HABER MERKEZİ
Bu, sınıflı toplumun, despotizmin, haksızlığın başlangıcıdır. Aynı zamanda her türlü saygısızlığın, sevgisizliğin, acımanın da kaynağıdır. Bunu anlatmaya çalışıyoruz ama bir türlü anlamaya yanaşmıyorsunuz. Tabii yüreği, vicdanı, sorumluluk düzeyi böyle olanlar, açık düşmandan daha tehlikelidir.
Kutsal dinlerin o kadar insan vicdanına hitap etmeleri boşuna değildir. Kutsal dinler de birer devrimdir. Vicdanlara o kadar hitap etmelerinin nedeni; büyük bir devrim gelişirken, vicdansız insanların, insanlar üzerinde büyük tahakküm kuracaklarını bildikleri içindir. Bu büyük iman meselelerini, iman şartlarını ortaya koymaları bunun içindir. Yoksa bir devrimde vicdansız insanların eline iktidar geçerse, onlar en zalim kişiler olmaktan, iktidarın cazibesine kapılarak kendilerini kurtaramazlar.
İktidarın bir de böyle bir hastalığı yayma durumu var. Büyük vicdan, iman kişiliği olamayanlar, iktidarın sihrine kayılarak birer canavar kesilebilirler.
Benim akıllı tepkilerim, önemli sezgilerim bunlara karşıt gelişti. Anama karşıt gelişti. Baba fazla üzerime gelmiyordu, daha sonra üzerime gelmeye başladı, ona karşı da tavır koyduk. Ama daha fazla hak-hukuk sahibi olduğunu söylemeye geldi. Önemli çocuk savunmasını yaptık. Şimdi anlaşılıyor ki, bu önemli bir savunmadır. Şu anda milyonlarca Kürt çocuğu, dünyanın en perişan çocukları olarak, adeta sahipsiz, başlarına gelecek tüm felaketleri bilmeden yaşama terkedilmişlerdir. Bundan kim sorumludur? Bunu görmemek, görüp de bir vicdanı ayaklandırmamak hangi insanlıkla bağdaşır? Tüm analara, babalara bunu sordum. Ey vicdansızlar! Sözüm ona çok bağlısınız, hepsi de gözü yaşlı.
Peki, ne diye bunları hazırlıksız, eğitimsiz benim üzerime atıyorsunuz dedim. Sizlere de sordum; kim sizi üzerime attı? Ben çağrı, davetiye çıkarmadım. Siz üzerime kendinizi atıyorsunuz, ama çok hazırlıksınız. Tabi bundan da biraz da analarınız-babalarınız sorumludur. Yetiştirme diye, terbiye diye bir şey görmemişsiniz. Tabii benim de terbiye görecek halim yoktu, bana öğretecekleri bir şey de yoktu. Ben kendi kendimi terbiye ettim. Sizden en büyük farkım budur. Bu büyüklüğümü buna borçluyum veya ayakta kalışımı, savaşçılığımı buna borçluyum. Siz kocamış bebek gibisiniz, ciddi bir intikamcılığı olan yok. Ancak cenazenize bol bol ağlanabilir, zamansız, yersiz gitti denilebilir.
İçinizde hangisi adını, ününü amansız konuşturuyor, hangisi kendini zavallılıktan kurtarıyor, problem olmaktan kendini kurtarıyor? Bunu başta analara söylemek istedik. Anama da öyle demiştim. Üzerime gelme dedim ve onu durdurdum. Hem de erken yaşta. Onun bana belletmek istediği gerek değer yargıları, gerek kavgacılık biçimlerini durdurmak gerektiğini erken yaşta fark ettim. Bizzat sezgilerimle, biraz yaşam tutkularımla böyle olmaması gerektiğini bildim ve tavrımı geliştirdim. Anamı konuşturmuşlardı, “dizimin dibinde oturtamadım” biçiminde bir değerlendirmesi vardı. Dizinin dibinde oturmak, boyun eğmeye, teslimiyete çekme anlamına gelir. Yine düşman, “kavgacı ortamlarınız, sevgi, saygının pek gelişkin olmadığı ortamda büyümek” diyor. Tabii, bu ortamı kendisi yok etmiştir.
Sahte sevgi ve saygıyla büyümenin anlamlı olmadığını da erkenden fark ettik. Bize gösterilecek fazla sevginin olmadığı görüldü. Ben o zaman anamdan en ufak bir sevgi beklemedim. Hayret! Beklemediğim gibi, göstermedim de. Bu da oldukça gerçekçi bir tutumdur. Olamayan şeye, niye olur diye kendimi aldatarak cevap vereyim, kabul edeyim? Ama maalesef biliyorsunuz, sahte sevgiler ana kucağında başlar, en gözü kara sevdalarınıza kadar sürüp gider. Hepsi sahte! Birilerinin size verecek sevgisi, saygısı yoktur. Sizin de birilerine göstereceğiniz sevgi, saygınız yoktur. Ama kişiliğinizde aldanma, öyle gözükme hiçbir ulusta görülmemiş biçimdedir.
Biz bu konuda da ikiyüzlülüğe düşmemeyi büyük bir gelişme olarak değerlendiriyoruz. Yoksa ben niye varım diyeyim, öyle değilsem niye kendimi öyle sayayım? Bu bence en tutarlı gerçekliği ifade ediyor. İşte bir de bunu yakalamam, yakıştırmam, gelişmemizin çok önemli bir nedenidir.
Yalan dolan kişilikleriniz olmamış şeyi kendine mal etme ve en kötüsü de kendisine layık, beklentiler, talepler isteme veya istetme durumundadır. Size göre, ne ben, ne birileri beni ne saymalı, ne sevmeli, ne de birileri beni kabul etmelidir. Ya nasıl olmalı? Anlayarak, gerçeğe ulaşarak, mücadele ederek kendinize saygıyı bularak, sevgi denilen olayı bu biçimde yakalayarak olacaksın. Belki böyle olur diye çabaladık ve bunun doğru olduğu da ortaya çıktı. Ben daha fazla saygılı, terbiyeli, sevgili olmaya çalışıyorum. Bu da bir maddi zemine dayanıyor, savaş gerçeğine dayanıyor.
Görülüyor ki, gerçekten insanlar biraz bizde doğru temellerde saygı, sevgi, edep durumuna gelmişler. Bu söylenebilir. Aslında anamdan kalma birçok husus daha vardı. Babamı beğenmeme de haklı olabilirdi ama çaresizdi. Kadın hiçbir zaman kendisine göre erkek nedir bilmemiş. Tanıdığı erkek, ona cahil nasıl geldiğini, nasıl götürüldüğünü bilmiyor. Ona verilmiş, ondan diğerine gitmiş. Erkeği, karşısında kaba bir güç olarak, kendisini tehdit eden güç olarak görmüş. Toplumsal gerçeklikte de böyledir. O toplumsal koşullarda böyle bir kadını, bir kızı anlayacak, gönlüne göre, sevgisine göre anlayacak herhangi bir durum yok, ortam yok. Hatta iradesinin, bir kişiliğinin ne kadar olup olmadığı bile tartışılabilir. Aile çıkarı için veya istemi üzerine “al sana” denilmiştir, o olmazsa diğerine. Yine bundan çıkaracağı sonuç öyle fazla anlamlı olamaz.
Bir de kişilik itibariyle fazla moral bırakılmamış, daha doğrusu kendisine göre kocası diye anılan erkekle, köyde erkek diye bellenen, anlamsız veya düşmanca tutumlar içinde bulunmuş o da “madem onlar bana bu kadar yaptılar, bende kuralsız hatta fazla hayaya gelmeyen, utanmaya gelmeyen, sonuna kadar çığırından çıkmış bir kavgacılığı dayatayım” demiş. Bundan bize ne kalabilir? Çok uysal bir kadın olsa, fazla kavgacı olmasa, kocaya da olduğu gibi yaslansa veya çaresizliğini gösterse, teslim olsa, -herhalde terbiyeciler “eğitim yedi yaşında başlar” diyorlar- biz de belki teslim olurduk veya anam nasıl yapmışsa bütün kadınlar öyle yapsın veya babam ne etmişse, erkek ne yaptıysa öyle edilsin derdik. Ama bu kavgacılık ortamı mutlaka bir iz bırakmıştır. Bu da herhalde faydalı bir iz olarak düşünülebilir.
Benim şu anda geliştirdiğim bir kadın mücadelesi var. Şimdi bu mücadele ileri boyutlara gelmiş, ama temeli olmasaydı herhalde böyle gelişmezdi. Anamın büyük mücadeleci olduğunu biliyorum. Fakat tabi onunki öyle ilkeli, örgütlü değil, tam tersi ilkesi de, taktiği de hiç olmayan ama kendini orta yere atan, sonun kadar fırla, yürü, bağır, çağır, saldır. Güç dengesi sıfır, hedefi hiç gözüne getirmez, ama ne kadar isyan edebilirse o kadar eder veya sınır tanımaz. Tabi biz bunun böyle olmayacağını daha başta görüyoruz. Kavga olacaksa bile onun belli bir mantığının olması gerekir. Mantığın aşıldığı bir yerde mantık arama benim erkenden göz önüne getirdiğim hususlardı. Bu da çok aşırıya karşı bir tedbir oluyor. Bu pratikle yakından bağlantılıdır. İlla kavga edilecekse, bunun bir mantığı, yöntemi olmalıdır. Anamın aşırılığı bunu bana erken yaşta öğretti. Etkisi hâlâ vardır.
En önemlisi tek biri de olsa, çok kuralsız da olsa hem aile içinde, hem aile dışındaki bazı erkeklere karşı büyük savaş vereceğini o örnekte görmüş oluyoruz. Sanıyorum bir gelenek olarak bir çocuk bunu görmezse, mışıl mışıl uyumluysa, her şeye evet diyorsa, sanırım çocukları üzerinde de bunu sürdürür. Sonuna kadar erkeğe, babaya, köylüye, karşısına çıkan herkese bağlı olur. Bu öyle olsaydı herhalde bizim de böyle bir kadın mücadelesini fazla ilerletmemiz, en azından bu biçimde geliştirmemiz üzerinde etkili olmazdı. Veya bu etkinin de bu mücadelede bir izi olabilir, bir etkisi olmazdı. Çünkü bir kadın bu kadar mücadele etmişse, o da ana ise, herhalde o çocukta büyüdüğü zaman, ana diye bir kadın bunu yaptığına göre, niye başka kadınlar da bunu yapmasın sonucuna varabilir. Aristo mantığıyla bile bu sonuca varmak zor değildir.
Tabii şimdi erkek savaşımı ileri boyutlarda. Anaya bağlı olma mı denilir, tuhaf! Son yıllarda, özellikle son üç yılda onu geliştirmişim. Anam sağken, onu bu kadar fazla derin inceleme yapmamıştım. Öyle fazla mektup bile yollamamıştım, “nasılsın” demedik. Ama anma denilen olayı bence son üç yılda iyi göz önüne getirmişim. Son üç yıldaki kadın mücadelesinde belirgin bir gelişme vardır. Bu gelişmeyi, herhalde tüm önemli şahadetlere, ölümlere karşı verdiğimiz karşılığın bir benzerini olarak burada yapmışız. Haki Karer’in anısına karşılık biliyorsunuz parti ilanıydı. Mazlumların anısına karşılık daha fazla savaşa, ülkeye yönelmeydi. Agitlerin anısına bağlılık daha fazla gerillaya yönelmeydi. Buna benzer birçok şahadetin anlamını gerçekçi bir mücadele çalışması ile geliştirmek istedik. Ana olayında da herhalde bu gözüküyor. Böyle bir ödün bizi kadın konusunda daha fazla bir şeyler yapmaya götürmüş olabilir. Bu da bir etkidir diye düşünüyorum.
Kadın savaşımı bu nedenle anamın tam istediği biçimde olmasa da, yaptığı gibi olmasa da, daha bilimsel, daha örgütlü, planlı ve ustaca taktiklerle yürütülmeye çalışılıyor. Erkeğin haksızlıkları var, bu açıktır. Biz bunu kabul ettik, ama onu çözümlemek oldukça zordu. En önemlisi de anamın yaptığı gibi değil de, daha mücadeleci, daha doğru bir mücadele anlayışı ve yöntemiyle yapmak gerekiyordu. Tabii bu bir sonuç, onun ortasında da çok gelişme vardır. Anamın kişiliğine baktığımızda, kadınlardan uzak durmam gerektiğini ilk elde göz önüne getirdim. Anam böyleyken bu kadar beni zorluyorsa, tabii kadın konusuna kolay kolay girmeyeceğiz.
Benim şansım veya şanssızlığım bu çelişkili aile gerçeğini en üst düzeyde yaşamış olmamdır. Çocukken şanssız olarak görüyordum kendimi. Halen hatırımdadır, keşke benim de şu arkadaşımın ana-babası gibi anlayışlı bir anam, bir babam olsa diyordum. Hatta daha sonra da keşke Türk bir aileden olsaydım diyordum. Zorluğa gelmemek için, çelişkilerin acımasızlığını yaşamamak içindi bunlar. Ama daha sonra bunun mücadeleyi tahrik etmesi nedeniyle bir şans olduğu ortaya çıktı. Veya şanssızlığı şansa dönüştürdüm. Bunun da büyük bir yürütme eylemi olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. İşte sizin başlangıçta böyle bir şanssızlığınız yok, şanslısınız. Ama sonuçta da büyük şanssızlığınız bu şanslı yaşamınızdan kaynaklanıyor.
En önemlisi de ailecilik konusunda hayale kapılmamam, sizin yaşadığınıza benzer kolay ailecilik hayallerini esas almamam çok önemli. Çekinmem, ihtiyatlı olmam, tepki duymamam daha sonraki süreçte oldukça yararlı olmuştur. Halen kadın-erkek ilişkileri üzerine bu kadar önemle duruyorsam, bu çelişki nedeniyledir. Şimdi çok açık görülüyor ki, bu çelişki çözümlenmese ne sınıfsal, ne ulusal çelişki anlaşılamaz. Bırakın çözümlenmesi, savaşımla giderilmesi; siz şu anda adeta bu çelişkinin kölesi durumundasınız. Bu çelişkiyi anlamaya, ya da kendi üzerinizdeki etkisini sıyırmaya gücünüz yoktur. Kocaman bebekler haline gelmişsiniz.
Bazı tespitlerimizde aile kördüğümü temelde insanımızın iradesini de, düşüncesini de kör etmiştir dedik. Bu yüzden yetenekler gelişmiyor, kavgacılık en ilkel tarzdadır, anlayışlar çok dardır, kişilikler çok cücedir. Çünkü aile kördüğümü sizi baştan bağlamış. Ama ben yırttım, nitekim köyde halen hatırlıyorum “ipini koparan, anasını, babasını dinlemeyen, yoldan çıkmış, kimsenin çocuğunun böyle olmaması gereken çocuk”. Ama dediğim gibi, bu şanssızlığı daha sonra biz şansa dönüştürdük. Siz ise bağlandınız. Aileler her gün yenilgiyi aşılar, her gün “oğlum adam ol, büyüklerine bağlı ol, seni çok seviyorum, oğlum al sana iyisi, al sana beğenilisi, büyüklerine saygılı ol” derler. Tüm bunlar yalandır. Olmayan şeylerin olur gibi sunulmasıdır. Onun için şu anda gözünüzde ne sevgi, ne saygı var, ne bir yüksek çözüm gücü ve ne onun kavgacılığı var.
Çelişkiler çözümlenmezse, uğruna büyük savaş verilmezse kişilik koca bir yalandan ibarettir. İşte benim şanssızlığımın şansa dönüşmesi de bu yalana düşmemeyi öğrenmek temelinde olmuştur. Şu anda çelişkiler en tahrik edilmiş durumdadır. Bununla bağlantılıdır. Şu anda çelişki yönetimi bende dünya çapında ustalıklı temeldedir. Bana kimin gücü yetebilir? Ben bir kader olarak görmedim. Zaten yaşamla ilişkiyi siz öyle görmüş, bellemişsiniz. Bu kadercilik yüzünden haliniz ortadadır. Şu anda benim kollarım zincirlerinden boşalmış, yüreğim de öyle. Daha serbest hareket ediyorum. Ama siz hiç edemiyorsunuz. Ne kadar acı.
Tüm savaş imkânlarını size vermeme rağmen, teorik, pratik kimse bana bir şey vermedi, ben kendimi yetiştirdim. Analar sizler için çok ağlayacaklarına, sizin gibileri doğurup büyütmeseydiler daha iyi ederlerdi. Bana ne böyle yeteneksiz, çaresiz, hep ağlanılacak çocukları ben ne yapayım? Ben ağlamayı da erken kestim. Bu da çok ilginçtir. Hatırlıyorum, çocuk yaşlarında benim kadar ağlayan yoktu. Anama karşı öyle zırlıyordum ki, köyde duymayan yoktu. Bu konuda da şampiyondum adeta. Sonra anladım ki, şunu ondan öğrendim; bu ağlamayla, zırlamayla hiçbir yere varamayacağımı anladım. Sanırım ondan sonra durdurdum. O gündür bugündür fazla ağlamaya gelmem. Bu da demek ki ana gerçeğiyle, aile gerçeğiyle bağlantılıdır.
Ağlamakla hiçbir yere varılmaz. Tabii bu savaşta çok önemlidir. Savaşta komutanın baş özelliği ağlamamasıdır. Ağlamayanınız yok gibidir. Dediğim gibi, olmayan vicdanı, rahatlığı, sevgiyi olur gibi, varmış gibi görmenizin şu anda vicdansızlıkla bağlantısı çok somut; gerçekçi olmayan, içten saygılı olmayan, sevgili olmayan, duyarlı hassas duygularınız şu anda büyük bir vicdansızlıkla bizi karşı karşıya bırakıyor. Şimdi anlıyorum ki, bu konudaki yanlış yetişmeniz, ailelere göre kötü şekillenmeniz, vicdansızlığın en temel kaynağıdır.
Ben nasıl bu vicdana ulaştım? Büyük savaşımla ilgili. İlk başta ana-babaların bana fazla verecekleri bir sevgi, bir saygı olmadığını görünce, kendim denemeye giriştim. Çevremi oluşturdum. Tabii çevre oluşturmak için büyük iyilik yapacaksın. Bir kuşu bile beş-on parçaya bölüp dağıtmam ilk sevgi, bağlılık ilişkilerine duyduğum ihtiyaçtan ötürüdür. Yalnızlığımı gidermek istiyorsam, havadaki kuşu avlayıp etrafıma dağıtmam gerekir düşüncesine o yaşlarda ulaşmıştım. Kazanmasını bilmeyenler, dağıtmasını da bilmezler; kendi emeğiyle kazanmasını bilmeyenler, hovardaca harcarlar. Bunun için değerlerin kıymetini bilmek gerekiyorsa, onun amansız kazanımını bilmeniz lazım. Ben bunu defalarca size söyledim. Niye erkenden kuş avlamak zorunda kaldım? Yine babamın, hatta bazı kişilerin, ailelerin değerlerini gittim koparttım. Gücü etrafıma dağıtıp belli bir örgüt gücü, hatta rüşvet almayı da buna bağladım. Zorlu süreçlerde örgütü oluşturmak için başka tür örgütlenme yapılmazdı. Ama bakın bizim örgütümüzün başındakilere, değerleri öyle çalıyorlar, hatta bazıları hırsızlayıp kaçıyor. Vicdan bunun neresinde? Öyle yetiştirilmişsiniz Size göre değer savaşımı yoktur. Değer savaşımı üzerine kan dağıtıyorsunuz vicdanınız bile sızlamıyor.
O erken yaşımda bir kuşun nasıl avlandığını biliyorum. Ayrıca grup oluşturmaya ihtiyacım var, neyle yapacağım onu? Marifetin olmazsa, senden bir çıkar görmezlerse gelirler mi? Okuma işi de öyleydi. Bir kaç kelime öğrendiğimizde ilk etapta gruba vermek istedik. Başka türlü çocukları etrafımıza nasıl toplayacağız. Tüm hayat süreçleri böyle olmuştur. Siz bunu da anlayamadınız. Bu açıdan ne kendinize yararınız oluyor, ne çevrenize. Boştan gelen boşa gidiyor. Haydan gelen huya, çar gelen naçar gidiyor, çarçur gidiyor. Ve sonuçta vicdan diye bir şey kalmıyor. Ama biz öyle değiliz, büyük bir vicdan oluşturmuşuz bu özgür yaşamdan ötürü.
Anam şunu sıkı sıkıya belletirdi; “çalışmadan sana tek bir kuru ekmek yok” derdi. Halen hatırımda, o saç üzerindeki bir ekmeği almak, benim için büyük meseleydi. Fazla çalışılacak bir ortam da yoktu. Ama en büyük hedefimiz, çalışsak da, çalışmasak da o ekmeğe ulaşmaktı. Anam yüksek yere koyardı, hatta gizlerdi. Onu bulmak için epey mücadele verirdik. Ekmek kavgası o zamanlarda başlamış ve halen daha sürüyor bende. Biliyorsunuz, biz çocukluk anılarımıza ihanet etmemeyi bir ilke olarak hep gözlerimizin önünde tutarız. Bizim için her zaman ekmek kavgası önemlidir. Onu da anadan öğrendik, ana ve neneden. “Çalış kazan” diyorlardı. Bunu da bize iliklerimize işletinceye kadar bize dayatıyorlardı. Sonuçta ekmek kavgası öyle başladı.
Sanıyorum yetişme tarzınızdan ötürü, size ciddi bir ekmek kavgasına girişmeden hep hazır verildi. Her şeyi hazır Allah’tan bellediniz, öyle yetiştiniz. Şimdi de ekmek için kavgayı bilmiyorsunuz. Elinizden gitmese de kazanmanız gerektiği halde bilmiyorsunuz. Bilmediğiniz için bilemiyorsunuz. Size göre çok kolay, yemek yemek çok kolay, çocuk ağlar önüne koyarlar. Anaların en büyük hatası sizi ekmek kavgacısı olarak yetiştirmemektir. Size çok yumuşak davranmışlardır. Varını-yoğunu biriktirip vermişlerdir. Sonuç; emeğe fazla saygılı olmayan bir nesil! Sonradan da ana-babaların parası bitmiştir ve kendini bilmezlik dönemi başlamıştır. Tıpkı gerçeğiniz gibi. Ana-babaların da kabahati budur.
Ekmek kavgacısı yapamayacaksa, bu çocuğu niye büyütüyor? Savaştırmasını bilmiyorsan, niye bunları çıkardın karşıma? Hep bela mısınız diyorum her gün? Bu ülkede, bu halkın maddi gerçeğinde ekmek kavgacısı olmak tüm kavgaların başında yer alır. Ama şimdi bakıyorum, yediklerinin yarsını atıyorlar. Bana inanılmaz bir suç, sorumsuzluk gibi geliyor. Adeta bütün ekmekleri alıp yemek istiyorum. Geçen gün Fransız gazeteci hayretler içerisinde gördü, “nasıl böyle soğana ve ekmeğe saldırıyorsun” dedi. Bu benim yaşam ilkem, tabii belki ayıplarsınız, ama kavgacılığımı doğru göstermek zorundayım dedim. Gerçeğe ihanet etmemek önemlidir.
Anama ilişkin başka ne söylenebilir? Daha sonraki yaşlarda kontrolden çıkışım için, her ana gibi herhalde o da düşünmüştür, bunun sonu nereye gidecek diye. Her ana çocuğunu baş göz etmek isteyebilir. O süreçlerde sanıyorum pek umudu yoktu veya beni öyle pek kendine göre akıllı bulmuyordu. Geleneklere göre kızlarını veriyordu, oğullarına kız alıyordu. Ama benim durumum farklıydı. Ne olacağımı pek anlayamamıştı. Kız verme kız alma meselesinde herhalde yaklaşımı geleneksel etkiyi kırmaktı. Kırmadığı, onun altında olduğu açık. Fakat benim içimde nasıl etkide bulunmuş olabilir?
Objektif olarak, konuyu küçümsememek, konuyu ciddi ele almak konusunda, tabii aileye göre insan yetişmeyince, her şey biraz daha alt-üst olur. Tam koltuğunun altında olsaydım mutlaka kendilerine göre birisi yaparlardı beni. Ucuzundan bir koca veya bir karı olarak çocuklarını gerçekleştirmek isterlerdi. Tabii bu daha sonraki bütün düşüşlerin, bütün toplumsal gereklerin, yine bizim toplumsal gerçekliğimiz söz konusu olduğunda tükenişin, başarısızlığın, düşüşün toplumsal gerçekliğimiz ne kadar kabul ediyorsa o kadar olma gibi bir sonuca götürecekti. Bu tuzağa düşmemek, bu aile gerçeğiyle biraz bağlantılıdır.
Bunun üzerimizdeki etkisi çok ilginç! Yine şans mı, şanssızlık mı, sizin için iyi mi, kötü mü? Yorumu sizlere ait. Genel Kürdistan ailesini göz önüne getirdiğimizde bunun çok çarpıcı bir şans olduğu ortaya çıkıyor. Kürdistan ailesi her ne kadar kendi içerisinde çok zorla da olsa, geleneklerin ağır etkisi altında da olsa, terbiye görmüş gibiyse de, erkek kadını korkunç derecede namus meselesi yapıyor. Kadın da hiç içeriği, özü olmadığı halde erkeğin karısı olmak için olağanüstü kendini geleneklere göre zorluyorsa, gelenek çok etkili ve güçlüyse, ona Kürdistan geleneği açısından bakıldığında kaybetmelerin en temel nedenidir. Bu gelişmemin, köleliğin en temel nedeni, kaynağı, kurumu bu ise, bizim ailedeki bir türlü geleneğe göre kurulamayan karı-koca ilişkisi büyük bir çözüm zeminiymiş.
Anamın özellikle babaya göre iyi bir kadın olmayı becerememesi veya onu mümkün görmemesi, böyle bir kocayı kabul etmemesi, üzerimde epey etkili olmuştur. Adam çeşitli nedenlerden ötürü olsun, anamın özgün nedenleri de olsa, bunun öyle gelişmesi, daha doğru sonuçlara yol açıyor. Ve Kürdistan ailesi tarihin bu sürecinde en problemli, diğer yandan çelişkiyi gizleyen, çözümsüzlüğü yaşatan en önemli kurumdur. Bunun bizim aile gerçekliğimizde nerdeyse tam bir çözülüşü, anlamsızlığı, başarılamayışı yaşaması, benim de bu ortamı değerlendirmiş olmam, gelişmemizin en önemli çıkış nedeni oluyor.
Bugün dolayısıyla çok açıklıkla söylemeliyim; anamın da bana öğrettiği en temel gerçeklik budur. Önce iyi adam ol, iyi savaşçı ol. Biz bu yaşımıza gelmişiz, halen iyi savaşçı olma peşindeyiz. Tabii aileler ise iyi savaşçı olmayı önlemek için daha on iki-on üç yaşlarında iyi karı ol, koca ol çağrısını vermiş ve uygulatmışlardır. Bizim ailede bunun fazla geçerli tutulmaması, benim üzerimde etkisinin fazla gelişmemesi önemli.
Düşünün, bu yaşlarda böyle bir geleneğin etkisine girmek her şeyin bitişidir. Fiilen girmeseniz bile, duygu, namus itibariyle girmiş olmanız sizin savaşçılığınızın hiç gelişmemesinin temel nedenlerinden birisidir. Benim kavgacılığımın patlama göstermesi de bu geleneği erken yaşlarda yıkmamdan ötürüdür. Ben çok iyi tespit ediyorum ki, ailelere göre, aile gerçeğine göre erken yaşlarda bir karılaşma, kocalaşma işin bitişi demektir.
Bakın, ben bu çelişkiyi biraz doğru ele aldım. Sizi bugün iyi karılar, iyi kocalar olmaktan alıkoyduğumuz için gücünüz, enerjiniz, bilinciniz, dolayısıyla savaşçılığınız biraz devam ediyor. Belki geleneklere göre bir yaşam sizi rahatlatabilirdi. Ama bana göre, bunun maddi temeli yoktur. Bunu gösterdik. Maddi olmayan bir şeye göre kendinizi yatırmanızın da hiçbir anlam yoktur. Önce iyi bir savaşçı olun. İlke bu. Bu ülkede yaşamak istiyorsan, bu iyi bir eş-dost, ahbap-çavuş, hemşehri olmaktan geçmez; tam tersi, eş-dost olmadan önce, iyi bir toplumsal savaşçı, ondan sonra ulusal savaşçı olmaktan geçer. Bu konularda çözümlemeler ortaya koymuştur ki, iyi bir hemşehricilik, iyi bir ahbap-çavuşluk, iyi bir yarenlik, hele hele iyi bir eş-dostluk, kadın-erkek ilişkisi savaşçılığı bitirir.
Bunun yerine biz hangi bağları esas aldık?
Hemşehricilik bağı yerine, sınıfsal, siyasal bağları; ucuz eş-dost, sahte karasevda ilişkileri yerine, yaman örgütsel ilişkileri, yoldaşlık ilişkilerini esas aldık. Düşünün ben bu konuda olağanüstü bir şekilde hem temellerini dikkatli atıyorum, hem pratiğini yürütüyorum. Ve görüyorsunuz ki bu dünyanın bile hayretini çekiyor bu kadar geri toplumsal koşullarda nasıl böyle çelişen bağlar oluşmuş diye.
Bu mücadele gerçeğiyle bağlantılıdır. Tam da bu noktada kadın ordulaşmasının da, erkek ordulaşmasının da ne anlama geldiği daha iyi anlaşılıyor. Hiçbir kitapta böyle bir ordulaşma ilkesi yoktur. Ama bana göre bizim toplumsal gerçeğimizin çözümlenmesinde böyle ilkelere ihtiyaç vardır. Halen tam anlamamışsınız ama toplumsal gerçekliği sağlam çözümleyen birisi bunu yakalayabilir.
Kürt erkeğinin durumunu çözmek için olağanüstü tedbirlere ihtiyaç var. Bir tanesi de kadın ordulaşmasıdır. Tabii bunu ters anladılar; silahı verirsin eline, erkek nasıl yapıyorsa o da öyle yapsın şeklinde anladılar. Bu anlamda bir ordulaşmanın mümkün olmadığını bilmekte fazla zorluk yoktur. Daha değişik bir ordulaşmadır. İşte anamın kavgacılığı, hiç kurala, ilkeye, kaideye gelmeyen kadın ordulaşmasına dönüştürülüyor diyelim. Bu çok gerekli. Neden gerekli? Madem anam kocayı beğenmiyorsa, beğeneceği kocayı ortaya çıkarması lazım. Nasıl ortaya çıkaracak? Mücadeleyle, mücadeleyi bilmesi lazım.
Bütün kızlar, haklı olarak karşılarında anlayışlı bir erkek görmek isterler. Bunun için ne gerekli? Kavga! Anlayış desen, fazla imkân yok. Kocanın veya erkeğin sana vereceği fazla bir şey yok. Kendisi çaresiz. Kürt erkeği bu anlamda çok zavallı.
Tabii bu konuda Önderliği tanımak gerekiyor. Kavga temelinde başladı, oldukça planlı ve örgütlüdür. Erkek eski erkek, kız da eski kız. Benim açımdan hiç kabul edilemez. Benim açımdan yenilgi, benim açımdan bela! Ama diyeceksiniz ki, “biz böyle yetişmişiz”. Sen öyle yetişmişsin, o düşmanın egemenliğine götürüyor. O toplumsal çözümsüzlüğü derinleştiriyor.
Ben size kurnazlık etmedim. Dikkat edin, ben bunları her gün söylüyorum. Büyüdüğünüz gerçeklik bu temeldedir. PKK’cilik diyorsunuz, biraz da APO’culuğun özü budur. Belki kendinize göre çok ulaşılmaz, tehlikeli veya anlamsız buluyorsunuz. Ama ben de söylüyorum ki, biz bu kavgayı şimdiye kadar böyle yarattık, bir de şu anda kavganın başıyız. Hatta neredeyse ilah kadar başındayız. Ben mi zorla kendimi böyle dayattım? Toplum istiyor her gün, siz istiyorsunuz. Ben güçlü bir merkez, militan olasınız istedim. Dolayısıyla her şey bana yıkılıyor. O zaman size düşen bunu öğrenmektir. Buna katılmamak, bunu boşa çıkarmak değil, hiç olmazsa doğru bir öğrenme gücü göstermektir. Ondan sonra karar verin, varsanız “evet”, yoksanız “hayır” deyin. Ya izin isteyerek, ya da isyan ederek kaçın. İkisine de varız.
Her gün niçin Önderlik yeminlerini ediyorsunuz? Gerçeğini biraz öğrenmek için değil mi? Herkes “bütün gücümüzü sizden alıyoruz” diyor. Bakın size söylüyorum; basit bir ekmek kavgası bu Önderlik gerçeğine böyledir, savaşçılık böyledir. Niye kaçacaksınız?
Ben mi anama “beni dünyaya getir” dedim. Yok! Topluma göre, kendime göre oldum. Ondan sonra kendimi korumaya almam, özgürlüğün ilk adımıydı, yaptım. Günah mı bu? Sizin için çok mu kötü oldu? Başka nasıl iyi evlat olunur? Şimdi hiç olmazsa nizamınız var. Birliktesiniz, biraz gücünüz var. Hatta bu ülkede en güçlüsü oluyorsunuz. Bu savaşçılıkla mümkün olmadı mı? Başkaları mı yaptı? Başkaları, kendinize kalsaydı ve hatta günlük olarak size bırakılsaydı, acaba kaç saat ayakta kalırdınız? Bunu hemen herkes görüyor. Bizim için hikâye bir anlamda böyle. Namus belası mı dersiniz, namus sorunu mu dersiniz, içine girdik, buraya kadar getirdik.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan