HABER MERKEZİ – 9 Ekim komplosu imha amacını başaramayınca 15 Şubat komplosu olarak Önder Apo’nun Türkiye’ye verilmesi ve idam edilmesi biçimini aldığını belirten PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, “Komplo bu temelde devam ettirilmek ve sonuca götürülmek istendi. Küresel kapitalist modernite sistemi, Önder Apo var oldukça PKK’yi tasfiye, gerillayı ezme, dolayısıyla Kürt soykırımını gerçekleştiremeyeceğini gördüğü için Önder Apo’yu imha ve tasfiye etmek üzere böyle bir uluslararası komployu planladı” dedi.
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik 9 Ekim 1998’de başlatılan uluslararası komplonun yıl dönümü vesilesiyle ANF’nin sorularını yanıtladı. Kapsamlı söyleşimizin ilk bölümü şöyle:
Komplonun başlangıç tarihi olan 9 Ekim 1998’e gelindiğinde dünya, bölge ve Kürdistan’da nasıl bir siyasi ve askeri tablo vardı?
Öncelikle 24 yıldır uluslararası komplo saldırısına karşı tarihin en büyük ve anlamlı direnişini yürüten Önder Apo’yu saygıyla selamlıyorum. Uluslararası komploya karşı “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla Önder Apo etrafında ateşten çember oluşturan kahraman şehitlerimizi, bu direnme sürecini başlatan Halit Oral ve Aynur Artan yoldaşlar şahsında saygı, sevgi ve minnetle anıyorum.
Komploya karşı Önder Apo etrafında kenetlenerek özgürlük mücadelesini en ağır koşullarda ve her türlü bedeli ödeme temelinde yürüten, ağır acılar yaşayan ama Önderlik çizgisinden ve özgür yaşamdan asla vazgeçmeyen Kürt halkını kutluyorum. Komploya karşı yürütülen bu tarihi mücadelenin mutlaka zaferle sonuçlanacağına ve bu temelde Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüyle Kürt halkının, kadınlarının ve gençlerinin özgür yaşamının sağlanacağına yürekten inanıyorum.
Kuşkusuz 20. yüzyılın son çeyreğinin en önemli olayı 9 Ekim 1998’de başlatılan uluslararası komplo saldırısıydı. Zaten komplo saldırısını yürüten ya da bir düzeyde bu saldırının içinde olan birçok çevre, Önder Apo’yu, 20. yüzyılın son devrimcisi olarak tanımlamıştı. Dolayısıyla tarihe yön veren devrimci liderler, önderler, komutanlar, savaşçılar ortaya çıkmış ve insanlık değerlerinin oluşumuna katkıda bulunmuştur. 20. yüzyıl daha şimdiden tarihlere büyük devrimler yüzyılı olarak geçmiştir.
Bu büyük devrimsel harekete karşı 20. yüzyılın son çeyreğinin genel bir karşı devrimci saldırı olarak da tanımlandığı bilinen bir gerçektir. Yüzyılın ilk çeyreğinde ve ortasında yaşanan devrimci gelişmeler, aynı yüzyılın son çeyreğinde tasfiye edilmiştir. Tarih yapan devrimciler, bu sefer tarihten silinmek istenen kişilikler haline getirilmiştir. Bu sürece karşı çıkan, yüzyılın devrimci karakterini Kürdistan’da Özgürlük Mücadelesini geliştirerek ısrarla sürdüren önder kişilik, Önder Abdullah Öcalan olmuştur. Bu bakımdan da yüzyıl tamamlanmadan bu karşı devrimci güruh, Önder Abdullah Öcalan’ı da imha ve tasfiye ederek 20. yüzyılın büyük devrimler yüzyılı olma gerçeğini tarihe gömmek istemiştir. Dolayısıyla uluslararası komplo gerçeğini ve komploya karşı yürütülen mücadelenin tarihi önemini öncelikle bu çerçevede ele almak ve değerlendirmek gerekir.
Bilindiği gibi 20. yüzyılın başlangıcı yoğun bir silahlanma ve onun getirdiği I. Dünya Savaşı olmuştur. Kuşkusuz I. Dünya Savaşı’nın en önemli olayı da 1917’deki Rus Devrimi’dir. 20. yüzyıla, dünya genelinde Lenin öncülüğünde gerçekleştirilen bu devrim damgasını vurmuştur. 20. yüzyılın sonları da bu devrimci gelişmenin çöktüğü, çözüldüğü, tarihe gömüldüğü bir süreç olmuştur. Bu da III. Dünya Savaşı dediğimiz süreç olarak gelişmiştir. 20. yüzyılın sonunda III. Dünya Savaşı kapsamında gelişen en önemli olayın da Önder Apo’ya yöneltilen uluslararası komplo saldırısı olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz.
Aslında 1917 Rus Devrimi’yle küresel düzeyde işçilerde, emekçilerde, kadında ve gençlerde oluşan özgür yaşam umudu, Önder Apo’ya yöneltilen uluslararası komplo saldırısıyla söndürülmek istenmiştir. Bunlar çerçevesinde 9 Ekim 1998 uluslararası komplo saldırısının başlatıldığı süreçte genel askeri ve siyasi durumun özelliklerinin neler olduğunu değerlendirmek için genel planda bir bütün olarak 20. yüzyıl gerçeğine ve onun özelliklerine bakmak, daha dar ve özel planda ise 1990 başında Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve çöküşüyle başlayan süreç temelinde bakmak gerekiyor.
Bilindiği gibi 20. yüzyıla damgasını vuran 1917 Rus Devrimi’nin ortaya çıkardığı Sovyetler Birliği sistemi, 1990 başında kendi iç çelişkileri temelinde çözülmüş ve çökmüştür. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ile içine girilen ve adına ‘soğuk savaş’ denilen sürecin sonu bu biçimde Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve çöküşü olmuştur. Birçok çevre bu olay gerçekleştiğinde bunun ABD’nin büyük zaferi olduğunu değerlendirmiştir. Hatta bu temelde ABD’nin Dünya İmparatorluğu kuracağını düşünen ve ifade eden siyasi liderler de görülmüştür.
Bütün bunlara karşı Önder Apo’nun değerlendirmeleri çok daha farklı olmuştur. Önder Apo, bu görüşleri doğru bulmamış, tersine “çözülen ve çöken Sovyetler Birliği, başarısız kalan ve gerileyen ABD olacaktır” demiştir. ABD’nin gücünün Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele içinde ortaya çıktığını, dolayısıyla da küresel etkinliğinin Sovyetler Birliği’nin varlığına bağlı olduğunu değerlendirmiştir. Başlangıçta bu görüşe çok itibar edilmezse, maddi gerçekliğe fazla uygun görülmezse de geçen 30 yıllık sürece dönüp bakıldığında aslında özü itibarıyla doğrulananın, Önder Apo’nun görüşleri olduğu açık ve net bir biçimde ortaya çıkıyor.
“Yeni dünya düzeni stratejisine doğru”
1990 başında Sovyetler Birliği çözülür ve dünya III. Dünya Savaşı sürecine girerken ona paralel olarak Ortadoğu bölgesinde başka ilginç bir olay daha yaşanmıştır. Bu kadar önem taşıyan bu olay nedir? 2 Ağustos 1990’da Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak ordularının Kuveyt’e girişi ve işgal edişidir. Söz konusu işgal girişimi Ortadoğu’da önce Körfez Krizi, ardından Körfez Savaşı denen yeni bir süreci ortaya çıkartmıştır. Dolayısıyla Ortadoğu’da başlayan bu yeni süreç, dünyada başlayan yeni süreç şeklinde vücut bulmuştur.
Şimdi bu noktada Sovyetler Birliği’nin çözülüşü mü Saddam Hüseyin yönetimini Kuveyt işgaline yöneltti, yoksa Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali mi kendi içinde çözülen ve çökmekte olan Sovyetler Birliği’nin kesin çöküşü için son darbe vurma oldu? Elbette bu soru tartışılabilir. Fakat bunların eş zamanlı gelişmesi kesinlikle bir tesadüf değildir.
O halde Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgalinde Sovyetler Birliği’ne karşı küresel düzeyde mücadele eden güçlerin etkisini görmek gerekir. Yanlış anlama olmamalıdır. Fiili olarak Sovyetler Birliği’ndeki durumun Saddam Hüseyin yönetimini Kuveyt işgaline yönlendirdiğini ifade etmiyoruz. Şunu söylemek istiyoruz: Sovyetler Birliği çökerken ona karşı küresel düzeyde mücadele eden ve böylece küresel hegemonya kurmak isteyen güçler, söz konusu amaçlarını gerçekleştirecek planlı bir stratejik saldırı yapabilmek için özellikle Ortadoğu’da Körfez Krizi ve Savaşı gibi bir siyasi ve askeri olaya ihtiyaç duymuşlardır.
Bu bakımdan aslında Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt işgaline ABD’nin ne düzeyde etkide bulunduğuna dair insan tam bir şey söyleyemez. Çok fazla etkide bulunmamış olsa bile en azından karşı çıkmayacağını söyleyip olur vererek, zımni bir teşvikte bulunduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Kuşkusuz çok fazla kurguculuk siyasi süreçleri doğru ve yeterli izah etmez. Bu bakımdan kurguya çok fazla yer vermemeliyiz ama Saddam Hüseyin yönetiminin ABD Büyükelçisi’yle görüştükten ve ondan zımni bir onay aldıktan sonra, daha doğrusu ABD’nin böyle bir işgale karşı çıkmayacağı havasını aldıktan sonra, 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgale yöneldiğini biliyoruz.
Dahası söz konusu işgali siyasi ve askeri bakımdan en fazla değerlendiren güç Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Genel bir kural olarak, bir olaydan en fazla kim faydalanmışsa, o olayın gerçekleşmesinde onun etkisinin olduğu söylenir. Dolayısıyla Körfez Krizi ve Savaşı denilen süreçten de en çok yararlanan gücün ABD olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu yararlanma durumu ne kadar sürmüştür? Uzun vadeli mi, yoksa kısa vadeli mi olmuştur? Gerçekten ABD’yi etkili hale mi getirdi yoksa sonunda çıkmaza mı soktu?
Tabii bu konuların değerlendirilmesi ve tartışılması ayrı bir durumdur. En azından ’90 başındaki siyasi ve askeri etkinlik bakımından ABD’ye bir alan açması itibarıyla Körfez Krizi ve Savaşı’nın öneminden söz edebiliriz. En azından Amerika Birleşik Devletleri böyle bir olayı Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ele alıp değerlendirerek “Yeni Dünya Düzeni” adını verdiği yeni bir küresel hegemonya stratejisi hazırlayıp ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan belli bir saldırı konumunu ifade eden bir pratik sürece yönelmiştir. Bunun için her şeyden önce Ortadoğu’nun siyasi ve askeri denetim altına alınması gerekmiş, bunu da Körfez Krizi ve Savaşı’ndan yararlanarak yüz binlerce ordu gücünü Ortadoğu’ya sevk ederek küresel ve bölgesel düzeyde Saddam Hüseyin yönetimine karşı siyasi ittifaklar oluşturarak gerçekleştirmeye çalışmıştır.
“PKK’yi Kuzey Kürdistan ile sınırlandırmak istedi”
Geriye dönüp baktığımızda yeni dünya düzeni stratejisi temelinde ‘90’lı yıllarda ABD’nin Ortadoğu’da ve dünyanın diğer bölgelerinde aktif bir siyaset izlediğini rahatlıkla görebiliriz. Öncelikle Körfez Savaşı’yla Saddam Hüseyin yönetiminin gücünü kırmış ve Irak’ı üçe bölerek Saddam Hüseyin yönetimini Bağdat çevresinde sınırlandırıp kuşatmıştır. Bu yönetimin Irak’ın güneyi ve kuzeyine yönelmesine engeller koymuştur. 36. paralelin kuzeyini ve 32. paralelin güneyini Saddam Hüseyin yönetimine tamamıyla kapatmıştır. Bu şekilde Irak’ta bir askeri denetim ve hakimiyet kurmuştur. Böylece İran-Irak-Suriye halkasını, orta yeri olan Irak’tan kırmıştır. Bu gelişme Saddam Hüseyin yönetimini iyice güçten düşürürken, İran ve Suriye’nin bölgesel etkinliğini zayıflatmıştır.
Diğer yandan Çekiç Güç Operasyonu temelinde Hewlêr merkezli olarak bir Güney Kürdistan Yönetimi oluşturarak Kürdistan’ın Güney parçasını, Kuzey’den gelişen Özgürlük Hareketi olan PKK’ye kapatmış, böylece PKK’yi Kuzey Kürdistan ile sınırlandırıp bir tür kuşatmaya almak istemiştir. Çekiç Güç Operasyonu temelinde oluşan Güney Kürdistan Yönetimi, ABD ve TC ile sıkı bir ilişki ve işbirliği içerisinde olmuş, PKK’ye karşı savaşın yerel gücü olarak yerini almıştır. Böylece PKK’nin ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin de Kuzey Kürdistan’la sınırlandırılması sağlanarak Kürt Özgürlük Hareketi de bu biçimde bir tür denetim ve kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bunların gerçekleşmesi demek, aslında Ortadoğu’da ABD öncülüğünün önemli bir siyasi ve askeri denetim kurması demekti.
Nitekim ABD bu denetime dayanarak ‘90’lı yıllar boyunca dünyanın diğer bölgelerinde ekonomik, siyasi ve askeri saldırılar yürütmüştür. Balkanlar’da savaşa dayalı bazı sonuçlar ortaya çıkartmak istemiş, yine Kafkasya’da kısmi olarak savaşa dayalı sonuçlar yaratmaya çalışmış. Asya’nın, Afrika’nın diğer alanlarında 20. yüzyıl boyunca Sovyetler Birliği’nin varlığı temelinde ve ABD’ye karşı olarak ortaya çıkan siyasi gelişmeleri çeşitli yöntemlerle etkileyerek darbeleyip kendisine karşıt olmaktan çıkartıp kendisiyle uyumlu ya da kendine bağlı hale getirmeye çalışmıştır. ABD’nin bu yöneliminde belli bir mesafe kat ettiğini ve sonuç aldığını söyleyebiliriz. Böylece ABD, “Yeni Dünya Düzeni” olarak tanımladığı hegemonya stratejisinin ilk aşamasını belli bir başarıyla gerçekleştirmiş olmaktadır. Bu durumu, III. Dünya Savaşı’nın ilk döneminin ABD’nin etkinliğiyle gerçekleşmesi biçiminde tanımlamak mümkündür. Böylece ilk elden dünyanın değişik bölgelerinde belli bir siyasi ve askeri hakimiyet sağlamayı başarmış olan ABD öncülüğü, küresel kapitalist modernite sistemi adına yeni bir adım atma, III. Dünya Savaşı’nı daha ileri düzeye götürme, değişik alanlardaki siyasi ve askeri etkinliğini daha da geliştirme sürecine gelmiştir.
Bu gelişmelerden sonra ABD’nin artık mevcut duruşla gelişme sağlaması, III. Dünya Savaşı’nda daha ileri bir etkinlik düzeyine ulaşması mümkün değildi. Bunun için yeni bir hamle yapması gündeme gelmiştir. Kuşkusuz ABD’nin etkinliğini daha da ileri götürmeyi hedefleyen böyle bir hamleyi yapabilmesi için yine başlangıç adımlarını Ortadoğu’dan atması gerekmektedir. Irak’ta yarattığı durumu daha da derinleştirerek var olan Saddam Hüseyin yönetimini de ortadan kaldırarak Irak’ı tümüyle egemenlik altına alma, böyle bir egemenliğe dayanarak Kürdistan’ı ve bölgenin diğer alanlarını doğrudan yönlendirir konuma ulaşma ihtiyacını duymuştur. Bunun için de öncelikle Kürdistan Özgürlük Hareketi üzerindeki denetimin ve PKK etrafındaki kuşatmanın daha da geliştirilmesini gerekli görmüştür. Neden? Çünkü Irak’ta böyle bir hakimiyet kurmaya, Saddam Hüseyin yönetimini tümden yıkmaya yönelirken eğer PKK ve öncülük ettiği Kürdistan Özgürlük Mücadelesi üzerinde denetim kurup onu sınırlandıramazsa PKK’nin Güney Kürdistan’a yayılması, Irak üzerinde etkili olması gerçekleşebilir. Bu ABD’nin Irak ve ona dayalı olarak bölgede yeni adım atmasını engelleyen, onu korkutan temel bir öge durumundadır.
“9 Ekim 1998 komplosu, ABD siyasi stratejisinin böyle bir küresel ve bölgesel ihtiyacı temelinde gündeme gelmiştir”
Bunun için 1990 başında çizdiği stratejisine yeni bir dönem başlatabilmesi, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle başlayan III. Dünya Savaşı’nda yeni bir süreç geliştirebilmesi, bunun için Irak üzerindeki egemenliğini daha güçlü hale getirebilmesi, dolayısıyla Saddam Hüseyin yönetimine askeri müdahalede bulunabilmesi için öncelikle PKK’yi daha fazla sınırlandırması, daha çok kuşatma ve denetim altına alarak kendisini zorlayacak biçimde hareket etmesinin önünde engel oluşturması gerekmiştir.
İşte 9 Ekim 1998 komplosu, ABD siyasi stratejisinin böyle bir küresel ve bölgesel ihtiyacı temelinde gündeme gelmiş ve pratik olarak ortaya çıkmıştır. Dikkat edilirse önce 9 Ekim 1998’de Önder Apo’ya dönük saldırı olarak başlattığı uluslararası komployla PKK’yi önderlik düzeyinde darbeleme ve etkisini zayıflatma noktasına gelmiş, ardından 11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin İkiz Kule saldırısı olayına dayanarak bu sefer 2002’de yeniden Afganistan’a, 2003’te de Irak’ta, Saddam Hüseyin yönetimine askeri saldırıda bulunma süreçlerini geliştirmiştir. Söz konusu süreçlerin gelişiminde Önder Apo’ya dönük başlatılan uluslararası komplo saldırısı kesinlikle bir ön zemin hazırlamayı ifade etmiştir. Aynı zamanda 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısının da tıpkı Saddam Hüseyin yönetiminin 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’e dönük işgal saldırısına benzer bir olay olduğu, ABD’ye benzer biçimde 2000’lerin başında bu sefer daha kapsamlı bir askeri işgal saldırısı yürütme zemini sunduğu açıktır.
Aslında III. Dünya Savaşı kapsamında küresel düzeyde ifade ettiğimiz bu hususlar, Ortadoğu ve Kürdistan’daki siyasi ve askeri durumun temel özelliklerini de ifade etmektedir. ’90 başından itibaren Körfez Krizi ve Savaşı’na dayalı olarak Amerika Birleşik Devletleri bölgenin en etkili askeri gücü haline gelmiştir. Irak’ı üçe bölerek Saddam Hüseyin yönetimini Bağdat etrafında kuşatarak Irak’ın kuzeyinde ve güneyinde kendi denetiminde alanlar yaratarak aslında bölgeyi merkezden denetim altına almıştır. Böylece söz konusu Irak hakimiyetine dayalı olarak İran’a, Suriye’ye, bölgenin diğer alanlarına yönelik çeşitli yöntemlerle müdahalede bulunmanın imkânına ve fırsatına kavuşmuştur. Böylece aslında bölge, merkezden ABD denetimine girmiş, bu da yeni bir çatışma sürecini ortaya çıkartmıştır.
Saddam Hüseyin yönetimiyle karşıtlık pozisyonunda olsalar bile, bu durum İran ve Suriye gibi bölgede etkinlik sağlamak isteyen güçleri zayıflatmıştır. Bölge, I. Dünya Savaşı’ndan sonraki en ağır ve sert dış siyasi ve askeri müdahaleye uğramıştır. Aslında I. Dünya Savaşı’ndaki duruma benzer bir küresel hegemonya savaşı, Ortadoğu bölgesinde ABD müdahalesiyle başlamış durumdadır. Dolayısıyla I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı siyasi statü işlevsiz, tartışılır hale gelmiş, bölge yeniden bir askeri çatışma süreci içerisine girmiştir.
I. Dünya Savaşı’nda bölgenin gücü olarak Osmanlı-İran İmparatorluğu varken şimdi dıştan gelen ABD müdahalesi karşısında İran ve Suriye gibi çok zayıf konumda olan güçler vardır. Dolayısıyla I. Dünya Savaşı’ndaki duruma göre bölge siyaseti daha güçsüz, zayıf durumdadır. Dış müdahale daha güçlü ve etkilidir.
Kuşkusuz ABD’yi yalnız başına bir devlet olarak görmemek lazım. Bir sistemin öncüsü olarak değerlendirmek gerekir. Zaten fiili olarak da İsrail ve İngiltere’yle birlikte tüm bu işleri yürütmektedir. Yine NATO’yu böyle bir süreçte istediği gibi kullanmaktadır. Dolayısıyla tüm bu güçlerin varlığı biçiminde ABD ele alınırsa Ortadoğu’ya yönelttiği müdahalenin, I. Dünya Savaşı’ndaki saldırı kadar önemli ve ağır olduğunu, hatta ondan daha ağır bir durumu ifade ettiğini insan rahatlıkla belirtebilir.
“Kürdistan’daki askeri ve siyasi durum”
Bunlar çerçevesinde Kürdistan’daki askeri ve siyasi durumu da kısaca şöyle ifade etmek mümkündür: Bilindiği gibi 1975 Cezayir Antlaşması’na dayalı olarak KDP yenilmiş, böylece isyanlara dayalı Kürt direnme süreci tamamlanmış, artık miadını doldurmuştur. Ancak daha sonra yeni tür ulusal bağımsızlık ve özgürlük arayışları, ulusal direnişler gündeme gelmiştir. Nitekim böyle bir durumda Kürdistan’ın yarıdan büyük parçası ve en büyük nüfusa sahip alanı olarak Kuzey Kürdistan’da KDP şahsında aşiretçi isyan çizgisi yok olurken, modern ulusal kurtuluş arayışları ve çizgisi Önder Apo ve PKK şahsında doğuş ve gelişme süreci içerisine girmiştir.
1970’lerin ikinci yarısında Kuzey Kürdistan’da başta gençlik olmak üzere giderek halk kitlelerine yayılan, yeni bir halk hareketi düzeyinde partileşme ve yeni bir özgürlük direnişi ortaya çıkmıştır. Bunu daha doğuş aşamasında şiddetle saldırıp yok etmek üzere sömürgeci-soykırımcı TC. Devleti ve onun bağlı olduğu küresel kapitalist modernite sistemi, 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesini gündeme getirmiştir. Söz konusu darbeyle Kuzey Kürdistan’da ortaya çıkan yeni özgürlük akımları, örgütlenmesi ve mücadelesi ezilip yok edilmek istenmiştir.
Buna karşı bir yandan Arap sahasındaki çatışmalı durumun ve Filistin direnişinin imkânlarını değerlendirmeyi bilerek ve diğer yandan İran-Irak savaşının Kürdistan üzerinde yarattığı siyasi ve askeri etkileri yerinde ve zamanında görüp değerlendirerek, onlardan yararlanmayı bilme temelinde Önder Apo öncülüğündeki PKK, 15 Ağustos 1984 gerilla atılımını başlatmayı başarmıştır. TC. Devleti bu gelişmeyle karşılaşınca ‘85’ten itibaren PKK’ye karşı mücadeleyi NATO gündemine götürmüş, ’87-88’de NATO düzeyinde Almanya’daki Düsseldorf davasını da içine alacak şekilde PKK’ye karşı küresel bir saldırı planı oluşturulmuş ve olağanüstü hâl ilanı temelinde hayata geçirilmek istenmiştir.
Bilindiği gibi PKK, bu saldırıya karşı da direnip başarısız kılmayı başarmıştır. ABD öncülüğü, bu noktada başarısız kalınca bu sefer 1990 başında Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Körfez Krizi ve Savaşı’na dayalı olarak Çekiç Güç Operasyonu’nu örgütlemiş, Güney Kürdistan’da oluşturduğu yeni yönetimi TC. Devleti’yle işbirliği içerisine sokarak Ekim 1992’de “Güney Savaşı” dediğimiz karşı devrimci stratejik saldırıyı gündeme getirmiştir.
Aslında Güney Kürdistan’ın oluşumu, ABD ve TC. ile Çekiç Güç Operasyonu temelinde oluşturduğu birliği, PKK öncülüğündeki Kürdistan Özgürlük Hareketi’ne karşı stratejik bir karşı devrimci saldırı yapma hazırlığı anlamına gelmiştir. Böyle bir saldırıda PKK’nin askeri bakımdan stratejik hamle yapmayı ifade eden güçleri belli ölçüde darbelemiş olsa da PKK için öngörülen imha ve tasfiye gerçekleştirilememiştir. PKK öncülüğündeki gerilla direnişi söz konusu saldırıyı da bir biçimde kırmayı başarmıştır. Ardından ’93 Mart’ında Önder Apo’nun ilan ettiği Birinci Tek Yanlı Ateşkes’le birlikte ‘84’ten itibaren yürütülen gerilla direnişinin, gerilla üzerindeki etkisi büyük bir siyasi hamle olarak ortaya çıkmıştır. Bunu önlemek üzere ‘93 yazından itibaren Çekiç Güç Operasyonu’nu devreye sokan ABD, TC. ve Güney Kürdistan ittifakıyla yeniden PKK’nin gerillasını ezme ve imha etme amaçlı bir stratejik saldırı gelişmiştir. Bu temelde ’93-‘98 arası yoğun bir saldırı sürecidir. Bu süreçte sömürgeci-soykırımcı sistem, PKK’yi ve onun gerillasını ezebilmek için birçok plan, proje oluşturmuş, taktik planlar geliştirerek saldırı yürütmüştür. Bu saldırılarla gerillaya belli darbeler vurmuş olsa da onu ezme ve tasfiye etme hedefini başaramamıştır.
“Pata”
Buna karşı Önder Apo da TC’yi ateşkese ve siyasi çözüme zorlama amacıyla birçok taktik gerilla hamlesi planlamış, ’93-’98 arasında uygulamaya koymuş, bu planlamalar gerilla direnişini geliştirmiş, gerillayı yenilmez kılmış olsa da istenen siyasi hedefi gerçekleştirmeyi başaramamıştır. Dolayısıyla ‘98’e gelindiğinde Kürdistan’daki sömürgeci-soykırımcı sistemle Kürt özgürlüğünü sağlamak isteyen PKK hareketi arasında yürütülen mücadelede yeni ve önemli bir durum ortaya çıkmıştır. Önder Apo, o zaman bunu “Pata” durumu olarak tanımlamıştır. Yani ne zafer ne de yenilgi durumu. İki taraf için de geçerli olan durum buydu.
Taraflar, birçok askeri-siyasi taktik denemiş olsalar da hedefledikleri sonucu alamamıştır. Dolayısıyla savaş çözüm üretemez duruma düşmüş, tıkanmıştır. Önder Apo bunun da yozlaştırıcı etkilerinin olacağını, zararlı sonuçlar doğuracağını daha o zamandan değerlendirmiştir. Böyle bir tıkanmayı aşmak, yeni bir mücadele sürecini geliştirebilmek için 1 Eylül 1998’de Üçüncü Tek Yanlı Ateşkes ilanında bulunmuştur.
Böyle bir ateşkes sürecine, sömürgeci-soykırımcı sistemin de belli bir oluru vardır. Her ne kadar tek yanlı ateşkes olsa da hem zindanlar hem de Avrupa üzerinden TC. Devleti siyasi ve askeri yetkililer nezdinde ateşkesin olması durumunda kendilerinin de olumlu karşılık verecekleri vaadinde bulunmuştur. Bunun üzerine Önder Apo, 1 Eylül 1998 Üçüncü Tek Yanlı Ateşkes sürecini geliştirmiştir.
Aslında bununla Kürt sorununa demokratik siyasi çözümün önünü açmak istemiştir. Nitekim komplocu güçler, Suriye’deki varlığı üzerine baskı ve saldırı yürüttüklerinde Avrupa’ya çıkışı böyle bir siyasi çözüm arayışı temelindedir. Fakat daha sonra görüldü ki aslında komplocu güçler, ateşkes arayışını biraz da komplonun bir parçası olarak geliştirmişlerdir. Nitekim ABD, 17 Eylül 1998’de KDP ve YNK liderlerini Washington’da bir araya getirdi ve yeniden anlaşma yaptırarak PKK’ye karşı ortak mücadeleye yöneltti. Uluslararası komplonun düğmesine KDP ve YNK liderleriyle birlikte bastı. Ardından da 9 Ekim 1998’de Önder Apo Suriye’den çıkmak zorunda kalıyor.
Uluslararası bir sistem olan kapitalist modernite ile PKK arasında nasıl bir ilişki ve çatışma düzeyi vardı, uluslararası komplo Önder Apo’yu neden hedefledi?
Kürt sorunu, I. Dünya Savaşı içinde ve sonunda oluşturulan küresel kapitalist modernite sisteminin ortaya çıkardığı bir sorundur. Kürdistan, bu sistem tarafından parçalanmış, Kürt halkı ve Kürdistan gerçeği bu sistem tarafından yok sayılmış ve Kürdistan parçaları farklı sömürgeci-soykırımcı ulus devletlerin egemenliği altına verilerek Kürt soykırımının bu temelde gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. Dolayısıyla Kürt varlığını ve özgürlüğünü hedefleyen her türlü düşünsel, siyasi ve askeri eylem, kendisini söz konusu küresel-siyasi sistemle karşı karşıya bulmuştur. Kürdistan’ın değişik parçalarındaki her türlü özgürlükçü ve direnişçi kıvılcımı, küresel kapitalist modernite sistemi birlikte hareket ederek bastırmış ve ezmiştir.
Bu durum, 1925-’40 arasında Kuzey Kürdistan’da yaşanan direnişlere karşı yöneltilen saldırı açısından da Doğu Kürdistan’da Simko Şikakî öncülüğündeki Kürt direnişi ve Mahabad merkezli Kürdistan Cumhuriyeti girişiminde de Güney Kürdistan’daki isyancı süreçlerde de açık ve net bir biçimde yaşanmış ve görülmüştür. Nitekim en son Barzani önderliğindeki KDP’nin 1975 yenilgisi bu temelde ortaya çıkmıştır.
Her ne kadar Kürdistan’ı bölüp parçalasa, her parçayı farklı bir ulus devlet yönetimine bıraksa da küresel kapitalist modernite sistemi, Kürdistan üzerindeki yönetimi kendisi yürütmüştür. Her parça üzerinde, o parçada egemen olan devletin uygulamaları olsa da Kürdistan için bütün parçaları içine alan ortak bir yönetim, I. Dünya Savaşı’ndan sonra her zaman var olmuştur. Küresel kapitalist modernite sisteminin öncülüğüyle Kürdistan üzerinde egemenlik sürdüren ulus devletlerden oluşan böyle bir ortak yönetim var olmuştur. Bu Sadabat Paktı’yla, Bağdat Paktı’yla, CENTO’yla 20. yüzyıl boyunca sürdürülmüştür.
Dolayısıyla Kürdistan’ın herhangi bir parçasında özgürlük için arayışa çıkan, eyleme kalkan her topluluk, kendisini böyle bir ortak yönetimle karşı karşıya bulmuştur. Söz konusu durum, Önder Apo öncülüğündeki PKK açısından da geçerlidir. PKK, her ne kadar Kuzey Kürdistan’da bir Kürt bağımsızlık ve Özgürlük Hareketi olarak düşünsel, örgütsel, eylemsel gelişme yaşamış olsa da ve bu temelde ilk elden kendisini faşist-sömürgeci-soykırımcı TC. Devleti’yle çelişki ve çatışma içinde bulsa da aslında her zaman karşısında küresel kapitalist modernite sistemi var olmuştur. TC. Devleti böyle bir sisteme sürekli dayanmıştır. Hatta TC. açısından bu durum, NATO’ya girmiş olması nedeniyle çok daha ileri bir siyasi ve askeri durumu ifade etmektedir.
“Sorunu yaratan Kapitalist modernitedir”
Aslında Kürtlere karşı TC. Devleti’ne küresel kapitalist modernite sisteminin verdiği destek, onun sadece NATO’ya girmiş olmasından ileri gelmemektedir. Bu durum, Kürt sorununa dayalı olarak zaten öncesinden vardır. Dikkat edilirse İran-Irak-Suriye gibi devletler, NATO üyesi olmamışlardır ama her zaman Kürtlere karşı yürüttükleri mücadelede küresel kapitalist modernite sisteminin desteğini arkalarında görmüşlerdir. Dahası Kürtleri bu sistemle birlikte ortak olarak yönetmişlerdir. Kürt direnişlerine karşı siyasi ve askeri bastırma ve ezme operasyonlarını birlikte geliştirmişlerdir. Her zaman küresel kapitalist modernite sisteminden destek almışlardır. Neden? Çünkü Kürt sorununu ortaya çıkartan güç küresel kapitalist modernite sistemidir. Dolayısıyla Kürt’ü yok sayan ve yok etmek isteyen, Kürt soykırımını öngören, uygulamaya çalışan güç, küresel kapitalist modernite sistemidir. Bu nedenle de varlığını ve özgürlüğünü hedefleyen her düşünce ve eylem mutlaka kendisini kısa sürede küresel kapitalist modernite sistemiyle karşıtlık içerisinde bulmaktadır. Bu durum Kürt varlık ve özgürlük mücadelesini en radikal bir çizgide yürüten PKK açısından çok daha fazla geçerli olan bir durumdur.
Nitekim Kasım 1978 sonunda PKK’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesi geliştirilmiştir ki bu darbenin bir NATO darbesi olduğu, ABD öncülüğünde pratikleştirilen bir darbe olduğu herkes tarafından açık ve net olarak bilinmektedir. Bunu darbeciler de böyle ifade etmişlerdir. ABD yönetimi ve NATO çevreleri de bunun böyle olduğunu kabul etmişlerdir. Dikkat edelim; 12 Eylül 1980 darbesi esas olarak Kürdistan’daki özgürlükçü düşünce ve eylemi ezmek için geliştirilmiştir. Böyle bir darbeyi ortaya çıkartan temel güç de küresel kapitalist sistemdir. Onun öncülüğünü yapan ABD’dir. Koruyuculuğunu yapan NATO’dur. Daha 12 Eylül darbesiyle birlikte PKK küresel kapitalist modernite sistemiyle karşı karşıya gelmiş olmaktadır.
Nitekim 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli eylemleriyle başlayan gerilla hamlesini küresel kapitalist modernite sistemi ve onun koruyucusu olarak NATO kendisine yöneltilmiş bir saldırı olarak ele almış ve değerlendirmiştir. Dolayısıyla Haziran 1985’te TC. Devleti’nin sorunu bizzat NATO’ya götürmesinde herhangi bir zorluk ya da engel yaşanmamıştır. Zaten NATO sistemi, fiili olarak PKK’nin başlattığı gerillayı, kendine yöneltilmiş bir saldırı olarak görmüştür. Onun için de TC’nin başvurusunu hemen benimsemiş ve ardından ‘87-88 küresel planlı saldırısını PKK’ye karşı geliştirmiştir.
Kürdistan’daki olağanüstü hal ilanı, 1987-’88 sert savaşı, İran-Irak savaşının bizzat küresel sistemin müdahalesiyle durdurulması, dolayısıyla İran ve Irak ordularının örs yapılarak Türk ordusunun da NATO desteğiyle çekiç haline getirilip örs-çekiç taktiğiyle orta Kürdistan’da, Botan’da gelişen Kürt gerillasının sıkıştırılıp ezilmesi, Önder Apo’nun komplocu saldırılarla imha edilmesi, PKK’nin yurtsever tabanının ise tasfiyecilerin oluşturduğu sahte “PKK Devrimci Birlik” adındaki örgütle, örgütü içten kuşatarak KDP gibi küresel sisteme entegre edilmesi hedeflenmiştir. Bunun siyasi-askeri baskısı, Kürdistan ve Ortadoğu’da geliştirilirken bizzat Almanya’da örgütlendirilen Düsseldorf davasıyla da Avrupa üzerinden her türlü baskı geliştirilmeye çalışılmıştır. Bunun bir küresel planlı saldırı olduğu açık.
Küresel düzeydeki saldırı planını PKK büyük bir direnişle başarısız kılmayı sağlayınca bu sefer daha kapsamlı bir küresel planlı saldırı olarak 1991’deki Çekiç Güç Operasyonu ve 1992 Güney Savaşı saldırısı ortaya çıkartılmıştır. PKK’nin ’87-88 sürecinde ezilemeyen gerilla gücü, Güney Savaşı’yla ezilir, siyasi etkinliği ise Ekim 1992’deki bu saldırıyla tamamen kırılmak istenmiştir. Buna karşı da Önder Apo’nun ve gerillanın direnişi gelişip başarılı olunca, bu ikinci küresel saldırı planı da direnişle kırılınca, buna bir de Önder Apo’nun 1993 Mart’ındaki Birinci Tek Yanlı Ateşkes ilanı ve onun büyük siyasi etkisi eklenince küresel kapitalist modernite sistemi, TC. Devleti’ne her türlü siyasi ve askeri desteği vererek 1993-’98 yıllarında gerillayı ezme ve PKK’yi yok etme saldırısını gündeme getirmiştir.
“1993-1998 savaşı en büyük savaştı”
1993-’98 savaşı hem Kürt tarihinin hem de TC. tarihinin en büyük savaşı olarak değerlendirilebilir. Kapsam, derinlik, süreklilik bakımından kesinlikle böyledir. Hiç kimse “’93-98” savaşı savaşı deyip geçmemelidir. Öyle basit ele alınacak, yüzeysel yaklaşılacak bir süreç değildir. Bunu, bu temelde bilmek gerekiyor. TC. Devleti aslında tüm gücünü Demirel-Çiller-Ağar çete yönetimi öncülüğünde gerillayı ezmek, PKK’yi tasfiye edebilmek için hiçbir hukuki ve ahlaki kural dinlemeden, topyekun faşist-soykırımcı özel savaş konseptiyle saldırıya geçirmiştir.
Böyle bir saldırıda NATO, TC’ye her türlü siyasi ve askeri desteği vermiştir. NATO’nun ürettiği bütün silahlar bu dönemde TC. tarafından Kürt gerillasına karşı kullanılmıştır. En son askeri tekniğe TC. Devleti sahip olmuştur. Bu konuda dönemin Türk generallerinin açıklamaları, anıları var. Bunlar incelenebilir.
Bizimki bir suçlama ve iddiada bulunma değildir. Bunu kendileri de itiraf ediyor. Söz konusu itiraflar yazılı ve sözlü olarak vardır. En azından Doğan Güreş’in anılarını okusalar nasıl gizli bir darbeyle TC. yönetimini denetimine almış, nasıl bir tehditle İngiltere’yi, NATO’yu kendisine bağlayarak her türlü modern silaha, hem de para ödemeden sahip olmuş olduklarını net ve açık bir biçimde ifade ediyor. Biz onların ifadesine dayanarak bu hususları belirtiyoruz.
“KDP denen güç bir Kürt hareketi değildir”
NATO’nun, dolayısıyla küresel kapitalist modernite sisteminin, PKK ile karşıtlığı, çatışması bu düzeydedir. Bütün gücüyle PKK’nin askeri etkinliğini kırmak, gerilla gücünü ezmek, böylelikle PKK’yi KDP’lileştirerek sistemin hizmetine almaya çalışmışlardır. Bir taraftan TC. Devleti’ne her türlü askeri-siyasi desteği ve silahı vererek, yine onun her türlü hukuk tanımaz faşist-soykırımcı saldırılarına göz yumarak PKK ve Kürt halkı üzerinde topyekun faşist-soykırımcı saldırıları geliştirmişlerdir. Diğer yandan ise PKK’yi her zaman kendi çizgilerine çekmeye çalışmışlardır. “Şeker-kamçı” denilen politikayı NATO sistemi, bu dönemde PKK’ye karşı çok yoğun bir biçimde uygulamıştır. TC’ye verilen destekle PKK ve Kürt halkı şiddetle kamçılanmak istenmiş, el altından da PKK’ye sürekli teslim ol çağrıları yapılmıştır. Kendi politikaları kabul edilirse mevcut ulus devlet sisteminin bir parçası olunursa, bu temelde küresel kapitalist modernite sisteminin çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’da çeşitli devlet ve halklarla çatışan, dolayısıyla küresel kapitalist modernite sistemine hizmet eden bir Kürt gücü ve siyaseti haline gelinirse, tıpkı KDP gibi, PKK’yi kabul edeceklerini söylemişlerdir.
KDP denen güç, aslında bir Kürt hareketi değildir. Küresel kapitalist modernite sisteminin, Kürtleri Ortadoğu’daki diğer siyasi güçlerle çatıştırarak bu çatışmadan çıkar sağlamak üzere kullandığı bir güç konumundadır. PKK’den istenen de böyle bir çizginin kabul edilmesi olmuştur. Başta ABD, İsrail olmak üzere herkesin yaklaşımı böyle olmuştur. Önder Apo ve PKK, böyle bir durumu her zaman reddetmiştir. Küresel kapitalist modernite sisteminin bazı sömürgeci-soykırımcı emperyalist devletleri için bölgedeki bazı devletlerle ya da halklarla çatışan bir güç olmayı PKK ve Önder Apo her zaman reddetmiş, tersine komşu halklarla kardeşlik içinde demokratik birlik yönetimi temelinde bir arada yaşamayı, bu temelde Kürtlerin ve Kürdistan’ın özgürlüğünü sağlamayı temel bir çizgi olarak esas almıştır. Dolayısıyla KDP gibi olmayı reddetmiştir. Her türlü katliam, saldırı, baskı karşısında bedel ödeyerek yiğitçe, kahramanca direnmeyi öngörmüş ama asla sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasete teslim olmamış, asla onların teslimiyet ve işbirlikçi dayatmalarını kabul etmemiştir. İşte PKK’yle küresel kapitalist modernite sistemi arasındaki çatışmanın düzeyi böyledir.
“Kapitalist modernite Önder Apo’yu anlamak için özel çaba yürüttü”
Tabii böyle bir çatışmada önderlik eden, siyasi ve askeri süreci yürüten Önder Apo olduğu için küresel kapitalist modernite sistemi, Önder Apo gerçeğini tanımak, anlamak, çözmek için de özel bir çaba yürütmüştür. Bir yandan 1993-98 arasında gerillayı ezip PKK’nin iradesini kırmayı hedefleyen bir saldırıyı verdikleri destekle TC. Devleti tarafından yürütürken, diğer yandan da Önder Apo gerçeğini anlamaya, çözmeye çalışmışlardır. Eğitim sahalarına çeşitli ajanlarını göndererek Önder Apo’yla görüşmeler yapmışlardır. Aslında Önder Apo’nun düşünce sistemini, kişilik özelliklerini, bütün bu devrimci gelişmeleri neye dayanarak gerçekleştirdiğini anlamaya çalışmışlardır. Nitekim dönemin Fransa yönetimi, 1993’ten itibaren Önder Apo kişiliğini anlamak ve çözümlemek için çok yoğun ve özel bir çalışma yürüttüklerini kamuoyuna açıklayarak itiraf etmiştir.
Önder Apo kişiliğini çözümlemek için böyle bir çalışma yürütülse de dönemin esas stratejisi, TC. Devleti’ne verilen her türlü siyasi ve askeri destekle PKK gerillasını ezmek ve PKK’nin siyasi iradesini kırıp onu teslim almaya dönük olmuştur. Böylece gerillayı ezerek, örgütü zayıflatarak Önder Apo’yu gerillasız ve örgütsüz bırakıp ya da gerilla ve örgüt gücünü zayıflatarak teslim olmaya zorlamak istemişlerdir. Bunun mümkün olmadığını, 1998’e gelindiğinde yürüttükleri çok yönlü ve uzun süreli çalışmaya dayanarak kendileri de görmüşlerdir. Önder Apo var oldukça PKK’nin tasfiye edilemeyeceğini, Kürt gerillasının ezilmeyeceğini, ne kadar vururlarsa vursunlar, sonunda Önder Apo’nun gerillayı geliştirecek, PKK’yi büyütecek çalışmaları yapacağını görmüşlerdir. Dolayısıyla gerillayı ezip PKK’yi yok ederek Önderliği yenilgiye uğratmanın mümkün olmadığı sonucuna ulaşmışlardır. O halde PKK’yi tasfiye etmek, gerillayı ezmek için önce Önder Apo’nun imhasını, yok edilmesini gerekli gören bir düşünceye ve stratejiye ulaşmışlardır.
Bu konuda PKK’den kaçan bazı hainlerin de benzer düşüncenin gelişmesinde etkilerinin olduğunu burada ifade etmemiz lazım. Örneğin 1980-’82 Diyarbakır zindanının itirafçısı, baş ajanı Şahin Dönmez de daha o zamandan TC. Devleti’ne ve onun istihbarat örgütü olan MİT’e şunu söylemiştir: “Apo’yu yok etmezseniz PKK’yi 40 sefer de yok etseniz, Apo 41’inci sefer yeni bir PKK örgütler ve karşınıza çıkartır” demiştir. Böyle bir görüşle saldırılarının tümünün Önder Apo’yu hedeflemesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Benzer görüşleri 1998 başında kaçarak özel savaş sistemine sığınan Şemdin Sakık da aynı biçimde ifade etmiştir. Gerillanın ve Partinin değil, öncelikle Önder Apo’nun hedeflenmesi gerektiği düşüncesini TC. Devleti’ne ve onun aracılığıyla küresel kapitalist modernite sistemine, PKK’ye karşı savaşı yürüten küresel özel savaş merkezine ulaştırmıştır.
Hem kendi pratik deneyimleri; PKK’ye ve Önder Apo’ya karşı yürüttükleri mücadele, Önder Apo üzerinde yaptıkları incelemelerin sonuçları hem de bu hainlerin görüşleri birlikte değerlendirildiğinde sonuç olarak, Önder Apo’yu hedeflemeyi öngören bir strateji öne çıkmış ve oluşmuştur. Uluslararası komplo dediğimiz imha ve tasfiye saldırısının stratejik planlaması bu olmuştur.
“9 Ekim 1998 komplo saldırısının hedefi, Önder Apo’dur”
Daha önceki süreçte strateji şöyle işliyordu: Gerillayı ez, PKK’yi tasfiye et ve bu temelde Önder Apo’yu yenilgiye uğrat. Uluslararası komplo planlaması ise bu stratejiyi tersine çevirmiştir. Önce Önder Apo’yu imha et, ardından ona dayanarak PKK’yi tasfiye et, gerillayı ez, yok et. Böylece küresel kapitalist modernite sistemi, daha doğrusu Kürtlere karşı saldırı yürüten sömürgeci-soykırımcı sistemin saldırı stratejisi bu biçimde değişiklik yaşamıştır. Uluslararası komplo dediğimiz saldırının stratejisi bu temelde daha önceki saldırılardan farklıdır. Bunun çok iyi görülmesi, anlaşılması gerekiyor. Uzun bir mücadele sonucunda küresel kapitalist modernite sistemi böyle bir stratejiye ulaşmıştır. Buna dayalı olarak ABD, İngiltere ve İsrail ittifakı, ABD öncülüğünde söz konusu saldırı planlamasını yapmış ve bu saldırının yürütülmesi için de 17 Eylül Washington antlaşmasıyla KDP ve YNK liderleri tarafından düğmeye basılması sağlanmıştır.
9 Ekim 1998 komplo saldırısının hedefi, Önder Apo’dur. Askeri hedefi, komplocu yöntemlerle Önder Apo’nun imha edilmesidir. Aslında planlaması bir günlüktür. 9 Ekim 1998’de böyle bir saldırının başarılması öngörülmüştür. Tabii o zamana kadar gelen uzun bir süreç var; 1 Eylül 1998’de Önder Apo ve PKK’yi ateşkese çekme aslında böyle bir komplo saldırısını başarıyla geliştirebilmek için uygun siyasi-askeri zemini yaratma olarak öngörülmüş ve değerlendirilmiştir. 17 Eylül 1998 Washington anlaşmasıyla KDP ve YNK, PKK’ye karşı yeniden birlik oluşturma ve “PKK terör örgütüdür, Güney Kürdistan’ı terk etmelidir” kararını alma temelinde PKK’ye karşı Kürt işbirlikçiliğinin saldırısını başlatmıştır. Komplo, aslında kendisini KDP ve YNK’nin yasallığına sığındırmış ve kararı onlara verdirtmiştir. Ondan sonra da Hafız Esad yönetimi üzerinde bir yandan dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, diğer yandan TC. Devleti üzerinden baskı oluşturarak Önder Apo’nun Suriye’den çıkmaya zorlanması durumu geliştirilmiştir. Nitekim bu süreç bizzat ABD Başkanı Bill Clinton’un yazılı baskısı ve diğer yandan Mısır ve Türkiye yönetimleri üzerinden uyguladığı baskıyla derinleştirilmiştir. Sonuç olarak Hafız Esad yönetimi bu baskılara daha fazla direnemeyerek Önder Apo’dan Suriye’yi terk etmesini istemiştir.
“Güya Yunanistan’a davet etmişlerdi”
Böyle bir terk etmenin belirginleşmesi üzerine eskiden kurulan ilişkilere de dayanılarak Yunanistan üzerinden Önder Apo’yla ilişkilenip Suriye’yi terk etmenin Yunanistan’a çıkış olarak gerçekleştirilmesi öngörülmüş ve bu pratik olarak gerçekleştirilmiştir. Güya devlette görevli olan bazı siyasi ve askeri çevreler Önder Apo’yu Yunanistan’a davet etmişlerdir. Milletvekilleri adına her türlü vaatte bulunmuşlardır. Önder Apo, bunları dikkate alarak 9 Ekim günü özel bir uçakla Şam’dan havalanıp Atina’ya gitmiştir. Böylece mevcut davete karşılık vermek istemiştir fakat karşılaştığı durum farklı olmuştur. Önder Apo’yu davet edenlerin, söz verenlerin hiçbirisi hava alanına gelmemiştir. Önder Apo’yu Yunanistan’ın istihbarat şefi hava alanı kapısında karşılamış ve derhal Yunanistan’ı terk etmesini, Yunanistan topraklarına giremeyeceğini açık ve net bir biçimde ifade edip Önder Apo’yu tehdit etmiştir. Bu şekilde Önder Apo’nun Yunanistan’a girişini engellemiştir. Böylece Önder Apo tekrar çıkış yaptığı Suriye’ye dönüşe zorlanmıştır.
“Akdeniz üzerinde vurulacak ve hiç kimsenin bilmediği bir biçimde yok edilecekti”
Aslında komplo bunun üzerine kurulmuştur. Eğer Önder Apo gerçekten öyle bir geri dönüş yapmak isteseydi o zaman Akdeniz üzerinde vurulacak ve hiç kimsenin bilmediği bir biçimde yok edilecekti. Bizzat ABD tarafından Önder Apo’ya yönelik saldırı böyle planlanmıştır. Bu gerçeği artık ABD yönetiminin itiraf etmesi gerekiyor. Bunu gizlemenin, saklamanın bir gereği yoktur. Onunla bir sonuca gidilemez. Bir hata yapılmışsa, suç işlenmişse, o gizlenerek, saldırılar o temelde daha da derinleştirilerek bir yere varılamaz. Tersine bu gerçeklik itiraf edilir, özür dilenirse bir insan ya da bir siyasi güç kendisini işlediği suçtan kurtarabilir. Diğer türlüsü bir kurtuluş getirmiyor. Tam tersine karşıtlığı ve dolayısıyla çelişki ve çatışmayı daha da süreklileştirip derinleştiriyor.
O bakımdan ABD Yönetimi artık gizli belgeleri açık etmeli, Önder Apo’ya dönük saldırı planını açıklamalı, bunu herkes böyle biliyor. Bu tarihe bizim belirttiğimiz gibi geçiyor. Yoksa kendi gizli tutumlarıyla hiçbir şey tarihe geçmiyor. Kürtler onları hiç dinlemiyor. Bunun bilinmesi lazım.
Burada komplo nasıl bozuldu? Komplocu imha nasıl önlendi? Önder Apo Suriye’ye geri dönmek istemedi. Geriye dönmenin yanlış olacağını değerlendirdi. Bütün yönlendirmelere rağmen reddetti. Çünkü Suriye’den çıkması istenmişti. Bir kere daha Suriye’ye gidip yapabileceği bir şey yoktu. Onun için yeni yer aradı. Yeni yer olarak da Rusya’ya gidebileceği imkânı belirince Atina’dan Suriye’ye dönmeyip örgütlendirilen özel bir uçakla Rusya’ya gitti.
Bu süreç biliniyor. Rusya’da iltica etti. Rusya Meclisi ilticasını kabul da etti. Ardından komplocu güçler; ABD, İngiltere, İsrail hemen devreye girdiler. Türkiye’yi devreye soktular. Rusya yönetimi üzerinde hem baskı oluşturdular hem de çeşitli vaatler geliştirdiler. O zaman Primakov yönetimi vardı. Yeltsin yönetimdeydi. Onlarla TC. yönetimini uzlaştırdılar. Türkiye’nin daha önce başka şirketlere verdiği “Mavi Akım” enerji projesini Rus şirketlerine verdiler. Böylece maddi rüşvetle Önder Apo’nun Rusya’daki ilticasını engelleyip Rusya’dan çıkartılmasını sağladılar. Bunun üzerine yeni yer arayışıyla Önder Apo Roma’ya gitti. İtalya’daki sol eğilimli Massimo D’Alema hükümetinin onayıyla Roma’ya gitti. İtalya’nın Zeytin Dalı hükümeti bu biçimde Avrupa merkezli olarak Kürt sorununa çözüm geliştirebileceğini sandı. Avrupa Birliği çerçevesinde Almanya ve Fransa’yla bir Kürt Konferansı düzenleme girişiminde bulundu fakat Fransa ve Almanya tümüyle kapıları kapattı. Reddettiler. Önder Apo’nun 8 maddelik Kürt sorununa demokratik siyasi çözüm açıklamasını kabul etmediler. Tersine kapıları Önder Apo’ya kapattılar. İtalya hükümeti üzerinde de sınır dışı edilmesi için diğer yandan ABD ve TC. baskısı gelişti. İtalya’nın bugün de seçimi kazanıp hükümete gelen faşistlerinin söz konusu D’Alema hükümeti üzerindeki baskısı gelişti. Bunlar sonucunda Önder Apo İtalya’dan çıkmak durumunda kaldı. Böyle bir durum gelişince de bu sefer komplocu güçler Rusya üzerinden bazı ajanlarla örgütlenme yapıp Rusya’da taleplerinin kabul edildiği ve karşılanacağı yönünde Önder Apo’ya mesaj gönderdiler. Dolayısıyla Roma’dan çıkışın Rusya’ya yapılmasını sağladılar.
“Kenya’dan Hollanda’ya götürülüyorsunuz”
Rusya’ya geri dönüş olunca da yaptıkları hazırlıklarla Önderliği CIA denetimine aldılar. Oradan Yunanistan’a götürdüler. Yunanistan’da uçak benzeri komplolarla imha etmek istediler ama yapamadılar. Hollanda’ya göndereceğiz diye Beyaz Rusya’ya, Minsk’e gönderdiler. Orada kış ortasında uçaktan indirip imha etmek istediler. Başaramadılar. Bütün imhacı yöntemler başarısız kalınca, Yunanistan hükümetinin verdiği güvence temelinde Yunanistan’dan Kenya’daki Yunanistan Büyükelçiliğine götürdüler. Aslında Yunanistan, oradan Güney Afrika’ya götürme ve orada iltica etmesini sağlama sözü vermişti. Önder Apo bu söz temelinde Kenya’ya gidişi kabul etti. Kenya’ya verdikleri söz temelinde götürmemişlerdi, imha etmek için götürmüşlerdi. Yunanistan eliyle Kenya’da imha etmek istediler. Önder Apo o girişimleri de boşa çıkartıp bütün imhacı yöntemleri bu şekilde başarısız kılınca sonunda CIA, MİT ile ilişki kurup imha edemediği Önder Apo’yu idam edilmesi için Türkiye’ye vermeyi planladı. Türkiye yönetimi de bu durumu kabul edince 15 Şubat 1999’da Önder Apo’ya “Kenya’dan Hollanda’ya götürülüyorsunuz” denmesi ve kaçırılarak Türkiye’ye teslim edilmesi süreci gelişti. Dolayısıyla 9 Ekim komplosu imha amacını başaramayınca 15 Şubat komplosu olarak Önder Apo’nun Türkiye’ye verilmesi ve idam edilmesi biçimini aldı. Komplo bu temelde devam ettirilmek ve sonuca götürülmek istendi.
Bütün bunlar tarihsel olarak biliniyor. Yapan güçler de biliniyor. Anlamı ve hedefi de biliniyor. Önder Apo’nun neden hedeflendiği çok açıktır. Küresel kapitalist modernite sistemi, onun ABD öncülüğü, Önder Apo var oldukça PKK’yi tasfiye, gerillayı ezme, dolayısıyla Kürt soykırımını gerçekleştiremeyeceğini gördüğü için Önder Apo’yu imha ve tasfiye etmek üzere böyle bir uluslararası komployu planladı.
Önder Apo’nun hedeflenmesi Kürt sorununun devam ettirilmesiydi
Aslında Önder Apo’nun hedeflenmesi Kürt sorununun devam ettirilmesiydi. Kürt sorununa çözüm arayışlarının boşa çıkartılmasıydı. Dolayısıyla çözüme, barışa, demokrasiye karşı bir saldırıydı. Kürt özgürlüğü olmasın, Kürt soykırımı devam etsin, dolayısıyla Kürt sorunu var olsun mevcut iktidar ve devlet güçleri de bu sorunun ortaya çıkardığı çelişki ve çatışmalardan ekonomik-siyasi çıkar sağlasınlar yaklaşımı belirleyici oldu. Aslında uluslararası komplonun hedefi, amacı budur. Bu amacı başarabilmek için Kürt varlık ve özgürlük mücadelesini geliştiren gerillanın ezilip PKK’nin tasfiye edilmesi gerekiyordu. Bunların gerçekleştirilebilmesi için Önder Apo’nun imhasını gerekli gördüler ve Önder Apo’yu imha etme hedefiyle uluslararası komployu planlayıp uygulamaya koydular.
Bunu kim yaptı? ABD yaptı. Hem de o zaman ki yönetim Demokratlardı. Şimdi de Demokratlar yönetimde ve o sorumluluğu taşıyorlar. Bu bir bütün olarak ABD’nin bir kararı, stratejisi. Sorumluluk sadece bir partide de değil. ABD’nin kendisindedir. Bunu İngiltere ve İsrail’le birlikte yaptılar. Bu konuda bütün NATO’yu kullandılar. Rusya’yı, Yunanistan’ı kullandılar. Almanya ve Fransa’yı, Önder Apo’nun Avrupa’dan çıkartılması temelinde harekete geçirdiler. TC. Devleti’ni, Mısır’ı, Ortadoğu’daki tüm güçleri kullandılar. Aslında ABD, uluslararası komployu uygulamada ihtiyaç duyduğu tüm devletlerden ve örgütlerden güç ve destek aldı. Hiç kimse ABD’nin destek talebini reddetmedi. İstediğini verdiler.
Önder Apo’ya kapıları sadece Güney Afrika yönetimi açtı. Gelirse iltica hakkı vereceklerini kabul ettiler. Önder Apo da oraya ulaşmak istedi. Bu bakımdan sürecin tam bir sürek avı biçiminde geliştirilerek 15 Şubat komplosu haline nasıl getirildiği son derece net ve açık bir şekilde görülüyor.
Devam edecek…