HABER MERKEZİ – Ronî Med’in kaleminden…
İnsanın varoluşunun yegâne koşulunun toplumsallık olması veya bir başka bakış açısıyla bir insana verilebilecek en büyük cezanın onu toplumdan ve tarihten koparıp sadece bir birey olarak ele almaktır.
Bu temelde öncellikle toplumsallığın önemi üzerine duracak olursak eğer, bu kavram sadece bireylerin bir arada var olma biçimlerinden ibaret olmadığını fark ediyoruz. İnsan doğası gereği bir birey olmanın ötesinde kendisini ancak toplumsal bir bağlamda bulur. Her birey toplumsal ilişkilerin bir yansımasıdır. Toplumsallık insanın kimliğini, varlığını ve özgürlüğünü inşa ettiği alan, sahne ve kendisini yarattığı alandır. Toplum, insanın ne olduğu sorusuna yalnızca bireysel bir bakış açısıyla değil, kolektif bir bakış açısıyla cevap verir.
Bu temelde insanın var olabilmesinin yegâne koşulu toplumsallıktır diyoruz. Bir insanı toplumsallığı, toplumsal tarih dışında ele alamayız. Yani insanın yalnızca bireysel bir özne olarak var olması doğrudan özgürlükle ilişkilendirilemez. Toplumsal bağlam, insanın özgürlüğünü ve kendini gerçekleştirmesini şekillendiren temel koşuldur. Gerçek özgürlük, insanın sadece kişisel istek ve arzularının peşinden gitmesi ile ilişkilendirilemez. Ancak ve ancak toplumun varlık nedenleri, toplumsal değerleri ve idealleriyle kurduğu ilişkilerden ortaya çıkar. Bu değerlendirme temelinde bakacak olursak bu aynı zamanda insanın aklında şöyle bir soru veya bir paradoks da yaratabilir. Yani özgürlük ancak toplumun içinde, toplumla birlikte şekillenirken bir yandan da toplumsal yapılar içerisinde sıkıştırılabilir. Onu kendi kimliğinden uzaklaştırabilir. Bu da bireyin özgürlüğünü bulması, bir anlamda toplumsal yapıları aşmak ve bu yapılarla yeniden denge kurma mücadelesi, aslında insanı özgürlüğe götüren, toplumsal hakikatle bütünleştiren bir yoldur. Yani toplumsallığı var olan haliyle kabul etmek değil, toplumun içinde bir özne olmak, toplumun içine ahlaki değerler yaratmak ve o ahlakı paylaşmak, kolektif mücadeleyi yürütmek, özgürlüğün koşullarını yaratır. Bu toplumsal çarpıklıkları, gerilikleri aşmak toplumsal, insani vicdani bir görevdir. Bu şekilde de insanın bir mücadele içerisine girmesi gerekiyor.
Özgürlük toplumsal mücadele ile başlar
Bir toplumsal düzenin insan üzerindeki etkisini incelediğimiz zaman bunun yalnızca bireysel haklar ve özgürlükler üzerinden şekillenen bir ilişki olmadığını aynı zamanda bir tür varoluşsal gerilim de olduğunu görüyoruz. Toplum bireyi sadece şekillendiren değil, aynı zamanda onun varlık koşullarını belirleyen bir güçtür. Her birey toplumsal normlarla çatışarak kendi özgürlüğünü arar. O var olan toplumsal çelişkilerden kendini yaratır. Var olan toplumsal çelişkiler insanı belli arayışlara iter ve belli arayışlar yaratır zihninde. Ve bu da insanı özgürlüğe iten temel güçlerden bir tanesi oluyor. Fakat bu arayış her zaman keskin bir gerilimle, toplumsal yapının ve bireysel isteklerin mücadelesiyle yüzleşebilir. Ona karşı düşüncelerle çarpışabilir. Bu insanın özünü ve gerçek özgürlüğünü bulma yolundaki en temel engellerden biridir. Bu da başta da belirttiğimiz gibi insanın, toplumsal geriliklere veya toplumsal engellere karşı doğruyu, ahlakı, vicdanı ve güzel olanı bulma arayışıdır. Onun için vereceği mücadele ise o insanı toplumsal bir özgürlükle buluşturabilir. Bir diğer önemli boyut ise toplumsallığın yalnızca bireyi şekillendirmekle kalmayıp aynı zamanda bireyin topluma nasıl etki edeceğini belirlemektedir. Yani insan toplumun içine doğar, toplumu var eder ve toplumu dönüştürür. Bu bir karşılıklı simbiyotik ilişkilenmedir, etkileşimdir.
Birey toplumu belli ölçüde etkiliyor, bu doğrudur. Toplum da bireyin bilinçaltını ve bilinçli varlığını şekillendiren bir arenadır. Gerçek anlamda özgürleşen bir birey toplumsal düzenin ötesine geçerek, bu düzeni dönüştürebilecek güce ulaşır. O zaman toplumsallık yalnızca bireyin bir arada yaşama biçimi değil, toplumu dönüştürme arzusu ve potansiyelinin bir yansıması oluyor. O yüzden toplumsallaşan kolektif bilinçle kendini donatan bir birey, toplumsal bir özgürlüğün yolunu açan en temel etkenlerden bir tanesi oluyor.
Toplumsal varlık olarak insan, yalnızca içinde yaşadığı sistemin bir parçası değildir. Aynı zamanda toplumu bir anlamda kendi varlığını inşa ettiği, özgürlüğünü ve kimliğini bulduğu bir alana dönüştürür. Ancak bu dönüşüm sürekli bir gerilimin içinde var olur, sürekli bir gerilim yaşar. İnsan toplumsal yapılarla savaşır, mücadele eder. Onlarla çatışmayı ve dönüştürmeyi içeren bir varlık sürecine sahip olur. Bu bakımdan toplumsallık yalnızca bir bağlanma hali değildir. Bir özgürleşme mücadelesinin yeniden doğuş arenasıdır. Özgür bireyin toplumsal yapıları kabul edip, onları aşarak kendisini yeniden inşa etmesinin, hakikatini bulmasının yoludur. İnsan böyle bir serüvende ancak bu şekilde insanlığını koruyabilir, toplumsallığını, toplumsal özgürlüğünü, toplumsal hakikate ulaştırabilir.
Güdülere karşı verilen mücadele, insanı insanlaştıran temel koşuldur
İnsanın var olma koşulunun temelini oluşturduğu toplumsallıktır. Hegemon sistemlerin ya da bir toplumu köleleştirme, baskı altında tutma veya toplumsallığı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı hedefleyen her birey, sistem, klik, grup vs. insanlığın bu toplumsallığına karşı bir savaş içinde olur. İnsanın bu toplumsal gerçekliğine karşı mücadele eder, toplumsallığı parçalamak ister. Kuşkusuz bu dünyadaki en büyük köle, toplumdan kopan bireydir. Bu dünyada en aşağılık yaşamı bile dayatabilinecek insan, kendini sadece bir birey olarak ele alan insandır. Bir bakıma en aşağılık yaşam da sadece birey olarak kendi istek ve arzularının peşinde koşma ve sadece kendini yaşatma arayışı içinde olmadır. Bu yaşamdaki en aşağılık yaşamı kabul eden ve o seviyeye getirilen insandır. Bu yüzden de toplumsallık bizim için var olmanın temel koşuludur. Toplumsal mücadele bizi hakikatle bütünleştirecek yegâne koşuldur. Aslında bu toplumsallık insanın insanlaşma serüvenini de anlatır. Zira insan bu toplumsallaşma ile var oldu. Yarattığı kültürle var oldu. Ondan ziyade sadece güdüler temelinde gelişen bir yaşam, kuşkusuz biyolojik veya hayvansal bir yaşamdan farklı olamaz. Tarihe ve tarihsel süreç gelişimine baktığımız zamanda hegemon zihniyetin insana dayattığı müthiş bir hayvanlaştırma olduğunu görebiliyoruz. İşte bu yüzden de insanın kendi güdülerine karşı vermiş olduğu mücadele, insanı insanlaştıran temel koşuldur.
Bu temelde de ilk kadın etrafında şekillenen toplumsallığın, toplumsal yaşamı parçalama ve ilk kadını vurma, hegemon zihniyet tarafından tek koşul olarak belirlenmiş ve bu temelde toplumsallığa karşı bir savaş açılmıştır. Bunun en somut örneklerini kuşkusuz orta çağ Avrupası’nda sistem haline getirilmiş versiyonlarında görebiliyoruz. Özellikle altıncı ve yedinci yüzyıllarda, katı Hristiyan dogmatizminin insanları engizisyon mahkemeleri temelinde aforoz etme uygulamaları bunun en somut örneklerinden bir tanesidir. Bir insanı, bütün tarihsel yazımlardan, kitaplardan, defterlerden adını silerek, onu toplumdan kopararak ve o insana selam dahi verecek olan her insanı çok ağır cezalarla yüz yüze bırakarak, kişiyi tamamen toplumdan koparıp ve yaşayan bir ölü haline getiren orta çağ karanlığının, orta çağ Hristiyan dogmatizminin en temel politikalarından bir tanesi olduğunu görüyoruz. Bu da gösteriyor ki yani insana dayatılabilecek veya verilebilecek en büyük ceza, onu toplumdan ve tarihten koparmaktır. Bunun devamında somut bir örnek daha verecek olursak Cengiz Aytmatov’un gün olur asla bedel kitabında mankurtlaştırma örneğini görebiliyoruz. Kısaca mankurtlaştırma; bir insanın kafasına geçirilen deve derisiyle uzayan saçların tersine dönüp beynine ulaşması, o beyni sarmalaması temelinde o insanın kendi gerçekliğini, tarihini ve insan olduğunu dahi unutturduğu temel bir uygulamadır. İşte bir insana verilebilecek en büyük cezalardan birinin bu olduğunu görüyoruz ki o mankurtlaşan bir insan annesini dahi gördüğü zaman onu tanıyamıyor. Böyle bir dramatik bir hikâye şeklinde bir anlatıdır.
Bu durumu hegemon sistemin temel bir politikası, stratejisi ve uygulaması olarak adlandırdık. Ve günümüzde de kuşkusuz bu devam ediyor.
Günümüz kapitalist siteminde ve hegemon zihniyetinde, mankurtlaştırma, insanı toplumdan koparma, süslü, liberal kelimelerle insana dayatılan müthiş bir bireyciliğin olduğunu görüyoruz. Aslında günümüz liberal sisteminin insana dayattığı bu bireycilik, orta çağa katı dogma Hristiyan anlayışının veya kazak toplumunda yapılan mankurtlaştırma uygulamasının daha süslü ve temel yasallaştırılmış bir versiyonu olduğunu söyleyebiliriz. Bunu çok rahat bir şekilde dile getirebiliriz. Bunun yasası oluşturulmuş. Süslü kelimelere dökülmüş ve aslında günümüzde insana dayatılan hayvanlığı, insanı yarattığı toplumsal tarihten ve toplumsallıktan koparıp bireysel haklar temelinde, bireysel özgürlükler temelinde insanı insanlıktan kopardığını görebiliyoruz. Ve bu öyle bir düzeye gelmiştir ki insan kendi gerçekliği, hakikati karşısında, insanlıkla savaşır insanlığa karşı mücadele eder bir düzeye gelmiştir. Günümüz kapitalist sistemi böyle vahşi ve insanlığa dayattığı alçaklık vardır. O yüzden başta da belirttiğimiz gibi insan olmanın yegâne koşulu toplumsallıktır. Toplumsal mücadeledir. Toplumsal tarihtir. Biz onunla var olduk, onunla insanlaştık ve ancak yine onunla toplumsal bir mücadeleyle kendi hakikatimizle buluşabiliriz.
İnsanlığımızla bütünleşmenin mücadelesini veriyoruz
Bu anlamda, günümüz sisteminde özellikle bir Kürt ve Kürt toplumunu özel olarak ele aldığımız zaman bir Kürt, birey olarak en iyi yerlerde okuyabilir, birey olarak sistemin veya devletin en önemli mevkilerinde en önemli görevlere sahip olabilir ama bir Kürt toplumsal bir halka sahip olamaz. Bir Kürt toplumsal bir hak için mücadele ettiği zaman, toplumsal bir haktan bahsettiği an direkt olarak terörist yaftalanmasıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Bir toplumun; toplumsal bir bilinç oluşturup, toplumsal mücadele geliştirip, toplumsal özgürlük istemesi, beyan etmesi, bu topluma dayatılan bir soykırım şeklinde cevap buluyor. Bir de bir Kürt olarak bu toplumsallığı yaratan, sadece Kürt toplumunu değil bütün dünya halklarının, bütün toplumun özgürlük ve hakikatle buluşmasını amaçlayan Önder APO’ya bakalım. İmralı tecritti tam da bunun en somut göstergesidir. Sistemin o vahşi ve alçak yüzünü en somut şekilde bize gösteren uygulamadır. İmralı sistemiyle bugün yarattıkları F tipi hapishaneleriyle bizim arkadaşlarımızı, Önderliğimizi toplumdan koparmak istiyorlar. Ve sadece bireysel haklar dayatıyorlar. İşte buna karşın da Önder APO’nun izolasyon ve toplumdan koparma uygulamalarına karşı vermiş olduğu, yaratmış olduğu paradigma, tamamen insanlığı tekrar toplumsallığıyla buluşturma, insanlığın günümüz bireycil, bencil ve sadece kendini düşünen alçak ve aşağılık bir yaşama karşı toplumsal bir yaşamı oluşturmanın sistematiğidir.
Demokratik Konfederalizm böyle bir mücadeledir. Sistemin bütün uygulamalarını İmralı’da bütünleştirdiği, İmralı’da Önder APO’ya dayattığı bireyciliği, toplumdan koparıp yaşarken ölmeyi farz etmelerine karşı Önder APO müthiş bir toplumsallıkla karşılık verdi. Önder APO bir birey olarak değil, tarihsel toplum olarak buna karşı direndi ve tarihsel toplumun yeniden var olabilme, kendi hakikatiyle bütünleşebilme koşullarını Demokratik Modernite paradigması ile ortaya koydu. İşte bizde bugün bu Demokratik Modernite paradigması temelinde tekrar insanlığımızla, toplumsallığımızla bütünleşmek ve onu yeniden yaratmanın mücadelesini veriyoruz.
İnsanlığa karşı dayatılan soykırıma karşı mücadele etmemiz gerekiyor
Yine aynı zamanda bugün Avrupa’ya sürgün edilen, Kürdistan’ın insansızlaştırılması temelinde Kürt toplumunun yönünü Avrupa’ya vermesi, Özel Savaş Politikaları ile Avrupa devletlerinin Kürt toplumuna, Kürt gençliğine dayattığı entegrasyon ve asimilasyon politikası bu tarihsel politikalardan kopuk değildir. Entegrasyon ve asimilasyon adı verdikleri, mankurtlaştırmanın yasallaşmış ve biraz da süslenmiş halidir. Entegrasyon toplum kırımının, bir toplumu soykırımdan geçirmenin, bir kültürün yok edilmesinin yasal ve süslenmiş halidir. Bize Avrupa’da dayatılan da özellikle Avrupa’ya göçertilen toplumumuza dayatılan da işte bu gerçekliktir. Avrupa’da yaşayan Kürt gençliği olarak özelde ülkesinden koparılmak istenen, genel olarak insanlığından koparılıp, bencilliğin ve bireyselliğin bize dayatıldığı sisteme karşı yönümüzü Önder APO’ya dönmeliyiz. Önder APO’nun İmralı işkence ve tecrit sisteminde, toplumdan koparılıp, nefes alırken ölüm dayatmalarına maruz kalmasına karşı Önder APO’nun kendi toplumsallığını yaratmasını esas almalıyız. Önder APO bu gerçeği şöyle somutlaştırdı. “Ben tarihte insan ve insanlık adına ne kadar güzel şey varsa süzülmüş bal kıvamında sizlere sunuyorum” dedi. İşte Önder APO’nun bize sunduğu bu paradigma temelinde; örgütlenip, Önder APO’nun bize vermiş olduğu görev ve sorumluluklar temelinde mücadele etmemiz gerekiyor. Önder APO’nun bir bireysel olarak değil kendini tarihsel toplumla bütünleştirdi. Önder APO’nun Kürt toplumu ve Kür toplum gerçekliğiyle bütünleştirdiği ve toplum kırımına karşı vermiş olduğu mücadeleyi kuşkusuz bizim de esas almamız gerekiyor. Kürt gençliği olarak bize dayatılan bu mankurtlaştırmayı, entegrasyon ve toplum kırımına karşı Önder APO gerçekliğiyle bütünleşmek ve Önder APO’nun yaratmış olduğu tarihsel, toplumsal gerçeklikle onun sistemi olan Demokratik Modernite mekanizmaları olan meclis ve komünlerde yer alarak, insanlığa karşı dayatılan soykırıma karşı mücadele etmemiz gerekiyor.
Sonuç olarak şunu belirtebiliriz; toplumsallık yalnızca bir varlık biçimi değildir. İnsanın gerçek özgürlüğünü ve kimliğini bulma yolundaki en derin ve en önemli süreçtir. Bu sürekli bir dönüşüm, sürekli bir mücadele gerektirir. Bu dönüşüm kendiliğinden olmaz. Bu dönüşümü yaratacak olan, bu dönüşümün öncüsü olacak olan da kuşkusuz APOCU gençliktir. İnsanın özünü ve toplumsal gerçekliğini bulma arayışı her an değişen bir dengeyi oluşturur ve nihayetinde insan özgürlüğünü yalnızca kolektif bir bilinçle ve toplumsal bir yaşamla mümkün kılabilir. O yüzden bizim de Önder APO’nun yaratmış olduğu toplumsal gerçeklikle buluşup, Önder APO’nun sisteme karşı vermiş olduğu o toplumsal direnişle en büyük darbeleri vurmamız gerekiyor.