HABER MERKEZİ
Kürdistan’da savaş; milliyetçilik, kapitalizm ve ailenin üretim ve yeniden üretiminin sürekli sekteye uğradığı, başarısız kaldığı bir ortam yaratmıştır. Tam da bu sebeple 2000’ler boyunca Türk devleti, dünyanın diğer devletlerine benzer bir biçimde “aileleşme” yoluyla ehlileştirmeyi hedeflemiştir. Bir yandan da değişimin aktörleri olan kadın ve çocukları en ağır biçimde cezalandırmıştır. Sosyal yardım programları, şartlı nakit transferleri, sağlık reformu, çok amaçlı toplum merkezleri, yeni evlenenler için düzenlenen toplu konut kampanyaları ve düşük faizli konut kredileri, Kürt ailesini çerçevelemiş ve yakın bir biçimde devlete bağlamaya çalışmıştır. Öte yandan Recep Tayyip Erdoğan yine 2000’li yıllar boyunca, konuşmalarıyla, Kürt annelerini çocuklarını isyandan uzak tutmak ve “düzgün” yetiştirmek konusunda uyarmış. Bir zamanlar ki yakın dostu Fethullah Gülen, Kürt illerini özel okullar ve üniversiteye hazırlayan dershaneler ve burslarla donatmış, bunlar aracılığıyla gençlerin davranışlarını biçimlendirmiştir. Aynı dönemde terörle mücadele kanunu, toplumsal eylemlere katılan çocukları ve KCK kapsamında açılan soruşturmalar ise kadınları hedeflemiş, bunların tutuklanmalarını ve uzun yıllar cezaevinde kalmalarını sağlamıştır. Bugün ise kadın belediye eşbaşkanlarının tutuklanması ve belediyelere kayyum atanarak hareketin kadınlara yönelik tüm özgürleştirici politikalarının sekteye uğratılması söz konusudur.
Bu bağlamda bakıldığında, Adalet ve Kalkınma Partisiyle geliştirilen barış sürecinde ilk suikastın Sakine Cansız ve arkadaşlarına yönelmesi, Cansız’ın kadın hareketinin sembolü olması gözetildiğinde sürpriz değildir. Yine Lice’de kurulan kalekolları protesto eden Medeni Yıldırım ve Cizre’deki Nihat Kazanhan gibi barış süreci döneminde güvenlik güçleri tarafından öldürülen birçok genç ve çocuk bulunmaktadır. Ablukalar ve yıkımlar süresince de anneler, kadın politikacılar ve gençler en önemli hedef olmuştur.
Barış süreci boyunca cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar, defalarca barışın, savaşın tekinsiz kıldığı Kürt illerini yatırıma açacağını dile getirmiştir. Erdoğan Diyarbakır’da yaptığı konuşmalarda geçmişte yapılan kimi hataları kabul ederek; Ahmede Xani, Said-i Nursi gibi figürler dolayımıyla Kürt tarihini “milletin” tarihine dahil edeceğini vaat etmiştir.
“Analar ağlamasın” şiarıyla Kürt Siyasi Hareketi’ni bir aile trajedisine indirgemiş; Şivan Perwer, İbrahim Tatlıses ve Mesud Barzani’nin katıldığı bir buluşma sırasında gerçekleştirdiği nikah törenini, bir barış hamlesi ve normalleşme şeklinde sunmuştur.
Unutulmamalıdır ki devletler için barış, her zaman savaşın tekinsiz kıldığı toprakların yeniden tanımlanması ve güvenlikleştirilmesi, çoklu tarihlerin ulus tarihi içinde eritilmesi ve toplumsal alanın homojen bir birime dönüştürülmesi projesini içerir. Böylelikle birikim kapasitesi ve gücü savaş sırasında sekteye uğramış sermaye tekrar güçlenmeye; delinmiş ve rekabetle yıpranmış devlet egemenliği tekrar tesis edilmeye çalışılır. Nitekim yine barış sürecinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yol ve baraj atılımları, ortak alanların önce kamusallaştırılıp sonra özelleşmeye açılması, kalekollarla toprakların millileştirilmesi, hızlı tapukadastrolaşmayla mülkleştirilmesi ve ailelerin sosyal politikalarla Öcalan’ın dediği gibi devletliliğin üretildiği birimler haline getirilerek güçlendirilmesi hep bu bağlamda okunmalıdır. Yine barış sürecinde Kürt Hareketinin bütün bunlara önce inşa süreci ile karşılık vermesi, devletin yanı başında demokratik özerklik kurumları kurması ve sonrasında ise özyönetim direnişi, bu mülkleştirme, millileştirme ve aileleştirme hamlelerine bir direniş olarak okunmalıdır.
Umarım şimdiye kadarki tartışmam Öcalan düşüncesi ve bunun Kürt Özgürlük Hareketi tarafından alımlanma biçimleri ile ailenin feminist eleştirileri arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları açığa çıkartmıştır. Özetlemek gerekirse:
1. Öcalan’a göre kadın özgürlüğü siyasi ve ahlaki toplumun temel taşını oluşturmaktadır. Toplumun, ailenin ve kadınların iyiliği, birbiriyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Öcalan, liberal bireyciliği ret etmekte ve bireyin toplumsallığını esas almaktadır. Bu anlamda özgürleşme ne istersen onu yapmak değildir. Özgürleşme, derin toplumsal bağlantıları olan bir benliğin bedensel ve duygusal olarak yeni ve demokratik bir dünyayı gerçekleştirecek şekilde terbiye edilmesidir.
2. Öcalan için eleştiri ve praxis ayrılamaz bir bütündür ve eleştiri ortak eylemi çağırır. Pozitivizm (hatta tarihi bütünsel ele alışı açısından baktığımızda geneology) yaklaşımına karşı olarak okuyabileceğimiz Öcalan’ın yaklaşımı, Marx ve Engels’den olduğu kadar örneğin Clastres’den de etkilenmiştir. Clastres, tarihi toplumsallaşma ile devletleşme arasında bir çatışma ve savaş olarak okur. Öcalan bu çatışmada kadını toplumsallaşma, erkeği ise devletleşmenin tarihsel öznesi olarak görür. Hareketin eyleyişinde ise aile devletleşme, hevallik toplumsallaşmaya denk düşer.
3. Öcalan’ın eleştirisi, toplumsal hareketlenme ve belli bir amaca doğru strateji ve taktiklerin geliştirilmesini öngörür. Eleştiri ve eylemselliğin, ideoloji ve inşanın, özgürlük ve terbiyenin bir arada ele alınması Öcalan düşüncesinin epistemolojisinin bel kemiğidir. Bu düşünce feminist tartışmalar gibi sömürgeciliği temel bir toplumsal ilişki olarak kabul eden postkolonyal tartışmaların içine de oturur.
Ancak ikisinden de farklı olarak kitleselleşmeyi esas alır ve ezilmişliği bilince çıkartmanın yanı sıra kitlelere önderlik edecek öznenin yetiştirilmesine yatırım yapar.
Tartışmamı, feministlerin Kürt Özgürlük Hareketi ve inşa süreci hakkında sordukları önemli bir soruyla bitirmek isterim. Eğer aile bu kadar eleştiri hak ediyor ve kadınlar aile içinde eziliyorsa, örneğin Rojava ya da Bakur’da boşanmanın artması Kürt Özgürlük Hareketi tarafından neden sorun olarak görülmektedir? Örneğin Rojava’da Mala Jin yapılanması, neden kadınların evli kalmasını cesaretlendirmekte, aileyi bozan formlar olan çok eşlilik ya da seks işçiliğine karşı “yozlaşma” adı altında savaşmaktadır? Buna bir cevap, toplumu Hareket’e yabancılaştırmamak olarak okunabilir ve hareketin pragmatik doğasına işaret edebilir. Şöyle ki; Hareket’in doğrudan aileye karşı bir siyaset benimsemesi, toplum nezdinde yabancı olarak görülmesine sebep olacaktır.
Bir diğer cevap bahsi geçen ve aileyi yıkıcı tüm bu oluşumların da (boşanma dahil) sermaye ve devletle ilişkisi olabilir. Yani bunlar kapitalizmi ve ulus devleti bozan, ahlaki ve politik toplumu oluşturan pratikler değil, metalaştırmaya, hukuka ve devlete yatırım yapan eyleyişlerdir. Başka bir cevap ailenin halihazırda halen nüfusun çoğunluğu için yeniden üretimi gerçekleştirecek tek kurum olarak görülmesi olabilir. Gene başka bir cevap ailenin tüm kusurlarına rağmen yeni kurumlar inşa edilinceye dek, Kürdistan’da liberal bireyciliğe karşı başat bir savunma işlevi görmesi olabilir. Bütün bu cevaplar anlaşılırdır ve tam da hareketin kadın özgürlükçü kitleselleşme amacı ile feminizmin kadını temel alan kadın özgürleşmesi amacı arasındaki açıya işaret eder. KÖH kitleselleşmek isteyen ve bir başka dünyayı amaçlayan vizyonunda, hevalleri şimdi, şu anda eyleme çağırıp radikalleştirirken; toplumsalda reformu ön görür ve bu makas içinde işlevselleşir. Feminizm ise ulaşabildiği kadınların şimdi hemen özgürleşmeleri ve istediklerini yapmaları için uğraşı verir ve toplumsal analizinin genişliği ile ulaşabildiği kitlenin azınlığı arasındaki makasta konumlanır.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin en önemli icadı olarak gerillanın kendi deneyiminden çıkan “hevallik”, “arkadaşlık” ve “yoldaşlık” samimiyetlerini, sadakatlerini ve terbiyesini kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hevallik, özgür eş yaşama evrilmeli midir, hevallik ve nüfusun yeniden üretimi nasıl ilişkilenir, doğada, arkadaşlıkta ve mücadelede yaşanan etik, estetik ve erotik nasıl toplumsallaşır ve kitleselleşir, toplumsallaştığı zaman nasıl andan çıkartılıp zamansallık kazandırılır sorularının baki olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde hakikat, bir çocuğu yetiştirmek için bir köyün gerekli olduğudur.
Nazan Üstündağ