Ülke işgal edilmiş, halkın onuru ve namusu her gün çiğneniyorsa, buna karşı direnişe geçmeme ve mücadeleye atılmama, tek kelimeyle onursuzluktur.
HABER MERKEZİ
Kürdistan’da her direniş ve isyanın bastırılışı ardından gelişen süreç, bir teslimiyet ve ihanet durumudur. Bu bakımdan ele alındığında direnişler, ne kadar görkemli olursa olsun ortaya çıkan tablo; eğer direnişler başarıyla taçlandırılmamış ise içe büzülmedir, içe kapanmadır ve çoğu zaman da içine sinerek kişilik olarak erozyona uğramadır.
Dersim’de bastırılan son kaleyle Türk devleti, Osmanlı politikalarının tümünü terk etmiştir. Her ne kadar bu durum 1924’lerden sonra aşamalı, planlı ve gizlilik içinde yürütülse de, asıl olarak son direnişin bastırılmasıyla birlikte imha ve inkâr açık ve sistematik bir politika haline getirilmiştir. Kendi deyimleriyle Muhayyel Kürdistan Ağrı Dağı’nın yedi kat derinliklerinde meftundur. Kürt ve Kürdistan yoktur. Türkiye Başbakanı Tayip Erdoğan’ın yıllar sonra bile gizlemeden açık bir şekilde ifade ettiği gibi düşünmüyorsan yoktur cümlesi, özünde Kürdistan’ın üzeri betonlanmıştır anlamına gelir.
Kürdistan’ın yüzyıllarca süren otonom, yarı bağımsız ve yerel otoriteleri zapturapt altına alınarak merkezi devlet pekiştirilmiştir. Çıkardıkları kanunlarla Kürt toplumsal yapısı tamamen parçalanacaktır.
Kanunları ilerici ve devrimci retoriklerle süsleseler de hakikat öyle değildir. Tersi doğrudur. Irkçıdır, faşizandır, insanlık dışıdır! Kürt toplumunun varlık göstergelerinden en önemlisi aşiret yapılanmasıdır. Aşiret gibi kurumları dağıtıldığında dumura uğramış ve beyni-belleği teslim alınmış bir yapı ortaya çıkar. Sosyal gelişmişlik çıkmaz. Ortaya, kendinden kaçan, ne idüğü belirsiz, kime nasıl hizmet edeceği bile açık olmayan bir ucube yaratılmış olur. Devlet bununla sınırlı kalmaz. Anadili Türkçe olmayanlar, toplu olmak üzere kıyı, mahalle işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya sanatı kendi soydaşlarına inhisar etmeleri yasaklanmıştır. Mecburi iskân kararnamelerinden alınan bu alıntılar, Kürdün nasıl yok edildiğini ve nasıl Türkleştirilmeye çalışıldığını açıkça gözler önüne sermektedir. Bu politikalar ışığında, Kürdistan’da kışlalar gölgesinde yatılı okullarla zorla asimile edilerek dejenere etme ortaya çıkan tablodur. Böylece Kürdistan’ın en ücra köşesine ve en küçük zerresine Kemalizm diye tabir edilecek olan zehir aşılanmış olacaktır.
Albert Memmi yıllar önce Sömürgecinin Portresi, Sömürgeleştirilenin Portresi adlı çalışmasında sömürgecilerin yaratmak istediklerini çarpıcı birkaç cümleyle şöyle dile getirmektedir: Sömürgeleştirmeye hoşgörü gösterdiği sürece sömürge insanının tek olası alternatifleri asimilasyon ya da donup taş kesilmektir der.
Bir halka başka hangi yolla miras bırakılır? Çocuklarına verdiği eğitimle ve dille, yeni deneyimlerle sürekli zenginleşen o harika depoyla. Gelenekler ve edinilen şeyler, alışkanlıklar ve fetihler, yapılan işler ve geçmiş kuşakların eylemleri bu şekilde miras olarak bırakılır ve tarihe kaydedilir.
Ancak sömürgeciler her zaman: Her şey kusursuz olurdu Yerliler olmasaydı der. Bunun için:Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır. Daha çarpıcı bir şekilde ise: Kolonyalist, sömürgeleştirilen olmadan sömürgenin hiçbir anlamı olmayacağını bilir. Bu meşruluğun tam olabilmesi için sömürge insanının köle olması yeterli değildir, bu rolü kabul etmesi de gerekir. Sömürgeciyle sömürgeleştirilen arasındaki bağ bu yüzden yıkıcı ve yaratıcıdır. Üstelik sömürge insanının ana dili, duyguları, düşünceleri ve rüyalarıyla ayakta kalan dili, yumuşaklığını ve merakını ifade ettiği o dil, yani en büyük duygusal etkiyi yapan dil, aslında en az değer verilen dildir. Ülkede ya da halkların birliğinde bir statüsü yoktur. Bir işe girmek, kendine bir yer edinmek, toplulukta ve dünyada var olmak isterse, önce efendilerinin diline boyun eğmek zorundadır. Sömürge insanı içindeki dil çatışmasında, ezilen anadil olur. Bu zayıf dili bir kenara bırakmaya, yabancıların gözünden saklamaya bizzat kendisi koyulur. Kısacası, sömürge iki dilliliği ne bir yerli dilinin bir püristin diliyle yan yana yaşadığı (ikisi de aynı hissetme dünyasına ait) iki dillilik durumudur, ne de fazladan ama görece yeni bir alfabeden yararlanan yalın birçok-dillilik zenginliğidir: bir dilbilim dramıdır diye ifade eder.
Frantz Fanon, Siyah Deri, Beyaz Maske adlı yapıtında yukarıda dile getirilmiş olan sömürgeciliğe ilişkin olarak: Kendi omuzları üzerinde başkalarının kafasını taşımaya-gezdirmeye razı hale getirilme durumu olarak tanımlamaktadır.Ve bunun aşılması için de Sömürge durumuna alışılamaz; demir bir yaka gibi ancak kırılabilir demektedir.
Yeni işbirlikçi ekipleşme, bu zemin üzerinden şekillenecektir. Kendisini reddederek katiline âşık olurcasına, ona benzeyerek büyüyecektir. Kraldan daha kralcı misali her tarafa Kemaller ve İsmetler yayılacaktır. Kışla okullarında yetişenler yeni edinilmiş kültürü -hem de çok isteyerek, gönüllüce- ülkenin en ücra köşelerine taşıyacaklardır. Bilindiği üzere en tehlikeli işgal, beyinlerin işgal edilmesidir.
Kürdistan’da öğretmenlik yapan bir Türk kadın misyonerinin yazdığı Dağ Çiçeklerim adlı anı çalışmasında, Dersim’in bastırılması ve katliamdan geçirilmesi ardından yapılmak istenenler net bir şekilde anlatılır.
Atatürk genç misyoner kıza parmağını uzatıp Git… Dağ köylerine git… Bir cemiyet kadın ve ana yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir… Sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, öğreteceklerdir der. Atatürk’ün söylediklerini yerinde denetlemek için bu kez İsmet İnönü, bir gün Elazığda Kürt çocuklarının asimile edildiği merkezi ziyaret eder. Bir kız İsmet İnönü’ye selam vermez. İnönü, Türklüğün misyonerliğini yapan kadına bu durumun nedenlerini sorar. Kadın misyoner: Çünkü “Büyük elini uzatmadan küçük uzatamaz. Paşa, Vali gelse, onlar elini uzatmazsa başımla selamlarım, elimi uzatamam” diye anlatmıştım. İnönü tatlı tatlı gülerek, – Ben elimi veriyorum, diye uzanınca Elmas koştu, yere diz çöküp iki elinin üstünde o büyük eli “hürmetle öptü ve alnına koyup durdu. Herkes duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. İnönü Elması omuzlarından tutup kaldırdı. Mebusumuza hitaben, – İşte eser bu ;” KÜRT“ dedi. Bu söz üzerine ayağa fırlayan milletvekili, Elmas’ın sağ bileğinden yakalayıp havada sallayarak, – Bu el. Silah tutmaz, bu el kılıç tutmaz, bu el dost eli, bu yürek dost yüreğidir! – Kalem tutar, iğne tutar… diye bir nutuk çekti. (Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim)
Özcesi Dersim’den sonra hedef bir daha silah tutmayacak bir el ve de Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, öğreteceklerdir. hedefidir. Yani Türkleştirmedir! Eritmedir! Asimile etmedir! Kendinden uzaklaştırmadır! Ve bunu kızıl katliamdan sonra beyaz katliamla nasıl başardıklarını da bu meseleyle ilgili olan herkes az çok bilmektedir.
AminMaolouf, Afrikalı Leo romanında dile getirdiği gibi kim annemle evlenirse, benim üvey babam olur misali kim işgal ederse onunla olunmaktadır. Hem de başı dik ve gururluca! Başka halkların tarihinde bu durum onursuzluk ve alçaklık sayılırken, Kürdün alışılagelmiş ihanetini marifet bilen tarihinde bu kavramların tersi geçerlidir. Bugün dahi direnişlerde katledilenlerin evlatlarının ve torunlarının devletçi tutumları ibretle izlenmekte ve insanı hayretlere düşürmektedir. Katiline âşık olmak bir hastalık düzeyinde ancak bu kadar olabilir. Kürt katliamını gerçekleştiren partinin adı CHP’dir. Katliamın planlayıcısı, CHP’nin Milli Şefi olan İsmet İnönü’dür. Dersim’i adeta yerle bir eden yine bu parti ve Milli Şefleridir. Ne var ki aradan yıllar geçtikten sonra, CHP denilen sosyal faşist partinin başına Dersimli, Alevi ve bir Kürt olan bir kılıç artığı getirilir. Hem katledecek hem de katlettiği insanları kendisine âşık hale getirecektir. Katiline hayranlık ancak bu kadar olur dediğimiz ve tıbbi bilimlerin de Stockholm Sendromu olarak teşhis ettiği gerçekliğin kendisi budur.
Türk devleti sadece bununla da sınırlı kalmamaktadır. Sert ezme ve kendi tipini yaratmanın ardından, arta kalan kılıç artıklarını da kullanmasını bilmiştir. Direnişlerde rol almış ailelerin çocuklarını, nasıl ki Osmanlı Babıâliye alıp yetiştirmiş ve zamanı geldiğinde kullanmış ise aynısının daha profesyonelcesini TC de yapmıştır.
Bugün karşımıza çok pervasızca çıkan birçok isim bilindiği için buraya isimlerini alma gereği bile duymuyoruz. Osmanlı sıkıştığında nasıl ki aşiretleri, Hamidiye Alayları biçiminde örgütleyerek hem olası bir Kürt kalkışmasını hem de Ermeni, Süryani ve diğer halkların kalkışmalarını engellemek için kullanmışsa, benzer bir yaklaşımı daha derin biçimde 1940’lardan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti de uygulamıştır. Kürdistan’ın tümüne hâkim olduktan sonra, aşiret ağaları ve kompradorları adım adım Türk devletinin içerisine çekerek katmerli bir işbirlikçi tabakanın oluşmasına yol açmış ve olası bir Kürt hareketlenmesine karşı kullanmak üzere hazırlamıştır. Nitekim sonra da göreceğimiz gibi Kürt Özgürlük Hareketine karşı, aşiretleri korucu ve çete biçiminde kullanmıştır.
Sonuç olarak, Kürdistan boydan boya yeniden işgal edilerek tüm yaşam emareleri durdurulmaya çalışılmıştır. Arta kalmış olan yaşam emarelerini de ezmek için 1943’te sınır kaçakçılığı yaptıkları için Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın talimatıyla 33 Kürt köylüsünün katledilmesi olayında görüldüğü gibi sudan gerekçelerle, son direnişleri de ezmeyi ve dilsiz, hatta kendinden kaçan bir toplum yaratmayı amaçlamışlardır. Ve bu sinsi planlarını önemli ölçüde de başarmışlardır.
Ahmet Arif’in 33 kurşun adlı şiirinin bir yerinde Kürt halkının yaşadığı çaresizlik şöyle ifade edilmektedir:
Baktı otuz üçten biri
Karnında açlığın ağır boşluğu
Saç, sakal bir karış
Yakasında bit,
Baktı kolları vurulu,
Cehennem yürekli bir yiğit,
Bir garip tavşana,
Bir gerilere.
Düştü nazlı filintası aklına,
Yastığı altında küsmüş,
Düştü, Harran ovasından getirdiği tay
Perçemi mavi boncuklu,
Alnında akıtma
Üç topuğu ak,
Eşkini, hovarda, kıvrak,
Doru, seglavi kısrağı.
Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!
Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı,
Böyle arkasında bir soğuk namlu
Bulunmayaydı,
Sığınabilirdi yüceltilere…
Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,
Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı,
Yanan cıgaranın külünü,
Güneşlerde çatal kıvılcımlanan
Engereğin dilini,
İlk atımda uçuran
Usta elleri…
Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
Çığ bekleyen boğazların kıyametini
Karlı, yumuşacık hıyanetini
Uçurumların,
Önceden bilen gözleri…
Çaresiz
Vurulacaktı,
Buyruk kesindi,
Gayrı gözlerini kör sürüngenler
Yüreğini leş kuşları yesindi…
Bu olaydan sonra, geride kalan yurtsever duygulara da ipotek konulmuştur. Halk sindirilmiştir. Bu seçim de herhalde tesadüf olmamalıdır. Yıl 1943tür. Doğu Kürdistanda Kürt halkının bir kalkışması söz konusudur. İlk defa modern bir Kürt partisinin kurulma aşamalarıdır. J. K yani KomalayeJiyanaveyKurdistan kurulmuş (Kürdistan Diriliş Topluluğu) ve giderek MahabadtaKomala ve Kürdistan Demokrat Partisinin kuruluş yıllarıdır. Kurulan örgütler de vardır. Kürtler adım adım kendilerini örgütlemektedir. Bunun bir şekilde önü alınmalıdır. Kürtlere öyle bir ders verilmelidir ki, bir daha kendine gelemesinler. Ve 33 kurşun olayı, böyle tezgâhlanmıştır. Ortaya yıllarca yurtsever mücadeleden uzak duran bir Özalp ve çevresi çıkmıştır! Oysa ki, bu çevre yurtsever olmadığından değil, tersine yurtseverliği çok güçlü olduğu için bu olay tertiplenmiştir. Ve uzun bir süre oralarda yaprak kıpırdamamıştır. Kürdistan Özgürlük Hareketi şaha kalktığında ilk katılması gereken yerlerin başında buraların gelmesi gerekirken, böyle olmamıştır. Ancak devrimin ileri safhalarında korku duvarı yıkıldıkça ve beyinlerindeki karakollar sarsıldıkça buranın gençleri dağlara koşacak ve geçmişin hesabını sormaya cesaret edeceklerdir.
Ve Engereğin dilini,
İlk atımda uçuran
Usta elleri…
Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
Çığ bekleyen boğazların kıyametini
Karlı, yumuşacık hıyanetini
Uçurumların,
Önceden bilen gözleri… olanlar yeniden şaha kalkacaklardır.
Devam Edecek
Kasım ENGİN