HABER MERKEZİ –Musa Anter’in oğlu Dicle Anter, Türkiye’nin ilk kadın vekil muhtarı olan babaannesi Fesla Anter’e dair aklından çıkartamadığı çocukluk anısını ve günümüze ulaşan fotoğrafının hikayesini ANF’ye anlattı.
Büyükşehir, ilçe ve belde belediyeleri başkanlığı ile encümenlikler için aday adaylığı başvuruları devam ediyor. Yerel yönetimlerin ilk kademesi olan muhtarlıklarda ise süreç bireysel başvuruların ilçe seçim kurullarında onaylanmasından sonra doğrudan başlıyor. Birçok muhtar adayı afiş ve broşürlerini bastırıp propaganda çalışmalarını başlattı. Şu anda aktif görevde bulunan 50 bin 370 muhtarın bin 134’ü kadın. Kadınlara muhtar olma hakkı 90 yıldır tanınmış ve TC’nin seçimle görev başına gelmiş ilk kadın muhtarı, 1933’teki seçimlerde erkek rakiplerine fark atarak muhtar olan Aydın/Çineli Gül Esin Dere’dir. Ondan önce biri var ki, Şêx Said öncülüğündeki direniş sırasında terör estiren devletin uygulamaları yüzünden, erkeklerinin sınırın karşı tarafında yaşamaya karar verdiği bir köyün muhtarlığını, genç yaşında beyin kanaması geçirerek felç olan eşinin yerine 1926’da yapmak durumunda kaldı. Vekaleten muhtarlık yaptığı kayıtlara geçen ilk kadın, Kürt bilgesi Musa Anter’in annesi Fesla Anter’di.
MUSA ANTER HATIRALARINDA ANLATIYOR
Fesla Anter’in muhtarlık serüvenini, Musa Anter’in politikleşme sürecinden bağımsız ele almak mümkün değil. Annesinin jandarmaların ne istediğini anlamak için okula gönderdiği Musa Anter, tuttuğu kalemi bir daha bırakmadı. Anter, annesinin muhtar olma hikâyesini, “Hatıralarım” isimli öz yaşam öyküsünde şu sözlerle anlatıyor: “Cumhuriyet kuruldu. Zaten köyümüzden başka, 25 köylük Temikan Aşireti Suriye’de kalmıştı. Köyümüzdeki gençler de Suriye’ye göç etmişlerdi. Öyle ki, köyde muhtar olacak erkek kalmamıştı. Annem bir ara, Birinci Dünya Harbi’nde askerlik yapmış Sileman Temo adlı bir ihtiyarı parayla tutup muhtar yaptı. Çünkü muhtar çat-pat, gel-git’li Türkçe biliyormuş. Ama bir sene sonra muhtar ölünce annem mecbur kalmış, köy muhtarı olmuştu. Tahmin ediyorum ki bir araştırma yapılırsa annem Türkiye’deki ilk kadın kamu görevlisidir.
ÊZÎDÎ BİR AİLENİN KIZI
Annem, son zamanlarda İslamiyeti kabul etmiş Êzîdî Kürt Bînyatkî Aşireti’nin Müslüman reislerinden Husênê Sarê’nin kızıdır. Qurdis’in Kaniya Şêx köyünde doğmuştur. Dedemin köy kurması da enteresandır. Muhalif ve büyük bir aşiret reisinin kızı olan ninemi kaçırmış. Ninemin dedesi Birim Axa o kadar zalim ve otoritermiş ki, Kürtler kendisine Xwedêyê Çole diyorlarmış. Yani, oturduğu yer olan Çole köyünün Allahı. İşte hem dedemin ailesi ve hem de ninemin ailesi bunları adeta aforoz edince, dedem bir yaylada bulunan Kaniya Şêx üzerinde bir şato kurmuş. Her iki aileye de rest çekmiş. Etrafına da, o vakit Kürdistan’ın keleşleri sayılan ve eski soyu olan Êzîdîlerden bir birlik kurmuş. Etrafındaki dört köyden kendisine yakın olan bağ ve bahçeleri tehditle satın almış ve bugünkü köyü kurmuş. İşte annem böyle bir yerde büyümüştü…
TEMSİL EDECEK ERKEK YOKTU
Artık Cumhuriyet teşkilatlanıyordu. Yeni nahiye, kaza ve vilayetler kuruluyordu. Köylere serbestçe jandarma, tahsildar ve diğer memurlar gelebiliyordu. Üstelik bu sefer de, daha önce giremedikleri yerlere zulüm yapıyorlardı. Köy bizimdi, babam yoktu ve ailede köyü temsil edecek erkek de olmadığından, annem köyün muhtarlığını da yapıyordu. Ama ne köyde, ne de bölgede tek kelime Türkçe bilen adam vardı. Tahsildarlar yerli oldukları için onlarla anlaşmak kolaydı. Fakat jandarma gelince felaket başlardı. Ne istediklerini bir türlü anlayamıyorduk; tavuk mu, yumurta mı, kuzu mu, para mı veya karakolları için odun mu istiyorlardı, bilemiyorduk. Bilmeyince de köylü dayak ve küfür yiyordu. İstedikleri herşeyi vermeye razıydık ve adet böyleydi; hükümet budur zannediyorduk. Ama bu dil meselesi bizi perişan ediyordu. Hele annem mahvoluyordu. Sırf jandarmanın ne istediğini anlamak için beni okula gönderip Türkçe öğrenmemi istiyordu.”
MUSA ANTER OKULA BAŞLAR
Git gide zorlanmaya başlayan Fesla Hanım, oğlu Musa’yı okula göndermeye karar verir. Mardin’e bağlı Gercüş’teki ilkokula Şubat 1927’de gönderilen Musa Anter, misafir öğrenci olarak eğitim hayatına burada başlar. Dönem sonuna kadar burada temel kelimelerle derdini ifade edecek kadar Türkçe konuşmayı öğrenen Anter, sömestr tatilinde köyüne döner: “Ekmek, su, odun, gel-git, adın ne gibi sözcükleri öğrenmiştim. Horoz, tavuk, hindi, yumurta da alfabemizde olduğu için bunları da biliyordum. Dünyalar annemin olmuştu. O yaz köye gelen jandarmalardan hiçbir sıkıntı çekmemiş ve dayak yememiştik. Zaten sıkıntımız vermek değil, ne istediklerini anlamamaktı.”
OKULU BIRAKIP KÖYE DÖNER
Ertesi yıl Nusaybin İlkokulu’na yazılan Musa Anter, hem iki öğretmeni olan okuldaki sistemsizlik hem de o yıllarda baş gösteren sıtma salgınına yakalanmamak için okulu bırakır ve tekrar köye döner. Buradan sonra aşiret mekteplerinin cumhuriyet versiyonu olarak tanımladığı ancak asimilasyon konusunda başarılı olamadığı için birkaç yıl içinde kapatılan köy yatılı mektebine giden Anter, ilkokulu Mardin’de tamamlar ve tekrar köyüne geri döner. Zaman geçmekte ve köyde sıkılmaktadır.
OKUMAYA DEVAM ETMEK İSTER
O okumaya devam etmek ama annesi ise 14 yaşına gelmiş oğlunu evlendirmek istemektedir. Musa Anter, anılarında devam ediyor: “Köye gelince annemin arzusu yerine gelmişti. Artık değil sadece köye gelen jandarmalarla, nahiye müdürü, kaymakam, jandarma yüzbaşısıyla dahi görüşebiliyordum. Üstelik tahsildarlar, orman memurları ve bekçiler benden bayağı çekiniyorlardı. Bir-iki defa anneme ortaokula gitmekten bahsetmiştim. Annem kıyametleri kopardı; ne demek, sen artık büyüdün, Türkçeyi de öğrendin. Bu kadın halimle ben mi köyü idare edeceğim?”
ADANA ERKEK LİSESİ’NİN KAZANIR
Hocasının yardımıyla parasız yatılı sınavlarına giren Anter, Adana Erkek Lisesi’ni kazanır. Ancak hem okulu kazandığını geç öğrendiği için kayıt zamanını geçirmiştir hem de annesi hiçbir surette köyden ayrılmasını istememektedir. Çözüm, Akarsu Nahiye Müdürü’nün devreye girmesiyle bulunur. Fesla Hanım bölgede yaşanan bir çatışmada kan bağı yüzünden evlatlarının da hedef haline gelmesinden korkmakta, oğullarını köye jandarma geldiği zaman mağaraya saklamaktadır. Nahiye Müdürü devletin acımasızlığına uygun kurguyla oğlunu okula göndermeye ikna edecektir: “Hemen iki jandarmayla iki bekçiyi çağırtarak ‘Gidin, Fesla Hanımı getirin’ diye emir verdi. Ertesi sabah heyecanla yolu gözlüyordum. Baktım, annem ata binmiş üzgün vaziyette geldi. Annemle müdürün odasına girdik. Müdür Diyarbekirli olduğundan, Kürtçe, ‘Bacım, biliyorsun ben seni ve çocuklarını her zaman hükümete karşı müdafaa ediyorum. Ancak bu sefer emir Ankara’dan’ dedi. Eliyle masanın üzerindeki evrakları göstererek, ‘İşte bunlar sizin evraklarınızdır, emir şudur: Ya Fesla Hatun Şêxo’yu okula gönderecek ya da hepsini sürgün edip bize gönderin.’ Adeta bir aktör gibi rol yaparak annemi buna inandırdı. Annem hemen ağlamaya başlayarak, ‘Bizim Suriye’deki İbrahimê Mahmud’la, onun katıldığı hadiseyle ne alakamız var? Ben dul bir kadınım, yetim çocuklarım var, yazık değil mi? Ankara benden ne istiyor?’ diye dert yandı. Ancak annemin ağlamaları para etmiyordu. Müdür, birşey yapmayacağını söylüyordu. Annem nihayet çarnaçar okula gitmemi kabul etmişti. Müdür bu karara çok sevinmişti. Uğraşmaları sonucunda Nusaybin tren istasyonuyla bağlantı kurabilmişti. Adana’ya ne zaman tren olduğunu sordu. Ertesi gün varmış. Köye döndük. Annem olup bitenleri köylülere anlattı. Tüm köyü hemen bir matem havası sardı. Haksız da değillerdi, o güne kadar köyden kim alınmışsa bir daha geri dönmemişti. Annem tam bir matem havası içinde hazırlıklarımı yaptı. Ertesi gün saç baş yolarak beni yolcu ettiler.”
POLİTİK KİŞİLİĞİNDE ANNESİNİN İZLERİ
Fesla Hanım’ın vekaleten yaptığı muhtarlık, oğlunun okuma yazma serüvenini başlatmıştı. Sözle ilişkisi her daim güçlü olan Musa Anter, şahit olduklarını yazıya dökmede de zaman içerisinde üstün bir yeteneğe sahip olacaktır. Yazıları gerekçe gösterilerek hakkında birçok soruşturma açılacak, cezaevine girip çıkacak, ancak yazmaktan hiçbir zaman geri durmayacaktır. Duygu ve düşünce dünyasını oluşturan iklimde annesinin etkisini ise yıllar sonra ‘Hatıralarım’ adlı eserinde şu sözlerle ifade edecektir: “Bazen bana sorarlar, ‘Sen bugünkü politik ve edebi hüviyetini nereden aldın?’ diye. Çekinmeden diyebilirim ki, okur-yazar olmayan annemden aldım. Bana sık sık şöyle bir tembihi vardı: Lawo tu carî li bexte Tirkan û Ereban ewle mebe (Oğlum, hiçbir zaman Türklerin ve Arapların sözlerine güvenme.) Ayrıca bana daima mertliği ve halkıma acımayı telkin ederdi. Annem olduğu için değil; bir Ortadoğulu ve ümmi bir Kürt kadını olduğu için bu övgüleri yazıyorum.”
BABAMIN AĞLADIĞINI İKİ DEFA GÖRDÜM
ANF’ye konuşan Musa Anter’in oğlu Dicle Anter, İstanbul’da doğup büyüdükleri için Nusaybin’de fazla bulunamadıklarını hatırlatarak, babaannesi Fesla Anter’in ölüm haberini aldığı esnada babası Musa Anter’in duyduğu derin acıyı şu sözlerle anlattı: “Biz İstanbul’da doğduk. Suadiye’de büyüdük. Haliyle Nusaybin’e bir iki defa yaz tatillerinde gitme durumumuz olmuştu. Babaannemin ölüm haberini aldığı sırada babamın yüz ifadesini ve çektiği acıyı unutamıyorum. Bu benim de çocukluğuma dair çok üzüntülü bir anıdır. Babamı yalnızca iki kere ağlarken gördüm. Biri Faik Amca’nın (Faik Bucak) ölüm haberini alması esnasındaydı. Amcanın ölüm haberini aldığında ‘Mala minê!’ demişti. Babaannemin haberini aldığında Suadiye’deki evimizdeki divanın üzerinde oturuyordu. Gözleri dolmuş ve “Aaxx mala minê!” diyerek ağlamıştı.
1952 YILINDAKİ FOTOĞRAF
Fotoğrafta sağ başta oturan Vetha halamdır. Kucağında ayakta duran ablam Rahşan Anter’dir. Onun hemen yanında oturan ise babaannem Fesla Anter’dir. Kucağında abim Anter var. Babaannemin solunda duran annem Ayşe Hale Anter’dir. Kucağında oturan bebek amcamın oğlu Seyithan’dır. Yanında ayakta duran da benim. En solda da Seyithan’ın annesi olan Hasina yengem var. Seyithan 1952 doğumlu ve bu fotoğrafta bebek. Muhtemelen fotoğraf da 1952 yılında çekilmiş. Nusaybin’e gittiğimiz zaman bize entari giydirirlerdi. Babaannem Êzîdîlikten çok sonra Müslümanlığa dönmüş bir ailenin kızıydı. Giyim kuşamında Êzîdî kültürünün etkilerini görmek mümkündü. Uzun boylu bir kadındı. Karakteristik yüz hatları olan bir kadındı. Babaannemin ölümünden bir yıl sonra Nusaybin’e gittim ve o sene kaldım. Keşke daha fazla bir arada bulunsaydık ve daha fazla anılarımız olsaydı.”