın, muazzam büyüklükte ve gaddarlıkta yedinci sorun kaynağını oluşturduğunu açıkça ve çarpıcı olarak ortaya sermektedir.Eğer ulus-devlet yeryüzünde gezinen tanrıysa milliyetçilik de o tanrının yeryüzündeki (seküler-laik) dinidir. Bu iki kavramın gerek teolojik, gerek daha genel olarak sosyolojik çözümlemesini yapmadan kapitalist moderniteyi tanımlamak çok eksik kalacaktır. Çok iyi bilmek gerekir ki, tüm hiyerarşik ve devlet kökenli dinselliklerin kapitalist moderniteye yansımaları teo (tanrı) ve teolojinin (tanrı bilimi) yerine ulus-devlet ve ulusalcılık (milliyetçilik) olarak ikame edilmiştir. Bu iki kavram arasındaki ikameciliği çözümlemek modernizmin gerçek çehresini ortaya çıkaracaktır.
Ulus-devlet ve ulusalcılık tüm pozitif görünümlerine (fenomen) rağmen en kaba, içi boşaltılmış metafizik karakterdedirler. Kapitalist kar ve sermayenin gerçekleştirilmesinin efsunlanmış iki sihirli kavramlarıdır. Bu kavramların yansıttığı bin bir çelişkili, zorbalı, sömürülü olgusal ilişkiler yumağıdırlar. O kadar çekici ve hegemonik karakter arz etmeleri bağrında gizledikleri kar, sermaye, iktidar ilişkileri nedeniyledir. Bir kez daha vurgulamalıyım ki milliyetçilik, modernitenin tem dinsel argümanıdır ama hizmet ettiği, emrinde olduğu tanrısı ulus-devlettir. Milliyetçiliği dinlerin dini, ulus-devleti tanrıların tanrısı olarak (merkezi uygarlık-sistemi anlamında) yorumlamak son derece öğretici olacaktır. Toplumsal yaşamla bağı olan hiçbir kavram ve temsil ettiği olgu; bu iki kavram ve yansıttıkları ilişkiler yumağı kadar toplumu olumsuz etkilemezler. Olumsuz olarak etkileme gücünde değildirler. Aynı zamanda hakikati örtbas etme ve çarpıtma gücünde değildirler. İki pozitivist olgu ve kavram olarak “toplumsal hakikat rejimi”ni azami düzeyde çarpıtma ve karanlıkta bırakma gücünü temsil ederler. Sosyal bilimde devrim açısından en önemli görev toplumsal hakikat üzerindeki çarpıtma ve karartma gücünü tasfiye etmektir. Günümüzde sermayenin sömürüsü kadar, güvenlik araçlarıyla mücehhez kılınmış ulus-devlet ve milliyetçilik, toplum bilimi esir almış, dilediği gibi kullanmaktadır. Buna Marksizm de dahildir. Emrine alıp kullanmadığı hiçbir bilim, ideoloji ve sanat yoktur. Gerçek aydınlanma, modernitenin bu iki pozitivist olgu ve algılamasının çözümlenmesinden ve aşılmasından geçer.
Dolayısıyla toplumsal problemlerin problem kaynağı olarak ulus-devlet ve ulusalcılığı (milliyetçiliği) altıncı büyük toplumsal sorun yumağı olarak değerlendirmek büyük önem taşır. Her ne kadar kendilerini tüm toplumsal sorunların çözüm gücü, çekim merkezi olarak sunsalar da toplumsal hakikatin tarihi yargısı budur.
Ulus-devlet herhangi bir iktidar biçimi değildir. Devlet iktidarının en gelişmiş biçimi olmaktan daha öte bir anlamı vardır. Faşizmin izinde geliştiği bir devlet biçimlenmesidir. Kapitalist tekelciliğin ekonomi üzerinde kurduğu hegemonya ancak devlet iktidarının toplum seviyesinde kendini yaymasıyla, örgütlemesiyle mümkündür. Ulus-devlet bu anlamla tanımlanır. Faşizm ise bu devlet biçimini içten ve dıştan ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlerle, rekabet halinde olduğu güçlerle savaş haline girdiğinde vardığı aşamadır. Aralarındaki fark barışla savaş süreci arasındaki farka benzer. Her ikisinde de farklı siyasi oluşumlar tasfiye edilir. İktidar toplum gibi homojenleştirilir. Homojenleştirilmiş toplum, homojenleştirilmiş iktidar olarak konsolide edilir. Faşist devlet de homojen toplum ve devlet azami birliğini ifade eder. Tek dil, tek vatan, tek kültür, tek bayrak, tek ulus temel sloganıdır. Bu yapılanma açık ki, toplumsal doğa gibi çok karmaşıklık ve çeşitlilik arz eden gerçeklik için bir çözüm değil muazzam oranda problem üretir. Toplumsal kanserleşme denilen süreçtir. Ya tüm toplumu yutacaktır, ya da bir toplumsal ur olarak kesilip atılacaktır.
Toplumsal tarih boyunca birikmiş ne kadar farklı kültür, etnisite, dil, siyasi oluşum, düşünce ve inanç varsa hepsinin yaşamı tehdit altına girer. Direnme ve farklılıklarıyla yaşama geliştikçe ulus-devletin faşist yüzü ortaya çıkar. Kendini sosyalist olarak yansıtsa bile toplumsal çeşitliliğe, farklılığa bu tarz karşı çıkan her devletin, hareketin, partinin faşistleşmesi kaçınılmazdır. Ulus-devlet ya bu tür hareket ve partiler tarafından inşa edilir, ya kendisi bu tür parti ve hareketleri inşa eder. Burjuva liberalizmi her ne kadar anti-faşist, anti-komünist sloganı altında liberal devlet anlayışına (minimum devlet) sahip çıksa da tam bir aldatmaca içindedir. Ulus-devletin anası da babası da liberalizmin kendisidir. Ulus-devlet gerek oluşumunda, gerek olgunlaşmasında liberalizmin ideal devlet biçimidir. Dolayısıyla kapitalizmin faşizmi doğuran gerçekliği kadar, devlet sosyalizmini (reel-sosyalizm) doğuran gerçekliği de ulus-devlette birleşir.
Son beş yüz yılın, özellikle günümüze doğru olan yüz yılının küresel çapta yol açtığı ulus savaşlarının tüm uygarlık tarihinden daha fazla kan dökmesi, katliam ve soykırım üretmesi; ulus-devletin ve faşizminin toplum için çözüm olmak şöyle kalsın, muazzam büyüklükte ve gaddarlıkta yedinci sorun kaynağını oluşturduğunu açıkça ve çarpıcı olarak ortaya sermektedir.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan