BEHDÎNAN- Türk devleti “İmralı’da tecrit yok” yalanının daha fazla deşifre edilmesi gerektiğinin altını çizen Hêlîn Ümit, “Bu, Kürt halkına yapılan bir hakarettir, aklıyla, iradesiyle oynamaktır. Biz yaptık oldu, yaklaşımına pabuç bırakmamak gerekir” dedi.
PKK Merkez Komitesi Üyesi Hêlîn Ümit, CPT’nin İmralı ile ilgili yaptığı açıklamayı, Türk Adalet Bakanlığı’nın buna yanıtını ve İmralı soykırım sistemini; Çiller iktidarının 6 Mayıs 1996’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik imha saldırısını, 31 Mart yerel seçimlerinden sonra gelişen tartışma ve görüşmeleri, Erdoğan-Irak görüşmesi üzerinden Ortadoğu’nun siyaset kodlarını, yanı sıra idam edilişlerinin 52’nci yıl dönümü vesilesiyle Deniz Gezmişlerin mücadelesini Medya Haber TV’ye değerlendirdi.
Dün yayınlanan söyleşinin tamamını paylaşıyoruz:
Öncelikle tarihi İmralı direnişini yürüten ve eşsiz bir duruş sergileyen Önderliğimizi sevgiyle selamlıyorum. İmralı işkence sistemini anlamak, dünya sistemini anlamak açısından da çok önemli bir gerçekliği ifade ediyor. Geride bıraktığımız yaklaşık 15-20 günlük süre içerisinde İmralı eksenli tartışmalar gündeme girdi. Hem CPT’nin açıklamaları, ardından Adalet Bakanlığı’nın bundan güç alarak yaptığı açıklamalar oldu. Hem Önder Apo’ya dönük politikalar açısından hem de beraberindeki dört arkadaş açısından da gelişmeler vardı. Veysi Aktaş arkadaşın infaz süresi tamamlanmıştı. Gerekçesi bildirilmeden bir yıl daha infazının yakıldığı, yani bir yıl sonraya ertelendiği minvalinde açıklamalar oldu. Bunların hepsi belli bir amaç, belli bir planlama çerçevesinde gelişiyor.
İMRALI SOYKIRIM SİSTEMİYLE ASLINDA TÜRK DEVLETİ DE ESİR ALINMIŞTIR
Biz hep şunu söyledik; İmralı politikaları aslında sadece İmralı’yı bağlayan politikalar değil, başta Kürt halkı olmak üzere bölge politikalarını şekillendiren, aslında esas mücadele alanı. Uluslararası küresel sistemin İmralı sistemini inşa ederken hedeflediklerine odaklanmamız gerekiyor. Niye? Çünkü herkes biliyor ki, Türk devletinin ‘99’daki Uluslararası Komplo’yu geliştirecek gücü yoktu. Propaganda olarak öne çıkarmış olsalar da bunu aklı başında olan herkes biliyor. Uluslararası güçlerin desteği olmasa, uluslararası bir operasyon olmasa, bugün Önder Apo İmralı’da rehine statüsünde olmayacaktı. Mücadele çok daha başka bir aşamaya gelecekti, gelişmeler başka yönde olacaktı. Tüm bunların önünü almak için böyle bir komplo, uluslararası güçler tarafından geliştirildi ve İmralı, bu güçler tarafından kuruldu. Türkiye’nin rolü gerçekten gardiyanlıktan öte bir rol değildir. Türk devleti, uluslararası güçlerin kurduğu bu soykırım sisteminin nöbetini tutuyor.
Daha derin bir bakış açısıyla bakanlar şunu görüyorlar; İmralı soykırım sistemiyle aslında Türk devleti de esir alınmıştır. Esir belki çok bir uç değerlendirme olabilir ama uluslararası güçler, İmralı soykırım sistemi üzerinden Türk ulus devletini de kontrol altında tutuyor. Dikkat edin, Kürt halkının özgürlük ve varlık savaşımını ona dayalı olarak bitirmek istiyorlar. Yani İmralı’daki mücadeleyi sonuçlandırarak bitirmek istiyorlar. Türkiye’ye hep yeşil ışık yakarak hep umut veriyorlar. Siz savaşa, saldırıya devam edin, diyorlar. O sistemi ayakta tutan böyle bir gerçeklik var.
ÖNDERLİK ULUSLARARASI SİSTEMİN YALANLARINI DEŞİFRE MÜCADELESİ VERİYOR
Bahsettiğimiz CPT, AİHM gibi kurumlar sadece bunları gizleme kurumları değil. Mesela Önderliğimizin savunmaları var. Önderliğimiz, ‘99’da esir edildikten sonra biliyorsunuz, Demokratik Cumhuriyet Savunması başta olmak üzere, Atina Savunması, ardından Bir Halkı Savunmak, sonra beş ciltlik savunmayla; paradigma değişimi ve demokratik sosyalizme yeni bir ufuk kazandıran savunmalarla birlikte bir açılım yaptı. Aslında komployu bu savunmalarıyla boşa çıkardı. Ve bu savunmaların hemen hemen hepsinin girişinde AİHM’e yazdığı mektuplar var. AİHM’e, CPT’ye hitabı var.
Mücadele eden bir halk, mücadele eden bir güç olarak, bir parti olarak, bir ideolojik yapı olarak biz kendimizi kandıramayız. Avrupa demokrasisinden bizim beklentimiz yok. Bunun aslında Avrupa halklarının yüzyıllara dayanan mücadelelerini kontrol altına almak için kurulan bir sistem olduğunu biliyoruz biz. Önderliğimiz de bunu biliyor. Önderliğimiz işte AİHM’e başvuruda bulunurken, CPT’yi bir muhatap olarak görürken aslında uluslararası sistemin yalanını deşifre etmek için bir mücadele yürütüyor. Çünkü bu yalan deşifre olmadan ne oluyor? Sanki her şey belli bir adalet, belli bir eşitlik, belli bir özgürlük normuna göre yürüyormuş gibi bir hava esiyor. Niye? Çünkü dünya kriterlerinde halkların, toplumların kabul ettiği bazı yasalar var. İşte bunların başına da böyle kurumları geçirmişler. AİHM sözde dünya çapında etkisi olan bir kurum. CPT, tutukluların cezaevindeki durumlarını devlet üstü, ulus üstü olarak denetlediğini iddia eden bir kurum. İşte İmralı gerçekliğinde her iki kurum da suç üstü yakalanmış oldu.
Şu andaki açıklamaları bir itiraf gibidir. Mevcut durumda topu birbirlerine atarak bunu yapıyorlar. Çünkü gerçekten çok ağır ve kabul edilemez bir durum var. İmralı’da hem ‘99’da CPT yetkililerinin verdiği sözlerin hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan hususların ihlali pratikleşiyor.
AİHM VE CPT SERMAYE ÇIKARLARINI YARATMAK İÇİN ORTAYA ÇIKAN KURUMLARDIR
Avrupa’daki bu sözde kurumlar, ayıbı örten asma yaprağı işlevini görüyor. Aslında kapitalist sömürü sisteminin sermaye çıkarlarını savunmak için yaratılmış kurumlardır. Şimdi bunu da aşan bir rol oynuyorlar, meşruluk kazandırıyorlar. Bunu nereden anlıyoruz?
Hemen bu tartışmaların akabinde ne oldu? Türkiye’de Adalet Bakanlığı açıklama yaptı. Dedi ki, İmralı’da hak ihlali yoktur, mutlak iletişimsizlik durumu yoktur. İmralı’da hem Önder Apo için hem de beraberindeki dört arkadaş için dediler ki bütün haklarından yararlanıyorlar.
İnsan ne diyeceğini şaşırıyor. El insaf! Zaten CPT biraz utangaçça da olsa durumu ifade etti. Dedi ki özel bir durumdur, özel bir yerdir dedi İmralı. Yani diğer zindanlarla, diğer yerlerle karşılaştırılamaz. Aslında bunu ilk kez bu düzeyde kabul ediyorlar. Çünkü hukuk alanında eşitlik yasası var ya. Buna vurulduğunda böyle durumlar kabul edilemez. Birçok dava, diğer davalar için örnek teşkil eder. Ama söz konusu Önder Apo, İmralı, aslında Kürt halkının özgürlük ve varlık savaşımı, mücadelesi olunca o özel durum, özel yasalar hayata geçiriliyor. Bizim bilmediğimiz bir durum değil. Fakat burada önemli olan Avrupa halklarının bu durumu görmesidir. Bu çok önemli. Çünkü bu, bizi kandırdıkları bir durum değildir. Biz buna kanmıyoruz. Biz bu durumu biliyoruz, deşifre etmeye çalışıyoruz dikkat ederseniz. Deşifre etmek için bir mücadele yürütüyor Kürt halkı. Gece gündüz demeden o Avrupa sokaklarında kar kış demeden nöbet tutuyor, eylem yapıyor. Niye? Çünkü sadece Avrupa devletlerine değil Avrupa halkına bir şey anlatmaya çalışıyor.
Avrupa halklarının, demokrasi güçlerinin gerçekten bu durumu görerek mücadeleyi yükseltmesi lazım. Çünkü bu aslında bir insanlık ayıbı ama özelde de işte Avrupa demokrasisi, Avrupa uygarlığı denilen, sözde insanlığa umut iddiasında olan, insan hakları anlamında bir kriter ortaya koyduğunu düşünen bir coğrafyanın ayıbı oluyor. Bu anlamıyla mücadeleyi o alanda daha fazla yükseltmek lazım.
Eğer bugün CPT AİHM’i suçlayacak noktaya gelmişse, bunda başta Avrupalı dostlar, enternasyonal yoldaşlar, arkadaşlar, duyarlı insanlık, demokrasi güçleri, feministler, anarşistler, yani kapitalist sistem dışında bir dünya arayan, bir dünya yaratmak isteyen, alternatif çıkışları aramak isteyen insanların yürüttüğü son birkaç yıllık mücadelenin çok önemli etkisi vardır. Yine halkımızın, Kürt halkının ve dostlarının aralıksız, bıkmadan, yılmadan, kararlıca sürdürdüğü direniş vardır. O bu noktaya getirmiştir. Bu anlamıyla bunu o alanda sürdürmek lazım.
Türkiye’de ise gerçekten bir hukuk garabeti var. Hani yalana alışanlar ya da yalanla işini yapanlara insan ne söyleyeceğini şaşırır ya, bu da öyle bir şey. AKP iktidarı yalan ve komployu temel bir siyaset yöntemi olarak 22-23 yıldır devrede tutuyor. İmralı sisteminin kendisi bir komplo sistemi, komploya dayalı bir sistem. Genelde de Kürt halkına yönelik yürütülen savaş, komplocu bir sistem. Başka türlü olması mümkün değil. Çünkü ortada bir halkın meşru varlık mücadelesi var. Eğer sen buna karşı bir savaş yürüteceksen, inkar edeceksen, soykırım yürüteceksen, bunun yalana ve komploya dayanması doğası gereğidir.
‘YAPTIK, OLDU’ ANLAYIŞINA PABUÇ BIRAKILMAMALI
Bizim Türk Devleti’nin bu yalanını daha fazla deşifre etmemiz lazım. Bu anlamıyla başta Bakurê Kurdistan’daki halkımız, gençler, kadınlar olmak üzere kesinlikle “ben yaptım oldu, ben söyledim oldu” düzenini kabul etmemesi lazım. Açıklamalara bakılırsa, Önder Apo telefon hakkını kullanabiliyor, fax hakkını kullanabiliyor, ailesiyle görüşme hakkını kullanabiliyor, avukatlarıyla görüşme hakkını kullanabiliyor. Dünya ailem biliyor ki, bu Kürt halkına yapılan bir hakarettir. Kürt halkının aklıyla, iradesiyle oynamaktır. Senin gözünün içine baka baka ezer geçerim senin iradeni, demeye getiriyor.
Bakurê Kurdistan’da Kürt toplumu buna daha güçlü tepkiler verebilmelidir. Bu bağlamda Asrın Hukuk Bürosu, o çerçevede çalışan avukatların da hukuki mücadeleyi daha iyi yürütmeleri lazım. Niye? Çünkü kendi sorumlu oldukları insanlar hakkında böyle bir şey söyleniyor. Fakat belgesi nerededir? Madem orada Önderlik ve arkadaşlar haklarından yararlanıyorlar, hani nerededir belgeleri? Bunun peşine düşmek lazım. Biz yaptık oldu yaklaşımına öyle pabuç bırakmamak gerekir.
Tam bir hukuksuzluk örneği var. Türkiye’de hukukun, adaletin durumunu anlamak için de İmralı’ya bakmak yeterlidir. Veysi Aktaş açısından da benzer bir gelişme oldu. İnfazı yakılıyor, gerekçesi avukatlarına ulaştırılmıyor. Bu duruma itiraz edilmemiş deniyor. Herhangi bir şey tebliğ edilmediği, iletilmediği için elbette itiraz yok. Böyle çok ucube, orta çağ uygulamaları var. Orta çağ iktidarlarının bile bu derece keyfilikle yürütmediği bir sistem var Türkiye’de. Türkiye toplumu bunun çok az bir kısmını görüyor. Kürtler üzerinde, Kürt halkının özgürlük güçleri ve mücadele yürüten kesimler üzerine yürütülenler çok az yansıtılıyor. Bunu herkesin böyle bilmesi lazım.
CPT, AİHM, Türkiye’deki durum… Bunların hepsi birbirini tamamlıyor. Uluslararası sistem, Uluslararası Komplo dediğimiz olay bu. O yüzden başta halkımız, direnişe geçmek isteyen dostlar olmak üzere herkese Uluslararası Komplo’yu bu çerçeveden yeniden anlamaya, yeniden okumaya, savunmaları anlamaya, bu sistemi doğru çözümlemeye çağırıyorum. İmralı işkence sistemi yıkılmadan ne dünya demokrasisinde gelişme sağlanabilir, ne bölge ve Türkiye’de demokratik gelişme sağlanabilir. Bu kadar nettir. Biraz diyalektik düşünenler ne demek istediğimi anlayacaklardır. Önder Apo ve Önder Apo şahsında Kürt halkına, özgürlük hareketine, küresel kapitalist sistemin geliştirmeye çalıştığı komplolar yalnızca İmralı’daki tecrit ve soykırım sistemiyle ele alınamaz.
TÜRK DEVLETİ HEP KOMPLOCU YÖNTEMLERİ YÜRÜRLÜĞE KOYDU
Önderliğe yönelik 6 Mayıs 1997’deki saldırı olduğunda Şam’da Önder Apo’yla yakın mekanda bulunuyorduk. O yüzden Önderliğimizin yaptığı değerlendirmeleri biliyorum, nasıl karşıladığını gözlemledim.
Hareketimizin çıkışından itibaren aslında bir yandan halkın sahiplenmesi var, direniş var, mücadele büyüyor, hızlı gelişiyor. Buna karşı Türk devleti başından itibaren hep komplocu yöntemleri uygulamaya koydu. Mesela 1977’de Haki Karer arkadaşının şehadeti de bir komploydu. Başından itibaren aslında Hareketimizin önderlerine, yürütücülerine karşı böyle bir saldırı dalgası oldu. Önder Apo’ya yönelik de başından itibaren hep başta Türk istihbarat timleri olmak üzere kontrol altına alma operasyonları oldu. Bu konuda da Önderliğimiz birçok kitap yazmıştır. Pilot’un harekete sızdırılmasından tutalım, çeşitli kişiliklerin aileleri üzerinden harekete etki etme, Önderliği etkileme, kontrol altına alma çabaları hep oldu.
Önder Apo bu mücadeleyi geliştirirken ne ile karşı karşıya olduğunu çok iyi biliyordu. Başından itibaren Türk devlet geleneğini, gerçekliğini bilerek, tedbirlerini alarak kendi güvenliğini ve hareketin güvenliğini sağladı. Önderliğin kendi güvenliği diye bir şey yok aslında. Önderlik açısından, Önderliğin güvenliği demek, hareketin güvenliği demek. Günümüzde de öyledir. Önder Apo bizim açımızdan, halk açısından hatta o zaman bir parti açısından böyle bir geleceği temsil ederken, şimdi bir sistemden, toplumsal kimlik haline gelmiş bir gerçeklikten bahsediyoruz.
6 MAYIS’TA İMHASI HEDEFLENMİŞTİ
6 Mayıs öncesinde de Önder Apo’nun oldukça dikkatli olduğunu söyleyebilirim. Çevresinde yaşanan en ufak bir gelişmeye karşı hemen siyasal yorumlama, askeri gelişmelerle bağlantılı yorumlama, çok hakim bir tarzdı. Buna göre hiçbir şey sıradan, kendiliğinden, olağan değil. Sen eğer mücadele eden bir güçsen, mücadele içerisinde şekilleniyorsan, aldığın her nefesi ona göre örgütleyeceksin. İşte Önder Apo’da gerçekleşen önderlik gerçekliği, böyle bir gerçekliktir. Aldığı her nefesi, attığı her adımı, gittiği her alanı, yaşadığı her ilişkiyi bu çerçevede ele alma, Önderlik’te böyle bir tedbir mekanizmasını geliştirmişti.
6 Mayıs’ta hedef, gerçekten imhaydı; bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bir kamyon dolusu TNT’nin patlatıldığı bir olaydan bahsediyoruz. Olay yerine bir gün sonra Önderlik gitti. Okula yakın bir yerde patlamıştı. Ben kendim gitmedim fakat Önderliğin aktarımlarıyla söylüyorum. Bir ağacı çıkarmış, kökünden fırlatmış başka bir tarafa. Mini bir futbol sahası var. O futbol sahasının da demirlerini, kalelerini sökmüş atmış o kadar uzak mesafede olmasına rağmen. Yanlış yerde patladığı için öyle olmuş. Düşünün doğru yerde patlatılmış olsa… Hedef kesinlikle Önder Apo’nun imhasıydı.
Onun öncesinde Türk siyaseti içerisinde Önderliğe gönderilen mesajlar vardı. ‘96’da çözüm tartışmaları vardı hatırlarsanız. “Bir Muhatap Arıyorum” kitabı o zaman Önderlik tarafından yayınlandı. Aslında Önderliğin demokratik siyasal çözüme dönük girişimlerinin somutlaştığı bir süreçten bahsediyoruz. ‘95-96 giderek aslında ‘98’de bir ateşkese dönüştü. ‘96’da bunun emareleri vardı. Erbakan kanadının böyle girişimleri vardı. Düşünün, Türkiye’nin o sert siyasal ortamında Erbakan Hoca, gerçekten doğru ve adil çözümün Kürt Özgürlük Hareketi ile Önder Apo ile nasıl bunu muhatap almak ve sorunu barışçıl yollardan, siyasal yollardan çözmek olduğunu görmüştü. Erbakan Hoca’nın böyle arayışları vardı. Tam somutlaşmamıştı ama arayışları vardı. Böyle bir dönemde Çiller ve ekibinin bir komplosu oldu. Doğan Güreş İngiltere’ye gitti geldi; “yeşil ışık yakıldı” dedi. Ondan sonra başlayan dalga ve örgütlenmeler, işte devlet içerisinde o Mehmet Ağar ve kontrgerilla ekibinin güçlenmesi, bunun sonuncudur. Bu çerçevede aslında böyle bir suikastın planlandığı anlaşılıyor.
İmralı soykırım sistemi, evet Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesine karşı bir saldırı sistemidir ama aynı zamanda Türkiye halklarının da özgür, birlikte kardeşçe yaşama seçeneğine de saldırıdır. İşte 6 Mayıs da aslında böyle bir olasılığın hiç dile gelmemesi için o derin devlet dediğimiz kirli kesimler, güçler tarafından devreye koyulan bir saldırı oluyor.
Önderlik gerçekten çok sakin karşıladı. Patlamanın hemen ardından kendisi hemen olaya el koydu, anlamaya çalıştı, nerede olduğunu, nasıl olduğunu, ne kadar bizi etkilediğini, ne kadar çalışmalarımızı etkilediğini değerlendirdi.
O zaman bizler çok gençtik. Önderlik evinde bir grup genç olarak kalıyorduk. Başka öyle bir güvenlik falan yoktu. Esas güvenliği Önderliğin kurduğu ilişki tarzı, duyarlılığı, hassasiyetiydi. 6 Mayıs’a en anlamlı cevabı Heval Zîlan verdi. Ondan sonra da zaten PKK’de, PAJK’da, kadın özgürlük çizgisinde fedai çizgi açığa çıktı. Kürt halkının onurlu evlatları, böyle bir saldırıya o düzeyde büyük bir cevapla karşılık verdi. Bu vesileyle ben Uluslararası Komplo’ya karşı, Önderliğe yönelik saldırılara karşı direnen, eylem içerisine giren tüm şehitlerimizi bir kez daha saygıyla anıyorum. Eğer komplocuların yalanı, dolanı, ahlaksızlığı varsa, direnen güçlerin de özgürlük iradeleri, inançları ve örgütlü duruşları vardır diyorum. 6 Mayıs Komplosu’nun yıl dönümü vesilesiyle herkesi Önder Apo etrafında daha fazla kilitlenmeye yeniden çağırıyorum.
ERDOĞAN IRAK’A İSTİHBARATÇILARIN SAĞLADIĞI ZEMİNE GİTTİ
Erdoğan’ın Hewlêr ve Bağdat ziyaretleri, son dönemlerin en tartışmalı gezilerinden bir tanesidir. Çok şaşalı bir şey oldu, çok propagandası yapıldı. Ha gitti, ha gidecek, bugün gitti, bugün gelecek, şunları tartışacak, böyle olacak diye. Sanki dersiniz Osmanlı Padişahı şaha kalkmış gidiyor. Gerçekten öyle bir hava yaratmak istiyorlar. Türklerin öyle bir yaklaşımı var.
Bu gezi, bu görüşmeler hakkında çok şey yazıldı, çizildi. Öncesinde de öyle oldu. Sonrasında da devam ediyor tartışmalar.
Bu görüşmelerle birlikte, Irak sanki Türkiye ile anlaştı, artık Kürt Özgürlük Hareketi’nin üzerine birlikte yürüyecekler gibi bir şey yansıtıldı. Türk özel savaş medyasının öne çıkardığı ana vurgu bu. Fakat ben şöyle söyleyebilirim. Onların çok sevdiği bir söz var; kurt puslu havayı sever, diye. Biliyorsunuz “kurt soyundan” geldiklerini savundukları için böyle ortalığı bulandırıyorlar. Çünkü o kadar gidiş geliş oldu, ortada henüz bariz bir durum yok. Hareket olarak biz de anlamaya çalışıyoruz. Fakat şunu biliyoruz, Tayyip Erdoğan Irak’a nasıl gitti? Yıllarca Türk istihbaratçıları gitti, orada çalıştı, bir zemin hazırladılar. Türk istihbaratçılarının hazırladığı bir zemine gitti. Onun öncesinde de Hakan Fidan, İbrahim Kalın gitti, görüşmeler yaptılar. Daha öncesinde de mesela Türk medyasını açın. Kim ağzını açsa diyor ki ben 2 yıl Irak’ta çalıştım, 5 yıl Irak’ta çalıştım, şöyle yaptım, böyle yaptım.
ORTADOĞU’NUN SİYASET KODLARI FARKLIDIR
Fakat ben kendi gözlemlerimi şöyle söyleyebilirim, Tayyip Erdoğan ve şürekası tam istediklerini elde edemediler. Ya da şöyle söyleyeyim; Erdoğan elde ettiğini sanıyor ama aslında elde edemedi. Biraz bilmece gibi konuştum ama burası Ortadoğu. Erdoğan kendisini çok akıllı sanıyor, herkesten üstün sanıyor. Fakat Ortadoğu’da siyasetin kodları gerçekten biraz daha farklıdır. Gelişmeler gösterecek neyi ne kadar aldığını. Evet, birçok anlaşma imzaladılar fakat bunlar ne kadar pratikleşebilecek? Bu çok muamma bir konu.
Tabii ki bunları bazı veriler üzerinden söylüyorum. Bir de Önderliğimizin yaptığı çözümlemeler üzerinden söylüyorum tabii. Ben bu vesileyle yine herkesi beşinci savunmayı, yani Demokratik Ulus Çözümü savunmasını herkesin yeniden açıp okumasını öneriyorum. Orada Irak’taki, Afganistan’daki durum, olası gelişmeler; nelerdir, nasıl olacak diye buna dönük çok somut belirlemeler var. Güncele cevap veriyor. Beşinci savunma, Demokratik Ulus Çözümü, yani Soykırım Kıskacında Kürtler savunması aslında güncelde, somutta yaşanan, hemen hemen her olguya bir cevap verdiği, bir çözümleme sunduğu gibi, Irak’la Türk ilişkilerine de somutta cevap veriyor.
Irak çok kadim bir coğrafya. Devlet olarak da en eski aslında. Merkezi uygarlık sisteminin başladığı Uruk’tan geliyor. Aslında Sümerlere kadar dayanan bir kökü var. Tarihte bilinen ilk sınıflı toplumlar da burada oluşmuş. İlk kölecilik de burada oluşmuş. İlk kadın sorunu da burada çıkmış. İlk toplumsal sorunlar bu coğrafyada açığa çıkmış. Birçok uygarlıksal gelişmenin temeli olduğu gibi toplumsal sorunların da kaynağı yine Irak. O anlamda çok köklü. Buna ilişkin insan ne söyleyebilir? Ya da bizim çözümlememiz nedir? İşte beşinci savunmada, manifestomuzda Önderliğimiz ne diyor? Diyor ki, işte tam da bu nedenle normal bir sistem Irak’ı yönetemez. Irak’ta normal bir sistem olmaz. Ya tam bir demokrasi ya da diktatöryal bir rejim yönetebilir. Yani ya sorunları bastıracak bir rejim olacak ya da gerçekten sorunları çözebilecek tam demokratik bir sistem hayata geçecek.
Şimdiye kadarki tüm aşılamalar Batı demokrasisini ya da Batı modelini esas aldığı için tutmuyor. Bakın 1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere orada bir hakimiyet kurdu. Sonuç elde var sıfır. Sistem kuramadı. İşte İkiz Kuleler saldırısından sonra, yani Saddam’ın devrilmesiyle birlikte yeni bir sistem kuruldu. Saddam tam bir diktatördü. Yani o coğrafyayı öyle kontrol ediyordu. Ne oldu? Bir çözüm modeli açığa çıkabildi mi? Hala tam bir keşmekeştir Irak. Kaostur, kaotiktir. Tüm sorunları çok ciddidir ve Batı’dan gelen, Batı tandanslı tüm müdahaleler, tüm ilişkiler sorunları daha da karmaşıklaştırıyor ve büyütüyor. O anlamıyla hem etnik, hem dinsel, hem mezhepsel, hem ekonomik, hem kültürel olarak birçok alanda iç içe geçen bir sorunlar yumağından bahsediyoruz. O anlamıyla da bir hakimiyet kurulamıyor Irak’ta.
TÜRKİYE BÖLGEDE ALT EMPERYAL BİR MODEL OLMAYA ÇALIŞIYOR
Böyle bir Irak’ta yapacağınız anlaşma ne kadar pratikleşebilir? Irak’la anlaşma yapabilirsin ama bunun sonuçlarını kim belirler? Hangi irade belirler? İkincisi; bu coğrafya aynı zamanda demokratik uygarlık güçlerinin aktif mücadele alanı. Hiçbir zaman bu bitmemiş. Mesela dikkat edin, küresel kapitalist güçler Üçüncü Dünya Savaşıyla birlikte Ortadoğu’yu yeniden Irak merkezli olarak kontrolleri altına almak istiyorlar. Yani kapitalist müdahaleyi tamamlamak istiyorlar ama başarılı olamıyorlar.
Emperyalist yaklaşım ve saldırılara karşı da halkların bir direniş geleneği var. Hatta şöyle söylenebilir; o intihar bombacılığı bile ona duyulan tepki. Kimlik çok güçlü çünkü. Kök çok güçlü.
Türkiye de alt emperyal bir model olmaya çalışıyor bölgede. Evet, bir ABD gibi, bir Rusya gibi bir emperyalist şey biçmiyor kendisine ama bir İran gibi alt emperyal bir güç olmak istiyor. İddiası, hareket tarzı o. Şimdi bunu bölge halkları, direnişçiler gerçekten kabul eder mi? Bu kalkınma yolu denilen mesele, ağırlıkta ekonomik anlaşmalar ve benzeri aslında bölgenin enerji kaynaklarını talan etme, onun üzerine çökme planı.
Bu coğrafya öyle sahipsiz değil. Halklar zaten sahibi ama bir de neredeyse nerede bir petrol yatağı varsa üzerine bir şirket kurulmuş. O şirketlerin de bir sahibi var.
Öyle Türkiye’nin dediği gibi o kalkınma yolu, enerji yolu rahat oluşacak mı? G20 zirvesinde bir anlaşma yaptılar, Türkiye’yi dışında bıraktılar. Şimdi bu kalkınma yolu pratiğe geçerse, o yol boşa düşüyor. Gerçekten o diğer güçlere izin verecek mi? Sorular böyle akabinde çok fazlasıyla geliyor.
BAŞÛR HALKI, IRAK HALKLARI BİZİ BİLİYOR
Kısacası, Türkiye-Irak ilişkilerinde yeni bir dönem başlatılmak isteniyor olabilir. Bu konuda girişimler yapılıyor olabilir. Ağırlıkta ekonomik anlaşmalar yapıldığı anlaşılıyor. Türkiye’nin bize karşı Irak güçlerini harekete geçirme planının da olduğu anlaşılıyor. Fakat ne Irak’ta böyle bir güç var ne de Iraklı insanlar, Araplar, Iraklı Kürtler Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı harekete geçer. Sosyolojik olarak ben bunun çok karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bu kesimlerin hepsi Kürt Özgürlük Hareketi’ni tanıyor, meşru bir güç olduğunu, bu coğrafyanın insanları olduğunu biliyorlar. Biz 50 yıldır bu coğrafyada mücadele yürütüyoruz. Irak halkı da bizi tanıyor. İşte Başûr’daki Kürt halkı da bizi çok iyi tanıyor. Üzerimize bu kadar operasyon var, saldırı var. Bakın bize yanaşmasın diye, yakın durmasın diye topluma sürekli bir şiddet uygulanıyor. Bu şiddet biraz dursa, toplum bize biraz ulaşsa etkilenecekler. Aslında Başûr’daki toplumun yüzde 80’i Kürt, Arap fark etmiyor; gerçekten Hareket’e sempati duyuyorlar. Biliyorlar çünkü, tanıyorlar. Nasıl, niçin yaşadığımızı, ne kadar haklı olduğumuzu biliyorlar. PKK’den gerçekten insanlara, halklara zarar gelmeyeceğini biliyorlar.
KDP KÜRT GLADYOSU GİBİ BİR ŞEY
Şimdi o Hewlêr’deki işbirlikçi kanadı harekete geçirerek ilerlemek istiyorlar. Şimdiye kadar kullandılar KDP’yi. Bundan sonra da kullanabilirler. Ben KDP için aynı şeyleri söylemiyorum. Ben bölge halkları açısından değerlendirmemi yaptım dikkat ederseniz. KDP ayrı bir şey. KDP de Kürt Gladyosu gibi bir şey.
KDP şu anda çok zordadır. KDP’nin Türk devletiyle içine girmiş olduğu ihanetçi, işbirlikçi duruş, aslında onu Kurdistan toplumundan yalıtıyor. Giderek daha da yalıtacak. Eğer bundan vazgeçmezse, tövbe etmezse bu daha da gelişecek. Kürt halkı onursuz bir halk değil ki! Kürt halkı mazlum bir halk. Uluslararası güçler sürekli kontrol etmek için yıllardır bu coğrafyayı hep savaş alanına çevirdi. Kürtler, Kürt toplumu barışçıl bir toplum, savaşçıl bir toplum değil. Devlete kapalı bir toplum, daha doğal toplum özellikleri var. Şimdi KDP, Türkiye ile ilişkileri nedeniyle zor durumda. Bundan çıkışı ancak o ilişkilere bir son vermesinden geçebilir.
KDP’NİN DE KELLESİ GİDEBİLİR
Egemen Türklükte Kürtlük olgusu yoktur, yok hükmündedir. Bunun çok iyi bilinmesi lazım. Egemen Türk sınıflarının gözünde Kürt, eksik Türk’tür. Şimdi mesela Erdoğan’ın, Bahçeli’nin, ya da işte Türk egemen sınıflarının “Kürt kardeşlerimiz” falan demesi mecburiyettendir. Mecburiyetten diyor, çünkü bunu demeseler tümden kopuş olacak. Ama sürekli olarak Kurdistan’ı, Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı Türklüğün yayılma alanı olarak görüyor. Dikkat edin asimilasyon alanıdır. O alanlarda Kürt dilinin gelişmesine izin vermiyorlar. Kürtçe konuşulmuyor. Efrîn Kürtlerin kadim şehriydi; Türk okulları açtılar. Serêkaniyê’ye çetelerini yerleştirmiş ama Türkçülük yapıyorlar orada. Türkiye fırsat bulduğunda aynı şeyi Hewlêr’de de yapacak. Aynı şeyi Medya Savunma Alanlarında, işgal ettiği her yerde yapacak.
Diyor ki Kürt diye bir şey yok. Onu, evrimini tamamlamamış Türk olarak görüyor. Türklük modern, modernleşmiş, ilerlemiş; moderniteyle, kapitalizme sistemle buluşmuş görüyor. Bu yaklaşım Kürtleri hor görmeye, küçük görmeye götürüyor ki, zaten Türk egemen sınıflarında şöyle bir şey de vardır. O yüzden Erdoğan niye saygı göstersin ki Hewlêr’deki o bayrağa, o sembollere.
Şu çok yaygın bir söylemdir. Kendi halkına faydası olmayanın bize faydası olmaz demişlerdir. Ve kendi dizilerinde iyi işliyorlar bunu. Sen kendi halkına ihanet ettin diyerek başını kesiyorlar değil mi? Bu bir gelenektir. KDP’nin de, işbirlikçilerin de Türk devletiyle, Türk faşizmiyle olan ilişkisinden, bu tutumundan ancak böyle kellesi gider. KDP açısından bunları söyleyebiliriz.
Türk halkıyla demiyorum. Türkiye halkının değerler sistemi ayrıdır. Türkiye halkının mesela hem Osmanlı döneminde hem Selçuklular döneminde, yani Malazgirt’ten itibaren Kürt halkıyla, Kürtlerle kurduğu çok önemli ittifak alanları var. Cumhuriyetin kendisi bile bir ittifak sonucu gelişmiş yani. Türkiye Cumhuriyeti bile Türk ve Kürt halklarının ortak cumhuriyetidir. Halkların ilişkisi ayrı. Egemenlerin yaklaşımından bahsediyorum. İkisini ayırmak lazım.
Türkiye ne istiyor Irak’tan? Mevcut durumda operasyonlarına izin istiyor. Çünkü bu konuda da çok teşhir oldu. Irak’ın vereceği başka bir destek yok. Onu da veriyor zaten. Operasyonları zaten yapıyor. Ben bu konuda da böyle çok ciddi bir yenilik beklemiyorum. Fakat bu olayı bizim açımızdan bir özel savaş unsuruna dönüştürmeye çalıştıklarını görüyorum. Bu da nafile bir şeydir. Bizi terörize etmek, kriminalize etmek istiyorlar. Ama biz Kurdistan’ın en meşru gücüyüz. Kürt Özgürlük Hareketi, PKK, Kurdistan’ın en meşru gücüdür. Kürtler eğer 21. yüzyıla ulaşmışsa PKK sayesinde ulaşmıştır. Bunu herkes biliyor. Bunu Kürt halkı biliyor. Bu gerçekliği kimse değiştiremez. O yüzden herkesin bunu kabul etmesi lazım. PKK’nin, Kürt halkının en meşru gücü olduğunun, bugün eğer Kürt halkı varlığından bahsedebiliyorsa, özgürlük kavgasını verebiliyorsa, bunun PKK sayesinde olduğunu herkesin kabul etmesi lazım. Bu temelde yaklaşım göstermesi lazım. Onun için söylüyorum. “Terörist” laflarıyla falan bu iş olmaz. Bunun değişmesi gerekli. Demokratik ulus perspektifiyle bölge halklarına da çözüm sunma gücüne sahibiz. İşgalci değiliz, talancı değiliz. Gerisini Türkiye düşünsün.
Irak’taki gelişmeler bağlamında; son olarak halk savunma güçlerimizin eylemleri oldu bu ay içerisinde. Ben en son şehit düşen Şiyar ve Soro arkadaşlar şahsında şehitlerimizi saygıyla anıyorum. Direnişi geliştiren, eşsiz, benzersiz direnişi sürdüren arkadaşlarımızı selamlıyorum. Gerçekten Metîna’da ve Xakurkê’de etkili eylemler yaptı arkadaşlar. Belli ki o alanda yeni hareketlilik başlayacak. Belli ki o alanlarda işgali genişletmeye çalışan bir Türk devlet gerçekliği var. Zaten günlük olarak da televizyonunuza yansıyor tekniklerimiz. Fakat hiçbir şey Türkiye’nin tek taraflı iradesiyle de gelişmeyecek.
CHP’NİN TAVRININ NE OLACAĞI ÖNEMLİ
Tayyip Erdoğan ile Özgür Özel görüşmesi oldukça tartışmalı bir görüşme oldu. Nasıl Irak-Türkiye ilişkileri çok gündemdeydiyse bu görüşme de gündemdeydi. Görüşme de olsun mu olmasın mı diye Türk medyası bayağı tartıştı. Bazı kesimler olsun, bazı kesimler olmasın dedi. Ama sonuçta böyle bir görüşme oldu. Biz de hareket ve halk olarak takip ediyoruz tabii. Bu görüşme hangi temelde oldu, sonuçları ne olacak, Türkiye siyasi ortamına, askeri gelişmelere nasıl yansıyacak; bunları anlamaya çalışıyoruz.
Cumhuriyet’in çok ciddi yapılanma sorunları var. Ortada Cumhuriyet diyemeyeceğimiz bir yapı var. Ucube bir yapı var. Şimdi Özgür Özel ve ekibi, yani CHP’nin yeni yönetimi bu sorun karşısında nasıl tavır takınacak? Bir anlamak istediğimiz şey bu. Önemli gördüğümüz bir husus budur. Son 25 yıla AKP damgasını vurdu Türkiye’de. Buna Türklerin devleti yeşil ışık yaktı. Ne karşılığında bu yapıldı? Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etme temelinde AKP’ye, Erdoğan’a fırsatlar verildi. Bu fırsatı verenlerden bir kesim de tabii kurucu partinin bir kesimiydi. Aslında Deniz Baykal’la yapılan görüşme sonrası Erdoğan’ın önü açıldı. Siyaset yasağı kaldırıldı. Ve ardından da Kılıçdaroğlu ve ekibi muhalefet çizgisini çok fazla izleyemediler. Dikkat edin, Erdoğan hemen hemen her seçim öncesi ve sonrası muhalefete teşekkür etti. Böyle bir muhalefet, böyle bir muhalefet lideri hiçbir yerde yoktur, dedi. Evet bunu biraz böyle alayvari söyledi ama bir gerçekliği de söyledi. Gerçekten Türkiye’nin beka problemi kavramına, söylemine eski CHP yönetimi katıldı. Katıldı ve koltuk değneği rolü oynadı. Gerçekten kaç kere AKP rejimi ciddi, yol ayrımı ve krizlerden geçti ama hep destekleyenlerden birisi de CHP oldu.
KÜRTLERE KARŞI SAVAŞ SÜRDÜKÇE SİYASETTE YUMUŞAMA OLMAZ
Yeni CHP yönetimi, Özgür Özel bir ekibi nasıl bir tavır ve tutum takınacak? Çünkü 31 Mart seçimlerinden sonra gerçekten Türkiye’de rüzgar onlardan yana esiyor. Türkiye’de mevcut durumda birinci parti konumunda olan şu anda CHP’dir. Anketlerde de öyledir. Aslında biraz zorlasa erken seçim tartışmalarına girebilirdi Özgür Özel ekibi. Demek ki buna cesaret edemiyor. Yani henüz kendisini hazır görmüyor. Yoksa mevcut durumda “topal ördek” deniliyor Türkiye’deki mevcut iktidara. Meşruluğu kalmadı. Gerçekten meşru değildir. Yürütemez konumdadır.
Böyle bir noktada ne yapacak bu CHP yönetimi? Gerçekten Türkiye’nin demokratikleşmesi temelinde Cumhuriyet’in yeniden yapılanmasına giriş mi yapacaklar? Şimdi bir yumuşama söylemi var. İşte Erdoğan demiş ki, Türkiye siyasetinde yumuşama ihtiyacı var. Ben şöyle okuyorum; evet, Erdoğan’ın böyle bir yumuşamaya ihtiyacı var çünkü meşruluğu kalmadı. 31 Mart seçimleriyle birlikte Erdoğan iktidarının, Erdoğan-Bahçeli iktidarının etkisi kırıldı.
Şimdi bu etkiyi yeniden sağlamak için Özgür Özel’e diyor ki, gel milli mutabakat rejimleri gibi uzlaşalım, böyle ben ayakta kalayım. Arayışı bu temeldedir. Peki bununla ne yapmak istiyor? Kürt halkının özgürlük mücadelesi üzerine yapılan tasfiye planlarından bahsettik. Bir yanda o sürerken Türkiye siyaseti yumuşayabilir mi? Mümkün değil.
Türkiye’de demokratikleşmenin kriteri, demokratikleşmenin turnusol kağıdı, Kürt Özgürlük Mücadelesine yaklaşımdır. Kurucu lider Mustafa Kemal bile ne demiş; yurtta sulh, cihanda sulh. Eğer kendi içerisinde barış iklimini hakim kılmak istiyorsa ne yapacak? Çevresiyle de barışacak. Çevresine dönük de böyle bir politika izleyecek. Şimdi Türk iktidar elitlerinin, siyasal İslamcılarının ağzından kandan başka bir şey çıkmıyor. Gerçekten tam bir kan emici haline geldiler. Oturuyorlar kalkıyorlar; savaş teknolojisinden, savaş stratejilerinden bahsediyorlar. Böyle bir iklimde, böyle bir ortamda bir yumuşama mümkün mü? Demek ki şimdi Erdoğan böyle bir plan peşindedir. Kendi kaybettiği meşruluğu, muhalefetle, ana muhalefet denilen partiyle ilişkileriyle yeniden kazanmak istiyor. Buna karşı duyarlı olmak gerektiğini söyleyebilirim. Böyle bir durumda bu ekibin var olan şansı ortadan kaybolur. Herhalde bu kadar siyaset biliyorlardır diye düşünüyorum. Böyle bir pozisyona girmek demek, Erdoğan’a yeniden iktidar kapılarını açmak demektir, onu iktidarda tutmak demektir. Bunun Türkiye’nin bekası ile falan da ilgisi yoktur. Türkiye’yi daha karanlık günlere götürmek demektir. O yüzden önemli olan ne? Gerçekten demokrasi ve özgürlükleri eksenini alan bir mücadeleyi yürütmektir. Biz tabii ki CHP’ye akıl verecek durumda değiliz ama madem bir iddiaları var, bir sosyal demokrasi, sosyal demokrat olma iddiaları var; bu iddiaları ancak böyle bir pozisyonda somutluk kazanabilir.
Onun dışında Türkiye siyasetinin diğer aktörlerinin daha aktif olması lazım. Özellikle demokratik siyaset güçlerinin, Emek ve Özgürlük Bloğunun yeniden daha aktifleşmesi lazım. Türkiye’deki seçimler evet bitti. Hem genel seçimler hem yerel seçimler bitti. Fakat Türkiye’deki aktif siyaset ortamı halen çok canlıdır, çok dinamiktir. Buna yön verecek potansiyel vardır, güç vardır. Özellikle 31 Mart seçimleriyle birlikte enerji açığa çıkmıştır. Kazanan sadece CHP olmadı; Emek Özgürlük Bloğu güçleri, DEM Parti önemli bir pozisyon kazandı. Onlar da ana muhalefet partisi gibi hareket edebilirler, davranabilirler. Bu pozisyonları vardır çünkü, yani psikolojik olarak da vardır. O anlamıyla böyle bir sürece girildi. Kürt halkı da çok dikkatli, duyarlı olmalı. Ben eminim ki Kürt halkı politiktir, zaten izliyor. Bu yumuşama söylemiyle, bu operasyon söylemleri çok uyumlu değil; onu demek istiyorum. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu derler insana.
ÜÇ FİDAN BİZİM MÜCADELEMİZE DE ÖNCÜLÜK ETTİ
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı saygıyla anıyorum. Sadece Türkiye devriminin gençlik önderleri olmadı bu üç büyük devrimci. Aslında kişilik olarak, karakter olarak Türkiye’de hareketinin mayalayanları oldu. Bu anlamıyla bizim mücadelemize de; Kurdistan’daki özgürlük mücadelesine de öncülük ettiler. Önder Apo bunu her zaman söyledi. Dedi ki, onlar idam sehpasında adı bile söylenmeyen halkımın militanı oldular. Son nefeslerini verirken Kürt halkının özgürlüğüne bağlılıklarını dile getirdiler. Bunu hep böyle bir borç olarak gördü. Türkiye halkına, Türkiye devrim mücadelesine de o temelde bir yaklaşım sergiledi.
PKK, hiçbir zaman kendisini Türkiye devrimci mücadelesinden ayrı bir güç olarak ele almadı. Türkiye devrimci mücadelesine karşı sorumluluklarının hep farkında olduğu, bu temelde de Kurdistan devrimini bir Türkiye devrimi olarak hep tanımladı. İkisinin iç içeliğini, birlikteliğini, beraberliğini hep tanımladı. Zaten bu büyük devrimciler de o genç yaşlarında yönlerini hep Kurdistan dağlarına verdiler. Türkiye’deki sosyalizmin mücadelesini yürütürken, Türkiye’deki o egemen sınıflara karşı mücadeleyi yürütürken Kurdistan dağlarına sırtlarını vermeyi hep bir karakter olarak benimsediler. Hep oradan güç aldılar. Bu bugün de geçerli. Bugün de Türkiye devrimcileri, özgürlük için, eşitlik için, daha iyi bir yaşam için mücadele etmek istiyorsa sırtını bize verebilir, sırtını Kurdistan’a verebilir, sırtını Kürt dağlarına verebilir. Bu konuda Kurdistan dağlarının kapsayıcılığı öyle devam ediyor.
Elbette hem Türkiye gençlik hareketi açısından hem Kurdistan’daki gençlik hareketi açısından Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının hayatını incelemek bir görev. Anlamak gerekiyor. Mesela Önderliğimizin gösterdiği duyarlılığın en azından onda birini her Kürt genci gösterebilmeli. Gerçekten bu gençleri idam sehpasında böyle sloganı atmaya iten gerçeklik neydi? Türk ulus devleti niye bu kadar acımasızca bu gençler üzerine yöneldi? Gerçekten bunları çok iyi çözmek lazım.
Biz şunu çok iyi biliyoruz. Mesela bugün Filistin davası için sözde kendisini paraladığını söyleyenler var. Fakat Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Filistin davasının militanıydılar. Ezilenin, emekçinin, sömürülenin yanındaydılar. Gerçekten cumhuriyetin temel değerlerine bağlıydılar. Deniz Gezmiş’in konuşması var, mahkeme konuşmaları var. Gerçekten etkilenmemek, sarsılmamak mümkün değil. O kadar çok inanıyorlar ki cumhuriyetin temel değerlerine. Bunun için de cumhuriyetin demokratikleşmesi gerektiğini… Bunun için savaşıyorlar aslında.
Dikkat edin Önder Apo da neyi savunuyor? Cumhuriyetin demokratikleşmesini savunuyor. Yani bu temelde bir ortaklaşma. Bugün güncelde de var, günümüzde de var. Şöyle bir durum var. Türkiye gençleri açısından en azından üzülerek belirteceğim. Böyle bir apolitik gençlik yapılanması çıkardı. 1980 Kenan Evren darbesi sonrası eğitim sistemi, politikalar, özel savaş sistemiyle Türkiye’de apolitik, toplumsal sorunlardan uzak, ondan kaçan, sorumsuz bir kuşak yaratıldı. Bunu değiştirmek lazım. Buna karşı mücadeleyi çok güçlü yürütmek lazım. Çünkü eğer bir toplumun gençliği toplumuna karşı sorumluluklarını yerine getirmiyorsa, o toplumun öz savunması olmaz. Savunması olmaz. O toplumun geleceği olmaz. Şimdi Türkiye toplumu kolu kanadı kırık bir kuş gibidir. Uçamaz yani. Devrimci bir gençliği olmayan bir toplum kanatlanamaz, yükselemez.
O anlamıyla Deniz Gezmişler, Yusuf Aslanlar, Hüseyin İnanlar Türkiye’nin aydın yüzleriydi. Türkiye’nin gelecek kuşağıydılar. O darbeyle, 1972’de aslında onun önünü aldılar. 6 Mayıs şehitlerine vereceğimiz en anlamlı cevap, Türkiye’de devrimci mücadeleyi yükseltmek olacak. Türkiye’de yeni bir devrimci gençlik kuşağını açığa çıkarmak olacak. Bunun için çalışmak gerekli. Yani samimi Türk yurtseverinin aslında bunun için çalışması lazım. Yoksa gerçekten ortalık -derler ya- iti kopuğuyla doludur. Öyle yoz bir ortam hakim kılınıyor Türkiye’de. Bunun panzehri de Türkiye’de devrimci mücadeleyi geliştirmek olacak.
Onların kişiliğinden, duruşundan çıkarılacak aslında çok sonuç var. Haklarında yazılmış çok belge de var. Onları okumak demek, aslında Türk egemen sınıfının gerçekliğini de anlamak ve tanımak demektir. Onu anlamadan aslında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anlamak da çok fazla mümkün değil. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını bir model, bir ideal olarak hep gündemde tutmak ve onların açtığı bayrağı daha ileriye taşımak gerekli diyorum. Gençliği Türkiye gençliğini, özelde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının bıraktığı mirasa sahip çıkmaya çağırıyorum.