HABER MERKEZİ
Kadınlar kendi cinsiyetlerinin tahakkümü altında yaşayan canlılardır. Herhangi bir toplumda kadın ya da erkek olarak doğmak basit biyolojik olgular olmaktan ziyade, sosyolojik anlamlarla yüklü olgulardır. Kadınlık ve erkeklik imgeleri, içinde bulunulan toplum tarafından belirlenir.
Toplumsal cinsiyetçiliğin belirlediği bu rollerde kadın tahakküm altında olan varlık iken, erkek tahakküm kurma gücüne ve araçlarına sahip olandır. Toplumsal ve tarihsel gerçekliğin yarattığı sonuçlarla erkekler iktidara, güce, askerliğe, orduya ve devlete daha yatkındırlar. Güce ve iktidara endeksli sosyal, siyasal ve askeri alanlar erkeklerin alemidir. Kadınların rolleri ise, dünyanın neresine gidersek gidelim neredeyse ortak bir erkek refleksi biçiminde ortaya çıkar.
Toplumsal iradenin görünürde biçim bulduğu tüm kurumlar erkekçedir.
Gezegenimizdeki tüm erkeklerin ister Doğu ister Batı, ister sağcı ister solcu olsun buluştukları ortak nokta kadınların statülerine ve rollerine ilişkindir. Kadınların rolleri çoğunlukla üreme ve aile yaşamıyla sınırlı sayılır. Sosyal ve siyasal yaşamı, ilişkileri, cinslerin rollerini ve konumlarını belirleyen teoriler ve öğretilerdir. Geleneksel sınırları aşamayan öğretiler ve sosyal bilimler üzerinde muazzam düzeyde etki gücünde bulunan, Aristotales ve onun mantığıdır. Erkekliğin bakış açısının zihniyet düzeneklerinin oluşumunu, kendini öğretileştirmesini Aristotales’e kadar ötelere dayandırabiliriz. Aristo’nun felsefesi, kadının özsel zayıflığını ve erkeğe zorunlu bağımlılığını teorileştirir.
Aristo tarafından kadınlar ve erkekler ayrı tutulup, ayrı çalışma alanlarında yer alma zorunlulukları sistematik ifadeye kavuşturulur. Erkeklerin alanları kadınların alanlarından öyle ayrılır ki, bu sınıflaşma belli bir süre sonra kanıksanır ve adeta doğallaşır. Bugünün sosyal bilimcileri araştırmalarının çoğunu bu çatallaşmayı benimseyerek yaparlar. Sosyal bilimciler tarihi ve toplumsal gelişmeleri değerlendirirken genellikle sosyal, siyasal, askeri ve kültürel alanlarda öne çıkan kişiliklere odaklanırlar. Bu belirgin kişiliklerde çoğunlukla erkeklerdir. Zira bu mantıkla kadınlar tarihin gölgesinde kalırlar. Yöntemde ve bakış açısında hâkim olan Aristo mantığının oluşturduğu erkeksilik, tarihin kronolojik bir dizim ve erkeklerin tarihi olmaktan öteye geçememesine neden olur.
Tarihte zaferleri kazananlar, savaşlarda korkusuzca çarpışanlar, muzaffer komutanlar, uluslarının kaderlerini belirleyecek anlaşmalar imzalayanlar hep erkeklerdir. Tarih filminde kadına düşen rol ise, eşinin iyi bir destekleyicisi olmak, gözü yaşlı beklemek, çocuk doğurmak, en iyisinden eşi ölünce onun yerine zorunluluktan ülkesini yönetmektir. Erkekler tarihin makro kısmının inceleme alanını oluştururken, kadınların bulundukları alanın tarihin mikro kısmını oluşturduğu düşünülerek, mikro tarih anlayışıyla ele alınırlar. Mikro tarih anlayışı tarihin tek yanlı olmasının önüne geçme amaçlı mektuplardan, günlüklerden, hikayelerden, anılardan çıkarılan sonuçlarla zaman dilimlerinin anlaşılmaya çalışılmasıdır. Kadınların eril baskılara karşı nasıl direneceklerine, alternatifleri nasıl yaratacaklarına ilişkin sorunlarımıza bir anlamda kadınların illegal çalışmalarını inceleyen mikro tarih anlayışıyla yanıt bulabiliriz.
Toplumsal iradenin görünürde biçim bulduğu tüm kurumlar erkekçedir. Erkeklerin teorileri yaşamın her alanında kolaylıkla yer edinebilir. Nedeni ise yaşamın bizzat kendisinin erkekçe yaşanmasıdır. Çağlara göre güç kaynakları ne ise erkekler o güç kaynaklarını ellerinde bulundururlar. Önceleri devlet, ordu, siyaset şimdilerde ise bunlarla birlikte bilgi edinmeyle bilginin en fazla erkek sistemini kurumlaştırmak için pragmatistçe kullanılmasına tanık oluruz. Yaşamın güç kaynaklarının merkezinde olanlar, yaşamın da merkezinde olurlar. Yaşamın iradesini de, rengini de, sesini de belirlerler. O yüzden bugüne kadar yaşamı belirleyen tek ses, tek renk vardır, o da erkek rengidir. Kadınlara sürekli olarak itaat, ölçülülük, sessizlik, ağırlık, olgunluk öğütlenir ve bunlar kadınlık erdemleri olarak teşvik edilir. Erkeklere ise yaşamın her alanında faal olmaları dayatılır. Kadının anatomisi bir yazgıya dönüştürülmeye çalışılır. Kadınlar yardım edilmeye, korunmaya muhtaç olanlardır, ağlayıp sızlamak, erkeğe sığınmak kadınlık erdemleridir. Kadınları korumak, kahraman olmak, cesaretli savaşçılar olmak ise erkeklerin görevidir.
Murathan Mungan’ın öykülerini inceleyen Hakkı Engin Giderer, toplumsal cinsiyetçiliği oldukça sade ama derinlikli bir biçimde ele aldığından burada değinme gereği duyuyorum. Giderer’e göre ‘Cenk Hikayelerinde’ki’ öykülerin önemli bir kısmının erkek adını taşıması cengin erkek işi oluşunu imler. “ Kasım ile Nasır adlı öyküde toplumsal iradenin erkeksiliği, babanın Hazer beye verdiği öğütte şöyle dile getirilir; “sevdalanmak erkeği zayıf düşürür. Sevmek kadının işidir. Erkeğe korumak, himaye etmek düşer. Erkek de sever elbet, lakin ailesini, kavmini, atları, silahları, savaşı, kan akıtmayı sever. Düşmanını da düşmanca sever.” Giderer’in yaptığı bu değerlendirme bizlere toplum tarafından kadına ve erkeğe biçilen rollerin ve mekânların öykülere bile konu edilerek benimsetilme çabası içerisinde olunduğunun kanıtıdır. Erkeğe ve kadına neyi, nasıl sevmesi gerektiği toplum tarafından öğretilir. Cinsler arası uçurum gün geçtikçe derinleşir ve öğrenilen davranış kalıplarına dönüşür.
Savaşmak, özgürce bir dakika yaşamak kadınların özlemleri olarak kalmamalı
Kadınların bu imgeleri reddettiği, gelenekselliklere meydan okuduğu zamanlar olur. Fakat dayatılan imgeler çoğunlukla erkekler ve kadınlar tarafından içselleştirildiğinden, hatta yaşam reflekslerine dönüştüğünden, bu imgeleri reddetmek, reddedenin acı ve yalnızlıkla yaşamasına neden olur. Kadınlar olağanlıklara meydan okumalarının bedellerini işkenceyle, baskıyla, toplumun dışına atılmakla öderler. Sıra dışı kadınlar bazen cadılıkla, bazen fahişelikle, bazen deli olmakla bazen de cinsinin erdemlerini unutmakla yaftalanırlar. Zira her kadın bu sıra dışılığı sergileyecek cesareti bulamaz. Duyduğumuz, bildiğimiz hatta sahiplendiğimiz kadınlarda istisna olarak kalmaya mahkum olurlar.
Kadınlık imgelerinin en derinden ve statükocu bir biçimde ele alındığı alan ordulardır. Tarihte orduları incelediğimizde kadınların silik izlerine rastlamaktayız. Ordularda yer alan kadınlar genelde cephe gerisinde, savaş dışında alt yapı hazırlıklarında, yaralıların tedavisinde, erkek savaşçıların giysilerini dikmekle meşguldürler. Tarihte kadınların kendilerine has bir orduları olup olmadığını sorduğumuzda, aldığımız cevap hayırdır. Dünyadaki büyük burjuva devrimler, yine proleter öncülüklü devrimler incelendiğinde görülecektir ki, devrimler ister burjuva, isterse proleter öncülüklü olsun, erkek ordularıyla gerçekleştirilir ve bu devrimler erkek devrimleridir. Sorun salt kadının devrimde ordu saflarında yer alması da değildir. Kadının orduda hangi amaçlarla ve hangi etki düzeyiyle yer aldığıdır. Önemli karar mekanizmalarında bulunmadığı, söz hakkına, savaş hakkına sahip olmadığı sürece, kadının ordu çalışmalarında yer alması kadın cinsinin özgürleştirilmesi açısından bağımsızlıkçı bir değer ifade etmez.
Gelişen devrim süreçlerinde yine bazı devletlerin ordularında kadınlar vardır. Ancak kadınların katılımları kadın cinsinin iradesel gelişimini sağlayabilecek, kadını cinsel meta olmaktan kurtarabilecek, geleneksel cins yargılarını kırabilecek düzeyde bir katılım değildir. Kadın bakış açısı ve anlayış düzeyinden uzak bir katılım sergilendiğinde, erkekler kadınların orduya katılımlarını onayladılar. Kadınlara ellerine silah alıp orduda yer almak çekici geldi. “Ne olursa olsun hangi mantıkla katılırsam katılayım, orduda yer almalıyım” mantığını geliştirdi. Bakış açısında hakim olan erillik, kadına ya cephe gerisini layık gördü ya da kadın bakış açısından uzak, öz kimliğini reddeden erkek karakterine bürünmüş kadın kişiliklerini şekillendirdi. Yılların emeğine dayanan ve dünyanın birçok ülkesinden kadınların kolektif emeğinin ürünü olan “Kadınların Tarihi” adlı beş ciltlik araştırma kitabında bile kadın-ordu, kadın-savaş ikilemlerine rastlamadık. Rastladığımız kısa bir bölümde bakalım bu olgular nasıl ele alınmış; “savaş; dört başı mamur erkek edimi geleneksel rolleri sağlamlaştırma eğilimindeydi. Özellikle kadınlarda suça teşvik için düşünülen bir retorik ve yüksek disiplin atmosferinde, her iki cins anayurdun hizmetine seferber edildi; erkekler cephede, kadınlar cephe gerisinde, orada kadınları dikiş dikerken, yara sararken, yemek pişirirken ve her şeyden önce yaralılara bakarken görürüz…
Birçok kadın savaşmak Clorinde, Jean d’Arc ya da Grande Mademoiselle’nin izinde yürümek, kılıç sallayarak imdada yetişmek istedi. Fakat silah kullanmalarına izin verilmedi. Sylvain Marechel, ‘kızların ve kadınların nöbet tutmaları ve devriye gezmeleri uygun mu, hatta edeplice olur mu?’ diye soruyordu. ‘Herhalde, askerleri kadınlaştırmak’, diye de ekledi. Zira sorun bir cinsellik sorunuydu. 30 Nisan 1793 tarihli yasa gönüllü ordularına katılan kadınlara evlerine geri dönmelerini emretti ve kadınların daha fazla askerlik yapmalarını yasakladı. Ne var ki birkaç kişi kılık değiştirerek saflarda kaldı. Fakat ondan sonra ordulara katılmaya çalışan kadınlar ayıplandı… Kadınların Yunan bağımsızlık savaşına hem silahlı savunmaya, hem levazım işlerine katılımı uluslararası kamuoyunun dikkatini çekti. Devrim saflarında kurmay düzeyinde kadın komutanlar bile vardı ve erkek meslektaşlarıyla eşittiler. Zengin kadınlardı, servetlerini ve itibarlarını davanın hizmetine sokan Yunanlı gemi sahiplerinin kızları ya da dul kadınlardı. İkisi epeyce ünlendi.
Dostlar Cemiyeti’nin patroniçesi, ayaklanmanın temelini atan ve Hurşit paşanın haremindeki kadınların güvenliğini sağlamayı becerdiği Trablusgarp kuşatmasında önemli bir rol oynayan Türklere karşı üç gemiye komuta eden ve muharebede ölen Lascarina Boubouline (1783–1825) ve kendi adası Mykonos’un önde gelen erkeklerini ayaklanmaya katılmaya ikna eden Mado Mourogenous( 1797–1838), Chio katliamından 1822’den sonra bir milis örgütlenmesi yaptı ve elde silah komuta etti. ‘Siz bir balo anını özlediğiniz kadar, ben de bir savaş anını arzuluyorum.’ Daha sonra Mado mirasını çarçur ettiği için ailesi tarafından reddedildi, yalnızlık ve yoksulluk içinde öldü.” Savaşmak, özgürce bir dakika yaşamak kadınların özlemleri olarak kalmamalıydı.
Kadın ordulaşması salt askeri amaçlarla kurulan bir ordulaşma değildir
Kadın ve askerlik imgeleri, savunulmak bir yana kadının savaşçılığını engellemek için her türlü skandala konu olacak biçimlere bürünmüştür. Ulusal mücadelelerde kadınların desteği olmalıdır. Çünkü kadınlar da uluslarının birer parçalarıdırlar. Ulusları için mücadele etmek onların da hakkıydı. Ancak kabul edilebilir ölçülerde olmalıydı. Kabul edilebilir ölçü de cephe gerisiydi. Kadınlar için belirgin roller kabul görmüyorlardı. Kadınlardan ulusal çıkarlar adına sessiz kalmaları beklendi. Aynı yaklaşımın proletarya devrimlerinde de farklı bir versiyonu açığa çıktı. Devrimci kadınlardan beklenen, işçi sınıfının çıkarları için sessiz kalmalarıydı. Eril âlem, kadınlara kendisi dışındakilerin çıkarları için kendi çıkarlarından feragat etmeyi öğütledi. Ulusunun çıkarları, sınıfının çıkarları, ailesinin çıkarları, erkek dünyasının çıkarları için kendisinden vazgeçmeye alıştırılan kadın özünde özgürlük mücadelesi yürütenler adına en büyük kötülüğe de neden oldu.
Kadının kendi olarak özgürlük mücadelesine katılmayışı, devrimlerin kaybediş nedenidir. Savaş zamanlarında erkeklerle omuz omuza mücadele yürüten kadınların, savaştan sonra normal toplumsal yaşama geri dönüldüğünde tekrar eski rollerine dönmeleri beklendi. Ulusal bağımsızlık mücadeleleri, cinsiyet ilişkilerini değiştirmek için çaba içerisine girmedi. Yirminci yüzyılda gerçekleşen mücadelelerde aynı sonucu tekrarlamaktan öteye gidemedi. Oysaki devrimler, mevcut iktidar yapılarına ve günlük rutinlere bir tehdit oluştururlar ve bu nedenle toplumsal cinsiyet ilişkilerini bozma potansiyelleri vardır. Fakat realite maalesef böyle olmaz. Çoğu zaman devrimci hareketler içerisinde bağımsızlık adına en derin toplumsal cinsiyetçiliğin dayatılmasına tanık oluruz. Özgürlükçü hareketler içerisinde yaşanan toplumsal cinsiyetçilik örneklerinin kendini gizleme gereği duymadan oldukça kaba ve açık biçimde yansıttığı saha, ordu sahasıdır. Kadınlara savaşmak için erkek yoldaşları gibi olmaları dayatılır. Bu yüzden birçok kadın, ülkesi ve özgürlüğü için savaşabilmenin yolunu, saçlarını keserek, erkek giysileri giyerek, kadın olduğunu gizleyerek, erkek kimliğiyle kendini tanıtarak kadınlığından vazgeçmekte bulur. Girdiği çatışmalarda ve eylemlerde yaralandıktan sonra kadın oldukları anlaşılan özgürlük savaşçılarının sayısı hiç de az değildir.
Kadının bu kötü tarihi, Önderliğimiz ve özgürlük ordumuzla bozulmuştur. Önderliğimiz, dünyada bir ilk olan kadın ordulaşmasını kadına hediye etmiş ve böylelikle kadının her anlamda kendi gücünü tanımasını sağlamıştır. Kadın ordulaşması salt askeri amaçlarla kurulan bir ordulaşma değildir. Aslında kadının askerileşmesi, geleneksel değer yargılarına karşı bir başkaldırıdır. Toplumsal cinsiyetçiliğin özgürleştirilmesidir, kadına dayatılan geleneksel rollere karşı isyandır.
Şerda Mazlum