Aslında kampı yapmaya erken başlamış olsaydık belki de o kadar çok sorun olmayacaktı ama savaş koşullarından dolayı bu gerçekleşmemişti. Kışın ilk karı yağdığında ilerleyen zamanda bizleri nelerin beklediğini tahmin etmek hiç zor olmamıştı. İlk karın yağdığı gecenin sabahı uyandığımızda subayın acil durum anonsları ile karşı karşıya kalmıştık. Dışarı çıktığımızda durumun gerçekten de aciliyet gerektirdiğini fark ettik. Herkes eline kürekleri alıp koordineli bir şekilde çadırların üzerinde bulunan karları temizlemeye başladı. İlk gün bu kar temizleme işlemini bitirdiğimizde rahatlamıştık ama bu durumun bir kış boyunca bizim günlük faaliyetimize dönüşeceğini hiç mi hiç tahmin etmiyorduk. Öyle ki güvenliği sağlaması için günlük olarak görevlendirilen subaylarımızın en temel görevi çatıların üzerindeki karı temizlemek olmuştu. Artık durum bizler için tam bir yaşamsal mücadeleye dönüşmüştü. Hele hele benim gibi boyu kısa olan arkadaşlar için müthiş bir mücadeleydi. Bu yüzden de genelde kar temizleme işlerini boyu uzun olan arkadaşlarımız üstleniyordu.
Bir gece hepimiz mangada oturmuş çaylarımızı yudumlarken çadırın üst tarafından bir hışırtı duyduk. Gelen bu hışırtı sesiyle hepimiz bir anda ayağa kalktık. Arkadaşlardan bir tanesi, “Heval, kesin yine köylülerin inekleri gelmiştir, bu inekler en sonunda çadırı başımıza yıkacaklar” dedi. Ne olabileceği konusunda her birimizin ayrı bir fikri bulunmaktaydı ve bu merakla dışarı çıktığımızda bir arkadaşın bize seslendiğini duyduk. Bir baktık ki arkadaş çadırın üstünde durmuş bir ayağı çadırın üzerinde bir ayağı ise atın ayakları arasında. Arkadaş uzaktan atın çadırın üzerine doğru ilerlediğini görmüş ve engellemek için de koşarak ata ulaşmaya çalışmış, at tam çatının üzerine çıkacakken arkadaş ayağını atın önüne uzatmış ve atı durdurmuş. Hemen yanına koştuk ve atı kovduk. O gece arkadaş, at çadırımızın üzerine çıkmasın ve çadır çökmesin diye o kadar çaba harcamıştı ama biz aynı duyarlılıkla çadırın üstünü temizlemediğimiz için gece yarısı çadırımız çöktü. Çadır yavaş yavaş üzerimize düşünce panikledik. Çünkü içeride soba yanıyordu ve en ufak bir kıvılcım ile çok çabuk alev alev alabilecek o kadar çok şey vardı ki, hemen müdahale etmememiz durumunda bir facia yaşanabilirdi. Kapıya yakın olan arkadaşlar yavaş bir şekilde sobayı dışarı çıkarttılar. Bazı arkadaşlar kendilerini dışarı atabildi, bazıları ise çadırın altında kaldı. Ne kadar uğraştıysak da çadırın altında kalan arkadaşları bir türlü çıkaramıyorduk. Baktık ki olacak gibi değil iki arkadaş, erkek arkadaşların yanına gittik. Gittik gitmesine ama onları olanlara ikna etmekte epey zorlandık. Bizlere inanmıyor; “Heval, biliyoruz. Siz kesin yolda pusu kurmuşsunuzdur, şimdi de gelip bizi kandırıyorsunuz. Biz gelince de bize kartopu atacaksınız değil mi?” Onların bu sözleri üzerine şaşırmıştık. Gecenin bir yarısı nasıl böylesi bir şakayı düşünebilirdik. Artık dayanamayıp, siz bilirsiniz ister gelin ister gelmeyin ama biz şaka yapmıyoruz, arkadaşlarımız çadırın altında kalmış haberiniz olsun diye geldik dedik. O an arkadaşlar bizim çadırın etrafında yanan fenerleri görünce gerçekten de bir şeyler olduğuna ikna oldular. Hep beraber gidip arkadaşları çadırın altından kurtardık. İki arkadaş da ayaklarını incitmiş, hafif yaralar almışlardı. Bu arkadaşları çıkarttıktan sonra diğer arkadaşların mangasına geçtik. Sabah olunca da kar yığını içerisinden odunlar çıkartıp kendimize pratik bir manga yaptık. Gerçekten çok zorlanmıştık ama biz yine de mutluyduk. Moralimiz yerindeydi. Hiçbir şey moralimizi bozmuyordu. Manga yapma işleri ile uğraştığımız için biraz yorgun düşmüştük hepsi o. Akşam sıcak mangamızda uzanıp yattığımızda o yorgunluğu da unuttuk.
Ertesi gün bizim takımımızdan arkadaşlar fırıncıydı. Bu yüzden ben ve Ronahî arkadaş eğitim başlamadan önce onların bir şeye ihtiyacı var mı diye yanlarına sormaya gittik. Kısa bir süre yanlarında kaldıktan sonra eğitime geç kalmamak için çıktık ve koşar adımlarla yürümeye başladık. Okula yakınlaştığımızda çok yoğun bir gürültü duyduk. Ben henüz ne olduğunu anlamamıştım ama Ronahî arkadaş; “heval Zin koş, çığ geliyor” diye bağırmaya başlamıştı. O daha sözünü yeni tamamlamıştı ki…
Bundan tam bir yıl önceydi, elime geçen dergide Sinan Deniz arkadaşın Dersîm alanında yaşadığı bir anıyı okumuştum. Orada yaşadıkları bir çığ felaketini ve o felaketten sonra şehit düşen iki yoldaşımızı anlatıyordu. Sözcüklere dökülen aslında yaşanan olay değil, Sinan yoldaşın derinden duyduğu acı ve üzüntüydü. O yoldaşları kurtaramamanın ve yitirmenin acısı. Bunu öyle derinden hissetmişti ki, okuduğu her cümlede aynı duyguyu yaşayabiliyordu insan. Soluğumun kesilmeye ve her şeyin belli belirsiz hale geldiği anda bu anı gelmişti aklıma. Nasıl olmuştu bilmiyorum ama onca yaşanmışlık arasında zihnimde beliren bu anıyı öteleyemezdim. Gözümü açmakta, nefes almakta o kadar zorlanıyordum ki kendimi beyaz bir ölüm örtüsü altında hissediyordum. Ne yapmam gerektiği hakkında ise hiçbir fikrim yoktu. Sol kolum arkaya doğru kıvrılmış ve sırtımın altında kalmıştı. Ben bunu hissedemediğim için kolumun koptuğunu ve bir yerlere savrulduğunu düşünmeye başlamış ve sağ kolum ile hiçbir şekilde hareket edemediğim zeminde diğer kolumu aramaya çalışıyordum. El ve ayaklarımda gerçekleştirdiğim cılız hareket ve çırpınışlarla karın altından çıkmaya çalışırken gelen ikinci çığın farkında bile değildim. Böylece tamamen karın altında kalmış artık vücudumun tamamı beyaz örtünün altındaydı. Artık ölüme yakınlaştığımı, nabzımın yavaşladığını hissediyordum. Her şey çok zorlaşmıştı ama en zoru Ronahî arkadaşa sesimi duyuramamak ve sesini duyamamaktı. Ona ne olduğunu, durumunun ne olduğunu bilmemek beni öyle zorluyordu ki, en çok bu canımı acıtıyordu. Zor bela göz kapaklarımı açmaya çalıştığımda gözlerimin önünde küçük, çok küçük bir ışık huzmesi belirdi. İğne ucu kadar olan bu ışıktan beliren yalnızca aydınlık değildi benim için, bu ışık bir umut gibiydi. Tam olarak hatırlamıyorum ama sanırım bu ışık varlığını yalnızca birkaç saniye sürdürdü. Her yerin yeniden kararması ile birlikte ben kendimi yeniden Sinan yoldaşın anısı içerisinde buluverdim. Zihnimde geçmişe, an’a ve geleceğe dair beliren tek şey o anı olmuştu. Sinan arkadaşın ve diğer tüm arkadaşlarımın yeniden böylesi bir felaketten dolayı üzülmesini istemiyordum. O bir kere daha böyle bir olayı duymamalıydı. Bundan dolayı üzerime çullanan bu beyaz örtü ile sıkı bir mücadele içinde olmalıyım diye düşünüyordum. Her nefesim kesildiğinde can havli ile yeniden nefes alıyor, hayır bu şekilde şehit düşmemeliyim, yaşamalıyım, bu şekilde bir şahadet ile yoldaşlarımı üzmemeliyim diyordum. Her nefesimi bir direnişe dönüştürmeye çalışıyordum. Gerçekten de yaşadıklarım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu. Çocukluğumdan o an içinde bulunduğum an’a kadar her şey yeniden canlanıyordu. Bir saniye içinde tüm ömrüm gözlerimin önünden geçiyor, ben de direnmeye devam ediyordum. Şahadetten korktuğum için değil anlamlı bir şahadeti yaşamak istediğim için bu şekilde bir ölümü istemiyordum. Tüm bunlar aklımdan geçerken ve ben okuduğum o anıya sıkı sıkı kendimi bağlamışken sıcak bir elin beni çekip çıkarttığını fark ettim. İlk refleksim Ronahî arkadaşın bulunduğu yeri göstermek olmuş. Sonrası ise benim için muamma çünkü oracıkta bayılıvermişim.
Okulda bulunan arkadaşlar çığın düştüğünü duyduklarında kendilerini dışarı atmak istemişler. Çünkü bütün okul ben ve Ronahî arkadaşın dışarda olduğunu biliyordu. Ama yönetimdeki arkadaşlar buna izin vermemiş. Yeniden bir çığın gelebileceğini ve bütün okulun dışarı çıkarak bir risk almaması gerektiğini söylemiş. Tabii arkadaşları durdurmak ne mümkün, ikinci çığın düşmesi ile birlikte bazı arkadaşlar kendilerini dışarı atıyor. Çığ düştüğü anda dışarıda, okulun önünde olan bir arkadaş benim ne tarafa doğru sürüklendiğimi görmüş. Daha çok o tarafta bizi aramaya koyulmuşlar. Ayağımdan çıkan ayakkabıyı gören Şiyar arkadaş etrafını iyicene kontrol etmeye başlamış ve kar altında belli belirsiz görünen parmaklarımı fark ederek bulunduğum yere doğru yönelmiş. Beni karın altından çıkarttıklarında yarı baygın bir haldeymişim. Zaten sonrasında tamamen bayılıyorum. Ağzım ve boğazım kar ile dolu olduğu için arkadaşlar ilk iş olarak ağzımdaki karı temizliyor, suni teneffüs yapıyorlar. Nabzımın da giderek zayıfladığını görünce de hemen kalp masajı bilen bir arkadaş müdahalede bulunuyor. O esnada arkadaşlar Ronahî arkadaşa da ulaşıyorlar. Tabii o daha önceden de çığ altında kaldığı için daha tecrübeliydi ve kendisini hızlı davranarak kendisini daha iyi koruya bilmişti. Kampta bulunan bütün arkadaşlar ben ve Ronahî arkadaşın yaşadığı bu durumdan çok etkilenmişti ama en çok beni kurtaran Şiyar arkadaş etkilenmişti. Günlerce yemek yememiş ve hiç kimse ile konuşmamıştı. Birkaç gün sonra kendime geldiğimde ilk iş olarak Şiyar arkadaşın yanına gittim ve ona gülümseyerek; bak heval, ben yaşıyorum ve yanınızdayım ve bu senin sayende biliyorsun değil mi? Dedim. O ise gözleri ağlamaklı bir şekilde; “ya sizi kurtaramasaydık heval?” deyip duruyordu. O an yeniden heval Sinan’ın yaşadığı anılara gittim. Kendi kendime heval Şiyar kurtulduğumuz halde bu kadar etkilenmiş ve üzülmüşse, Sinan arkadaşın yaşadıklarını anlamak ve hissetmek daha zor dedim. Ve en az Şiyar arkadaş kadar kurtulmamda onun da payının olduğunu bilerek ona bir mektup yazdım.
Yaşadığım olayın üzerinden birkaç ay geçmişti. Yazdığım mektubun Sinan arkadaşın eline ulaşıp ulaşmadığını merak ediyordum ki, bir gün kamelyada otururken arkadaşlar Sinan adında bir arkadaşın kampa geldiğini söylediler. Ben ani bir refleksle, hangi Sinan? Diye sorudum. Gelen gerçekten de Sinan Deniz arkadaştı. Büyük bir heyecan ile yanına gidip tanıştım. Ona yaşadıklarımı anlatmaya başladım öylesine dikkatle dinliyordu ki beni, ben de her anı daha da ayrıntılandırarak anlatıyordum. Zaten ona yazdığım mektuba başlarken şunu yazmıştım: Sen yazdığın anıda iki güzel canı çığ altında kaybetmenin verdiği üzüntüyü bizlerle paylaşmıştın ve senin anlattığın bu anı benim çığ altında nefes almamı, direnmemi sağladı. İki can da bu şekilde yaşama döndü dedim. Yaşadıklarımı anlattığımda o kadar çok etkilendi ki, bana bakıp gülümsedi ve; “Zîne arkadaş ben kolay kolay yaşadığım anıları anlatmam, ama iyi ki de bu anıyı yazmışım ve sen de okumuşsun. Yazılan yaşanmışlıkların yeni bir yaşam için direnç sağladığını bilmek çok güzel” dedi. Evet, gerçekten de yaşanmışlıklar bir kere daha bizlerde güce dönüşmüş, irade sağlamış ve bizler büyük bir direnç ile yaşama yeniden tutunmuştuk. O beyaz örtünün altında beni yaşama bağlayan bu anı ve beni kurtaran Şiyar yoldaşın anısı her daim benimle olacak, benimle yaşayacaktır.