HABER MERKEZİ
Hapishaneler, erkek-devlet sisteminin iktidarını üretip korumaya çalıştığı önemli alanlardan biridir. İster tanrıdan icazet alsın ister yaradan, erkeğin egemen olmasıyla birlikte kurulan devlet, her çağda kendisine biat etmeyene, karşı çıkana saldırmıştır. Bu saldırı kimi zaman öldürmeye, kimi zaman da hapsetme/kapatmayla sonuçlanabilmiştir. Özcesi, efendi-köle ikilemiyle toplum bölündüğü zamandan beri hapishaneler de vardır.
Eril-egemen sistem toplumu-insanı nasıl yöneteceğine dair sürekli bir arayış içindedir. Bilim alanları da bu ihtiyacı giderme amacıyla aralıksız deneyler yapar. Ulaştığı sonuçları onun için dönmeye devam eder. Her biri, bir hayvan türünün Auschwitz’ine dönüştürülen bilim laboratuarlarından birine kapatılan kurbağalar üzerinde çeşitli deneyler yapılır. Bunlardan birinde ısıtılan sıcak suyun içine bir kurbağa atılır. Bu kurbağa hemen dışarı zıplar ve kaçar. Açık-ağır yönelime karşı hızla bir öz savunmanın devreye girdiği fark edilmiş olur. Bunun üzerine kurbağa normal soğuk suya konur. Kurbağa bunu kendi doğal yaşam alanı sanarak tepki vermez. Bu su bir ocağın üzerine konulur ve ocak açılır. Su, dibinde yanan ateşin etkisiyle yavaş yavaş ısınmaya başlar. Ancak kurbağa bu değişimi-tehlikeyi sezmez, fark etmez. Sudaki ısınma derecesine paralel olarak önce vücudu uyuşur, sonra da yavaş yavaş pişer ve ölür. Kurbağa başına gelen bu felaketi algılayamadığı için karşı koymaz, duruma teslim olur. Hapishaneler de tıpkı kurbağanın içine atıldığı tenceredeki su gibi dizayn edilmiş mekanlardır. Bu mekanlara konulan muhaliflere açık şiddet ve işkenceyle yöneldiğinde, direniş yanıtı alınır büyük oranda. Daha inceltilmiş politikalar ise çeşitli sonuçlar verir.
Egemenlerin karşıtlarına karşı geliştirdiği zindan uygulaması tarihin ilk dönemlerine kadar uzanır. İbraniler isyancıları boş sarnıçlarda tutarlardı. Eski Roma ve Yunanistan’da isyancılar kullanılmayan maden ve taş ocaklarına konulurdu. Bu iki örnekte de görüleceği gibi eski zamanlarda sadece hapsetme amacıyla tasarlanmış yapılar yoktur. İslami- yetin ilk yıllarında da böyledir. Asiler, Mescit-i Şerif ’in dehlizlerine kapatılırdı. Verdiğimiz örneklerin tümünde amaç isyankarı –içinde teslim alma arzusunu barındırsa da -infaz edilinceye kadar toplum dışında tutmak, acı çektirmektir. Kale burçları, kuleleri, saray dehlizleri yani en kötü ve en karanlık mekanları, M.S. 7-8. yy’larda kilisenin hapsetmeyi bir cezalandırma biçimi olarak benimsemesinde kadar kısa süreli kapatılma yerleri olarak kullanıldı. Bu tarihle birlikte manastırlar kiliseyi eleştiren kişileri ehlileştirme, yola getirme amacına uygun olarak düzenlendi ve isyankar insanlar buraya kapatıldı. 12. yy’da ise İngiltere’de muhaliflerin toplumun dışında tutulması için hapishaneler kuruldu. İngiltere Kralı II. Henry 1166 yılında, kraliyet mahkemesinde yargılanan muhaliflerin konulması için her ilde bir ‘özel cezaevi’ kurulmasını emrederek, kapatmanın bir politika olarak geliştirilmesini başlatmış oldu. Böylece zindan ölüm, dayak vb cezaların infaz edilmesine kadar tutma mekanı olmaktan çıkıp islah etme, teslim alma, pişman ettirme mekanına dönüştü. Ki bu amaçla kurulan ilk cezaevlerine ‘ıslahevi ’ denilmesi de bun- dan kaynaklıdır. Bu mekanlara kapatılan birey acı çektirme, ağır koşullarda çalıştırma ve sıkı bir disiplin altında aç bırakma gibi yöntemlerle ‘ıslah ’ edilmeye çalışılıyordu.
Çağımızda, kullanılan hapishane modelinin temeli ise 1596 yılında Amsterdam’da kurulan Rasphois hapishanesiyle atıldı. Burada muhaliflere uygulanan yöntemler tecrit ve sıkı bir denetim-disiplin altında zorunlu çalıştırmadır. Hücreye konularak tecrit edilen bireyin ruhunda ve düşüncesinde boşluk oluşturma hedeflenir, oluşturulan bu boşluklar da ruhani metinlerle doldurulmaya çalışılırdı. Amaç bireyi kendi olmaktan çıkarma ve yeniden programlamaydı. Özellikle ‘ İngiliz modeli’ hapishane projesiyle ağır tecrit altında, bireyde hakim ideoloji yeniden oluşturulmaya çalışıldı. 19. yy’a kadar, psikoloji gibi bilimlerden faydalanılarak, tutsak alınan ruhu ve düşüncelerine saldırıldı, mutlak itaate ve teslimiyete zorlandı. İngiliz sömürgeciliğine karşı direnenleri, muhalifleri hedef alan bu uygulama 19. yy’ın başlarında yerini ‘İrlanda sistemi’ ne bıraktı. Bu model üç aşamalı uygulandı. İlk aşamada tutsak tecrit ve yalıtmaya dayalı olarak hücrede tutuldu. İkinci aşamada, tutsak hücreden alınıp başka tutsaklarla bir araya getirilir ve çalıştırılırdı. Üçüncü aşamada ise yola getirildiği düşünülen tutsak özel yöntemlerle sınanırdı. Boyun eğdiğini, istenilen tarzda programlandığını ispatlayamayan tutsak yeniden hücreye kapatılırdı. Bu uygulamada tutuklu kalma süresi belirlenmezdi, serbest bırakılma, teslimiyete ve egemen ideolojiye göre programlanmaya bağlıydı.
Tutsaklar arasında adli-siyasi ayrımı 19.yy sonrasında Avrupa ve Amerika hapishanelerinde yapılmaya başlandı ve hücre uygulaması da politik tutsaklara uygulama biçiminde sınırlandırıldı. Buna fiziki ve psikolojik işkence yöntemleri de eklendi. Bu uygulamalar 20.yy’ın sonuna kadar ABD eliyle Vietnam’da, Hitler eliyle Almanya’da, İngiltere tara- fından IRA militanlarına, İtalya’da da Kızıl Tugaylara karşı aralıksız sürdürüldü. Bunun karşısında muazzam direnişler de sergilendi. Türkiye’de ise bireyin ruh ve düşüncelerini hedef alan modern zindan örneği Nazilerle aynı dönemde geliştirildi. 1944 yılında Sansaryan Han’ında inşa edilen tabutluk hücrelerde komünistlere/ muhaliflere karşı boyun eğdirme politikası uygulanmaya konuldu. Almanya’dan ithal edilmiş ağır işkence yön- temleriyle tutsaklar pişman ettirilmek istendi. Aylarca süren gözaltılardan “ya teslim ol ya da işkence altında öl” dayatmalarıyla her türlü yöntem uygulandı. Muhalifleri ’ ada hapis- haneleri’ ne kapatma bir yöntemdi. Bunda amaç, tutsağın o koşullarda ölümcül hasta- lıklara yakalanması ve acı içinde hayatını kaybetmesiydi. İmralı ada hapishanesi bu amaçla kullanılan bir yerdi. Yılmaz Güney oraya kapatılmış, uzun süre kalmamasına, oradan kaçmayı başarmasına rağmen hastalık nedeniyle erken bir zamanda hayatını kaybetmişti. Bu uygulama, bugün Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı epey ağırlaştırılmış bir şekilde uygulanmakta ve buna karşı geliştirilen muazzam direniş sonucu yaklaşık on sekiz yıldır aralıksız sürdürülmektedir.
Egemenlerin muhaliflerini/karşıtlarını yok etmek için tasarladığı hapishaneler her dönemde de güçlü bir direniş ve öz savunma mevzisine dönüştürülmektedir. Lenin’in sosyalist devrimin öncülüğünü yapan partisinin hazırlık aşamasını 1889 yılında zindanda yapması, Fidel Castro’nun Küba devriminin temellerini tutsak iken atması, Abdullah Öcalan’ın özgürlük mücadelelerinin temellerini yedi ay süren hapishane koşullarında oluşturması öz savunmanın ne kadar zirvede geliştirildiğinin somut örnekleri olmaktadır. Yine tarihe mal olan Saygon zindanlarında, Haydari kampında ve Diyarbakır 5 No’lu zindanda geliştirilen, dillere destan olmuş direnişler, egemenlerin güçlü bir özsavunmayla yenilgiye uğratılabildiğinin somut örnekleridir. Kuzey İrlanda zindanlarında ken- disine “ben bir tarla kuşuyum” diyen Bobby Sands’ın bedenini 1981 yılını altmış altı gününe yayarak eriten ve boyun eğeceğime açlıktan ölürüm diyen çığlığı, 1982 yılı 21 Mart’ında halkının çağdaş Kawa dediği büyük devrimci öncü Mazlum Doğan’ın elindeki üç kibrit çöpünde ateşe dönüşmüştür. Bu ateş, 1982 yılı 18 Mayıs’ında halk öncüleri Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner’den oluşan yek vücudu tutuşturmuştur. Bu ateş, 1982’in 14 Temmuz’unda M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz, Ali Çiçek adlarında devrimin, başarmanın, adanmanın kendisi olup, ilkeli, büyük halk komutanı M. Hayri Durmuş’un ağzından ‘ölüm orucuna başlıyoruz’ söz bombasına dönüşerek faşizmin kalesini kendi başına yıkmıştır. Halkların zalime, zorbaya karşı geliştirdiği öz savunma ve direnişin kaynağını tutan ellerden biri, çok ağır işkence ortamında “kadın koğuşundan itirafçı çıkmayacak” diyen ve bunu başaran kadın özgürlük mücadelesinin öncüsü Sakine Cansız’ın elidir.
Arîn Viyan