HABER MERKEZİ – Kalbinin hikayesini anlattın bir keresinde. Kalbinin hikayesinin başladığı yer bir orman ve çiçek ülkesiydi. Yıldızların altında yol aldığın ilk gecenin ertesiydi. Terlemiştin, dağ rüzgarı tenine değiyordu hafiften. Uzaklardan gelmiştin. Başlangıcı olmayan yokluklardan, yalnızlıklardanve sessizlikten… O yıldızlı gecede asırlardır süren sessizliğe yürümüştün. Katettiğin yoldan fazlası önünde uzanıyordu. Terini sildin ve yaşlı bir meşe ağacının gölgesine oturdun. Sırtını ağacın yaşlı gövdesine dayadın. Gözlerinin ucunda uçsuz bucaksız
yeşil bir derya. Gözlerini kapadığında hikayen başladı, yeniden açtığında o hikayenin yollarında yürümekteydin. “Gönlü açıklık ister bilmek, bunu unutma” dedin. Kalbinin hikayesini anlattığın defter miydi, etrafında toplanıp dilinden dökülen sözcükleri sevgiyle bekleyen arkadaşların mıydı? Başını yasladığın taşlar ve ağaçlar mıydı? Nerede başladın anlatmaya ve kimler dinliyordu dinledi seni? Arkadaşların desem eksik kalır.
Dersim dağları desem yetmez, dağları dolanan patikalar mı, vadilerde hala sesleri duyulan masal kuşları mı, karları yararak yeryüzüne ulaşan narin çiçekler mi ya da…
Anladım ki sen kalbinin hikayesini defalarca yürüdüğün bir ülkeye anlattın. İnsan demedin, hayvan, ağaç, su demedin. Hissettiğin herkese anlattın. Gönlünce. Zorlanmadan, zorlamadan. Biraz kırmızıydı, biraz çocuksuydu, çokça yeşil vardı içinde. Mavi gökten bir parça vardı. En çok da sen vardın. İstedin ki anlattığın herkes kalbinmiş gibi eline alsın, koklasın, dokunsun. Sevdiğin herkes ve her şey içinde olsun istedin. Yaşam ertelerken sen yakınlaştın, kalbini sunarak, değişerek… Uzak da olsan ayrılığın anlamını kendinde sağaltarak, hep sevdiklerinle olarak… Hem ayrılığın ne anlama geldiğini tam olarak bilmek
gerekmiyordu ki. “Her şey tam olmaz da, bu kadar da yarımlıklar iyi değil” dedin.
Yarım kalmamalıydı hayat. Sen, kalbine kalbindekileri yazıyordun. Biraz daha kavga ettin, biraz daha sevdin, biraz daha dokundun acıyan yanlarına zamanın. Yürüdün hep yürüdün. Öyle hafifledi kalbin. Ne güzel! Kalbinin hikayesini anlatırken son sözünü söyledin, bu yaşamda tamı tamına yaşıyoruz ayrılığı, acıları ve daha nice şeyleri… Sonra kıvrıldın meşe ağacının serin gölgesine… Uyudun, gökteki
yıldızları izleyerek. Uykunun en derin yerinde yaşamının rüyasını gördün. Gündüz adımlayamadığın yerleri gezdin, dağ keçileriyle kayalara tırmandın. Dağın zirvesinde yıldızlara uzandı elin, dünyadan da uzaklara
vardın. Anladın ki, her gece rüyanda gördüğün yaşadığın hayattı. Ve her gün yaşadığın bir rüyaydı.
Uyandığında yollara düştün yeniden. Yürüdükçe terledin, mavi bir mendil ile terini sildin. Ve o mavi mendil cebinden düştü. Senden taşıdığı izlerle bir zaman sonra toprağa karıştı. İzlerin her yerde. Genç arkadaşlarına sevgiyle dokunduğun parmaklarının izi. O vedalaşma anlarının görüntülerine bakıyorum. Arkadaşlarını uğurlarken, tokalaşmak ya da onları kucaklamak yetmiyor sana. Bir de mutlaka ellerinle dokunuyorsun omuzlarına, ellerine, şakaklarına. Son bir kez daha sevgini veriyorsun. İşte o son dokunuşunun izi kaldı, gözlerinin değdiği her yerde ve gözlerinin karşılaştığı her insanda.
Düşünsene onlara her baktığımızda seni görüyoruz, bize seni anlatıyorlar, burada yanı başımızdaymışsın gibi. Dağların, yolların her ayrıntısında senden izler var. Dokunduğun her yerde ve herkeste izlerin duruyor. Yürüdüğün patikalar, susuzluğunu gidermek için kana kana içtiğin çeşmeler, aştığın dağlar, dibinde uyuduğun meşe ağaçları, meşelerin dallarında öten kuşlar, zamana bıraktığın izler…
Herkesin sana dair anlatacağı bir anısı var şimdi. Herkesin kesesinde bir sözün var. Seni hatırlarken gülümsüyor herkes, kızgınlar dahi unutuyor neye öfkelendiklerini. Hala yeryüzünde olmak böyle bir şey mi? Ya da “izin kaldı” sözünün somut anlamı bu mu? Varsın. Varlık öyle kolay silinen, yok olan bir şey değil ki zaten. Dokunduğun taşlar, ağaçlar, eşyalar seni anlatıyor şimdi. Ve anlatacaklar her daim. Dağda yaşamaktan derisi kalınlaşmış bir parmak, kalbine ışık tutacak. Evet o bir dağ insanıydı diyecekler.
KALBİMİN HİKAYESİ