Kültür toplum kimliğini oluşturan en başat olgudur. Toplumun binlerce yıllık maddi ve manevi birikimleri sonucu oluşmuş, bir anlamda doğal karakteridir. Yaşamın bütün renklerini adeta bir tuvale nakşetmesi gibidir. Bu yüzden kültürel değerlere yaklaşım, kendini bilme, geçmişe saygı ve insanlık değerlerini koruma hassasiyeti ile yaklaşmasını zorunlu kılmaktadır. Çünkü bir toplumun kültür dokusu yok edildiğinde salt maddi ve manevi bir varlığı yok etmiş olmuyoruz; aynı zamanda toplumu belleksiz, geçmişsiz bırakmakla birlikte kimliksiz bir toplum oluşturmuş oluyoruz.
Bu gerçeklikle ulus devletler, egemen ve sömürgeci anlayışların ilk hedefinde saldırdıkları nokta kültür olmuştur. Bugün dünya’da birçok kültürel değer bu yüzden yok edilmiş, toplumlar belleksiz, kimliksiz bırakılmıştır. Büyük çoğunluğu yasak ve yıkımla yok edilmiş, sonuç almadıkları noktada ise kültürel değerlerin içi boşaltılıp anlamsız hale getirilerek adeta ondan utanacak bir ucubeye dönüştürülmüştür. Bu dönüştürme “ince elleme sık dokuma” mantığıyla yapılarak toplum algısını değiştirerek, hayata geçirilmeye çalışılmıştır.
Kültürel soykırım, fiziki soykırımdan çok daha örtülü, hileli ve tehlikelidir. Kendisini açıktan göstermeyerek karşıdakini aldatır, yaşatıyor gibi görünür, ama kendisi olmaktan çıkma temelinde yaşamaya imkan verir. Adı üstünde, “kültürel soykırım rejimi” deniliyor. Bir toplumu yok etmenin en etkili uygulamaları oluyor. Aynı şekilde Kültürel ele geçirme en tehlikeli sömürgecilik biçimidir. Kültürel sömürgecilik, sömürgeciye meşruluk ve yasallık sağlar. Bu ele geçirilmiş bir toplumu veya halkı madden ve manen işgale hazır hale getirmektir.
Bu gün Kürdistan’da yaşanan Kültürel soykırıma baktığımızda toplumun nasıl bir yolla işgal edilmeye çalışıldığını 12 bin yıllık tarihe sahip olan Hasankeyf’te, yaşam tanıklığında binlerce kadim halkın hikâyeleri, kültürleri ve tarihleri, canlı yaşamı için zengin çeşitliliği devletlerin ve iktidarların başlattıkları savaşın kültürel soykırım boyutuyla karşımıza çıkmaktadır. Bu kültürel soykırım gerçeğini ülkemizde yapılan onlarca baraj ve termik santral projesinde de görebiliyoruz.
Kültürel soykırımın gerçeğini 12 bin yıllık tarihe sahip olan Hasankeyf’in egemen ve sömürgeci iktidar ve devletler tarafından yürütülen tarihi yerleri yok etmekte görüyoruz.
Devletler ve iktidarlar savaşla kurdukları tahakkümü güçlendirmek için doğa ve bir başka öteki kimlik üzerinde uygulamaya ve bunu meşrulaştıracak söylemler üretmeye devam ediyorlar. Yine devletler ve İktidarlar savaşın ve iktidarlarının devamı için “güvenlik” gerekçeleriyle yaptıkları barajların “kalkınma ve su sorununu ortadan kaldırmak” için yapıldığı yalanını her defasında söyleyerek fiziki savaşla gerçekleştirmedikleri soykırımı farklı kimlik, kültür ve halkların aidiyetini ortadan kaldırarak, Türk İslam sentesiyle asimile etmeye çalışarak topyekûn tüm canlı yaşamına yönelik bir soykırım gerçekleştiriyorlar.
Bunun özü de tarihi kökünden koparma, tarih bilincinden yoksun bırakmadır. Bir toplumu, bir insanı tarihsiz, tarih bilincinden yoksun kılarsan bugününü doğru yaşayamaz, yarınını doğru öngöremez. Böylece onu istediğin gibi işe koşabilir, üzerinden istediğin gibi çalışabilirsin. Böyle olunca canlı bir insan, bir toplum olmaktan çıkarsın. İşte Kürtlere dayatılan saldırı budur. “Tarihi olmayanın geleceği de olmaz” denir. Bir toplumu gelecekten yoksun kılmak istiyorsan onu tarihten yoksun kılacaksın.
O yüzden yeni yapılan ve TOKİ eliyle bizlere “Yeni Hasankeyf” diye sunulan konutların da sadece kültürel bir anlamı taşımamakla birlikte farklı kimliklerin aidiyetini içerisinde barındıracak bir gelenekselliğin ürünü olmayan beton yığını ve TOKİ’nin de devletin bir yıkım ve talan aygıtı olduğunu da unutmamak lazım.
Unutulmaması gereken başka bir nokta da Dicle Nehri sadece Hasankeyf demek değildir. Halkların, dillerin ve 12 bin yıllık bir yaşamın çığlığıdır ve bu çığlığın yok edilmesi asla kabul edilmemelidir.
Sara GULAN