HABER MERKEZİ
Çabalarıma, düşman bile kulağını kabartıyor
Bugünlerde çok duyulan bir Önderlik hikayesi vardır, benim hikayem! Bu şimdi ulusal hikaye haline gelmiş. Ulusal Önderlik, ulusal kahramanlık, ulusal yaşam ne denirse denilsin, herkes bir anlam yükleyerek çıkış yapmak istiyor. Hak edilmiş mi, edilmemiş mi? Böyle bir Önderlik var mı, yok mu? Bunları incelesinler, yazarlar ve siz militanlar da inceleyin. Fakat bana sorarsanız, ne kadar zor da gelse, çok ilginç olduğu kadar da çok anlamlı, anlamlı olduğu kadar da çok ustaca, ustaca olduğu kadar da çok yiğit!
Amansız çabalarla yürüttüğüm parti tanımı ve işte onun günümüze kadarki tarihi. Bunu anlamayanlar bana göre ne yeni Kürt çözümlemesinden bir şey anlar, ne savaş tarzından, ne yurtseverlikten, ne de duygulardan bir şey anlar. Bunu da abartma olarak söylemiyorum. Düşman bile kulağını kabartıyor. Ben, “Çiller-Erbakan izdivacı tehlikelidir” diyorsam, ikinci gün “oldu” diyor. Ben “Araplarda bir bloklaşma var, PKK ondan yarar görecektir” diyorsam, bir bakıyorsun ertesi gün bunda bir keramet vardır diye politika değişikliğine gidebiliyor veya ne kadar eleştirdiğimiz bir şey varsa sahip çıkıyor. Yani düşman bunu tersinden yapıyor. Başka bir öğrenme yeteneği de yoktur. Saygı duyuyorum böyle bir düşmana, iyi öğreniyor.
Geçen gün milyonlara da açıkça söyledim. Bir askeri genelkurmayı, bir onun sivil uzantısı, “Bu işe Apo gölgesi düşmüştür, kabul etmiyoruz, parlamentomuza yansıyor, hukuksal alanımızı bozuyor, bu adamlar bunu anlamıyor” diyor. “Haddimizi fazla zorlamasınlar” diyor. Ben şunu söyledim; güzel tespit etmişler, doğru tespit etmişler ve saygı duyuyorum. Ama ortada savaşanlar ukala gibi anlamıyorlar. Anlamadıkları için, tedbirleri yok. “Gerçekler başkadır” diyor. Aslında başka değil, gerçekler böyledir. Ondan sonra hopluyorlar, zorluyorlar. Ondan sonra “insan hakları”, ondan sonra “Uluslararası güçler neredesiniz” diyorlar. Güç mü yok. Güçler çoktan mevzilenmiştir. Sen orta yerde kendini damdazlak bırakmışsın, kendini mevzilere göre yatırmamışsın. Vakti zamanında yapılan çağrılar var, ona kulak kabartmışsın, bildiğini okumuşsun. Artık biz yaşarsak belki idamlıktan kurtulurlar. Yani yaşamları da şu anda bizim bir görevimizdir. Önderlik gerçeği bu! En uzak olanlar da, en karşıtları da buna dahildir.
Güney Kürdistan önderliği tamamen aleyhte çalışıyor ama “Bir gün bile siz olmazsanız, yaşayamayız” diyor. Bu da bir politik tutum. Bunlar da varsın böyle yaşasın. Bu uç noktalardan alın, kendi merkezimize kadar getirebiliriz, “Sen bize gereklisin” diyor ama bazen de “canına okuruz” diyorlar. Hele en dost bildiklerimiz bile, “Ne zaman ölecek de mersiyeler okuyacağız, kendi kendimizi yaşatacağız” diyorlar. Hayranımdır, fakat yaşamasını benim ölümüme dizeceği mersiyelerde buluyor. Bu bir gerçek! Bunun egosu yaşamla değil, ancak ölüyle tatmin olur. Bu sadece dışarıdaki dostlarla sınırlı değil, içimizde de böyledir. Tüm gücünü, tüm imkan ve olanaklarını bizden alan kadro, bir bakıyorsun ki, “Benim yaşamım senin ölümünden geçer” diyor. Nasıl ölümümden geçer? Aslında bu bir egoizmdir. Orada bazı duygularını, yerine göre keyfiliklerini istediği gibi yaşamak istiyor. Bu yaşam değil, bu yaşarken hazır ölümdür, ölüme hazır koşuştur. Çünkü bu yaşamın kendi başına yirmi dört saat direnme, ayakta kalma imkanı yok. Düşmanı, bu yaşamı gerçekten bir vuruşta yerle bir ediyor. Onu yaşatan, Önderliğin çabalarıdır. Ama ona gerekli olan, o an keyfini yaşamaktır.
Bir Kürt felsefesidir; ne olursa olsun, yeter ki kendini bir gün yaşasın. Mesela ben boşuna sigara meselenize yüklenmedim. O sizin bir alışkanlığınız. Bir güzel çekersiniz, sizin için bu önemlidir. Kocaman işkencelere dayanırsınız, savaşırsınız, ama onsuz yaşamaya dayanamazsınız. Bu sevdalınız gibi bir şey. Ama doğru değil. Bu bir kişilik göstergesi. İstediğiniz kadar beni kandırmaya çalışın, “Ben başka işlere de varım” deyin. Hayır! Bir çırpıda bunları aşamayan kişi tıkanmış bir kişiliktir. Kendinden vazgeçmez; ya kendini ölü gibi katar, ya da keyfi uğruna bütün bir örgütü yıkar. Kendini yaşamak için yapar ve tehlikelidir.
Bu bireyci kişiliği demek ki yıkmak gerekir. Kapitalist ülkelerde bu kişi bir trösttür, bir karteldir, bir holdingdir, kanser gibi büyümüştür. Ama Kürdistan gibi bir toplumda ise, bir zavallıdır, yoksulun yoksuludur, bir kırıntı ekmek için kırk takla atan birisidir. Ama yine kapitalisttir, yine bireycidir, egoisttir. Bizdeki bireycilik çok tehlikeli yoksulluk ortamının bireyciliğidir. Gözünü kırpmadan bir tavuk için kardeşini, komşusunu öldürür. Bu çokça görülen bir durumdur ve yoldaşını katletmeye götürür. Bastırır, söylenmedik söz bırakmaz. Bu küçücük bireyciliği yaşamak için bunu yapar ve bu en tehlikeli egoizmdir, bizde de yaygındır.
Şimdi kolektivizme gelmeme, ortak yaşama gelmeme, ortak paylaşmaya gelmeme, duygularda, düşüncelerde ortaklığa hitap etmeme, ondan zevk almama çoğunda yaşanıyor. Benim olsun da ne olursa olsun anlayışıdır. Bu konularda da benim sıkça verdiğim bir örnek vardı. Bizim köyde Dedo diye birisi vardı, iki-üç öküzün kaldığı, gübre ve suyla karışık bir yerde kalırdı, biz Dedo’yu oradan çıkaramazdık. Orası onun için bir cennet köşesiydi. Kokusu onu sarhoş ediyordu. O birkaç öküzü ile adeta öyle yaşam kurmuştu ki, kellesini koparsan köylü cemaatine girmezdi. Bir dakika bile tahammül edemezdi. Hep oraya koşardı ve herkes “Dedo” diye ona güler geçerdi.
Bu felsefe sanıyorum Kürt felsefesidir. Kendine göre bir köşe kurmuş, bir takım putları içine yerleştirmiş, hep oraya takılıyor. Aslında bu doğal bir şeydir. Çünkü insan ancak kendisinin olan şeylerle yaşar. Bizde de kendisinin olan şeyler, Dedo’nun kendisinin olan şeylerdir. Birkaç tane hayvanı vardır, birkaç varlık mıdır, değil midir o da belli değil, zavallı iki-üç çocuğu vardır, varsa biraz kıraç toprağı vardır. Her şeyi odur, onlardan başka bir şey düşünmez.
Bunun sizin gerçekliğinize yansıtılışını düşünün. Sizin Parti içindeki kümelenmenizi, duruş şeklinizi belirliyor. Onun için kolektivizme gelemezsiniz. Yani Dedo’nun köy cemaatine girememesi gibi, etkileyici genel konuşmalara gelemezsiniz. Dedo gibi gider hayvanlarınızla, yani putlarınızla konuşursunuz. Gün ışığına gelemezsiniz, hep bu karanlık ve hiç penceresi olmayan ahbap-çavuş tekkeleriniz vardır, gizlice gidip fiskos edersiniz. Neden? Çünkü onlar sizindir. Ama ben de daha o zaman görmüştüm ki, bunlar bizim olacağına hiç olmasın. O gün bu gündür ne yaptık? Genele hitap eden düşünce, genelin beğenisini kazanan çalışmalar, giderek dünyayı bile etkileyecek çalışmalar sergiledik. Çok utanç verici durumdan, o izbe yaşamından, böyle uluslararası alana bile etkide bulunacak bir yaşam tarzına ulaştık.
Bu bizim parti yaşamımız, yeni yaşam felsefemiz, bizim yürüyüşümüzün özünü temsil ediyor. Bakın, siz bu yürüyüşün neresindesiniz? Sizin yürüyüşünüz önemli oranda benim komşularım olan Palo’yla Dedo’nun yürüyüşüne benziyor. Zırnık kadar onu aştığını sanmıyorum. Hatta daha da tehlikeli. Onlar emekçiydi -ki, başkalarının değerlerine göz dikmezlerdi, asla bunu yapmazlardı, sizin daha fazladan kötülüğünüz, birçok değerin üzerine kurulma gibi bir tehlikeniz de var.
Bizim zafer kazanmış tarzımız var, onda ısrar edeceğiz
PKK içinde bu tehlike kesin vardır. Emeğinin çok üstünde yetkiye konmak veya bunun tersi emeğinin savunusunu bile yapamamak. Bu çok yaygın, şu anda egemen olan da budur. Bunu aşmak için ne gerekir? Yönetim olayını çok adaletli yürütmek lazım. O da nedir? Parti tarihine, parti tanımına göre yürütmek. Bütün birikim değerlerini savunmak, korumak ve eğer bu değerleri paylaşacaksak yeteneğine göre değer teslim etmek. Yönetim, haksız olarak elinde birikeni elinden alır. Hakkını, yetkisini doğru kullanmayana, “Hakkın şudur, yetkin şudur, sahip çık” der ve sonuçta örgütsel işleri düzeltir, yönetir, götürür. Dikkat ederseniz, sizin çalışma tarzınızda bunlara yer yoktur.
Tanıma göre parti içinde değerler nasıl paylaşılır? Nasıl adaletli korunmalı ve geliştirilmeli? Bu sizin umurunuzda değil. En değme olanınız da, basit bir hamal gibidir. “Çalışıyorum işte” diyor. Sonuçta kurt mu kapıyor, karga mı kapıyor, farkında değil. “Bunun karşılığında parti bana bir şey vermeli” diyor. Ne vermeli? Köylü veya küçük-burjuva yaşam tarzı var, onu istiyor, “Bu kadar çalıştım daha yetmiyor mu?” diyor. Heval, sen köylü olmak, küçük-burjuva kalmak için partiye girmedin ki! Sen değişip dönüşmek için, kolektif bir savaşçı olmak için partiye girdin. Bir halkın kurtuluşçusu olmak için girdin. Ama bakın, hepinizin en değmesi bile, bir köylü veya kentli küçük-burjuva olmaktan öteye gidememiştir. Hak taleplerinize bakın, hak arayıcılığınıza bakın, tamı tamamına böyle değil mi?
“Ben partiye verdim, parti neden bana hâlâ dilediğimi vermiyor” diyorsunuz. Bu tanımın dışında tek biriniz var mı? Yok! “Ben çalışıyorum, parti ne zaman karşılığını verecek” demek yanlış! Daha ilk girdiğinde bile karşılık istemeyeceksin. Karşılık zaten elde ettiğin o andır. Nedir? Manevi gururdur, yediğin ekmektir, yoldaşlık sevgilerindir, yoldaşlık tutkularındır, heyecanındır. Bu mükafat sana yetmiyor mu? Ama dikkat edin, içinizde böyle tatmin olan yok. Ya nasıl? Bir gün fırsat bulursa, yetkileri ele geçirirse, kendine dayalı bir şato kurar ki, kimseyi yanına yaklaştırmaz. O eski despotlardan daha fazla feodal olur. Veya bir köledir, yetkilerini ele ver, cömerttir, hepsini bir çırpıda sağa-sola dağıtır. Eskinin bir ekmek kırıntısı için yalvaran kölesi, bütün değerleri elden çıkartır. Bu da çok tehlikeli! Önemli bir bölümünüz böyle bir kölenin değer harcaması konumunu yaşıyor. Önemli bölümünüz de despottur, feodaldir. Kişiliğin gasp eden tarzını yaşıyor. Diğer önemli bir kısım da orta yolcu, ne olup bittiği konusunda kafası karışık, çaresiz zavallıyı oynuyor. Önemli oranda sizin tanımınız böyledir.
Kendinize uygularsanız, hangi yolun yolcusu, hangi tarzın sahibi olduğunuzu kesinlikle göreceksiniz. Doğru mudur bunlar? Hayır! Bu üç yöntem de, yaklaşım tarzı da partililiği ifade ediyor mu? Hayır! Partinin Önderlik gerçeğine göre midir? Hayır! Sınıfsal nedenleri bellidir, sonuçları bellidir. Ben de iddia ediyorum ki, bu benim tarzım değil. Bu, PKK tanımına göre de değil, kendinize göredir. Bu bir çelişkidir ve çözümlenmelidir. Çözümlenmeyi hangi temelde yapacağız? Sizlerle uzlaşarak mı, sizlerle kanlı dövüşe geçerek mi yapacağız? İkisini de esas almamalıyız. Ne sizinle uzlaşabiliriz, ne kanlı-bıçaklı olabilirsiniz. Bunlar eski toplumun yöntemleridir.
Çoğunuz buna hazırsınız, adeta “gel beni döv” diyorsunuz. Hayır, ben bu kavga biçimine girmem veya seninle anlaşalım demem. Hayır, anlaşmayacağım, uzlaşmayacağım. Canın da çıksa senin anladığın tarzda kavga da etmeyeceğim. Ne yapacağız? Bizim zafer kazanmış tarzımız var, onda ısrar edeceğiz. Nedir bu ısrar? Parti tanımına göre yürümek! Büyük bir yürüyüş! PKK’yi PKK yapan, bu halkı dirilten, bugün de uluslararası hak sahibi durumuna getiren tarzdır.
Devam Edecek…