HABER MERKEZİ –
“Ulus devlet kapitalist tekelciliğin gerçekleştiği formdur. Daha 16’ncı yüzyılda Hollanda ve İngiltere’de, İspanya ve Fransa İmparatorluklarının emellerini kırmak için gerekli olan devlet formu bir nevi proto ulus devletti. Hollanda Prensliği ve İngiltere Krallığı ulus devlete doğru evrilerek üstünlük sağlamaya çalışacaklardı. 1649 Westphalia Konsensüsüyle devletler arasında ulusal faktör öne çıkınca, ulus-devlet doğrultusundaki gelişmeler hızlandı.”
“Ulus-devlet kavramı, en karanlıkta bırakılmanın yanı sıra, en çok çarpıtılan kavramların başında gelmektedir. Gerçek işlevini ve ana rolünü belirlemekten ısrarla kaçınılmaktadır. Daha çok propaganda amaçlı kullanıldığı söylenebilir. Özellikle faşizm ve milliyetçilikle ontolojik bağının görünmez kılınmasına özen gösterilir. Tıpkı faşizm ve milliyetçiliğin resmi moderniteyle ilineksel bağının göz ardı ettirilmesi gibi. Sadece burjuva liberallere özgü bir tutum değildir bu. Sosyalistler de ulus-devlet konusunda ya savunmacı görünürler ya da çok önemsizmiş gibi sıradan cümle ve kelimeyle tanımlayıp geçiştirirler. Halbuki ulus-devlet, çağımızı kavrama ve değiştirmenin kilit kavramlarındandır. Bu konuda eksik olsa da, ulus devletin önemini ortaya koyması açısından Antony Giddens’ı aydınlatıcı buldum.
Şimdiye kadar konuya ilişkin yaptığım çözümlemeler, bir anlamda ulus devletin tanımını yapmak ve işlevini açıklığa kavuşturmak için bir ön hazırlık olarak da değerlendirilebilir. Kapitalizmin doğuş etkenlerini, modernite, iktidar, ulus ve devlet kavramlarını taslak düzeyinde dahi olsa tanımlamadan, ulus devletin rolünü belirlemek fazla çözümleyici olmayacaktır. Yahudi meselesini ana başlıklar biçiminde taslak halinde sunmaya çalışmam da konuyla yakından bağlantılıdır. Günümüz toplumsal sorunlarını çözümlemek için ulus devletin çözümlenmesi nasıl kilit önemdeyse, ulus-devlet meselesini çözümlemek için Yahudi meselesini uygarlıklar bağlamında tarihsel-toplumsal olarak en azından tanımlama düzeyinde ele almak da hayli öğretici ve örnekleyici değer sunacaktır. Yahudi meselesini ve ulus devleti çözümlemeden, Yahudi soykırımı kurbanlarını anmak ve anlamlandırmak çok eksik ve hatalı, dolayısıyla çok yanlış olacaktır. Bugünkü Ortadoğu trajedisi, yapılan çözümlemeleri fazlasıyla doğrulamaktadır.
Endüstri devrimini burjuva sınıfının bir zaferi olarak görmek hatalıdır
1- Ulus-devlet kapitalist tekelciliğin gerçekleştiği formdur. Daha 16’ncı yüzyılda Hollanda ve İngiltere’de, İspanya ve Fransa İmparatorluklarının emellerini kırmak için gerekli olan devlet formu bir nevi proto ulus devletti. Hollanda Prensliği ve İngiltere Krallığı ulus devlete doğru evrilerek üstünlük sağlamaya çalışacaklardı. 1649 Westphalia Konsensüsüyle devletler arasında ulusal faktör öne çıkınca, ulus-devlet doğrultusundaki gelişmeler hızlandı. Devletlerin ekonomi-politika olarak merkantilizmi esas almaları, ulusal pazar etkenini öne çıkaran diğer güçlendirici ve hızlandırıcı faktör oldu. Ulusal dil, sanat ve tarih çalışmaları artık devletin inhisarında giderek daha çok yer almaya başladı. Uluslararasında yaşanan çeşitli anlaşmazlıklar ve savaşlar, milliyetçilik ve ulus-devlet tipi iktidar olmadan artık yürütülemez oldu. Napolyon savaşları bunda öncü rol oynadı. Fransa’yı ulus-devlet yapmadan savaş yürütülemezdi. Süreci yakından gözlemleyen Alman ideologları, Alman milliyetçiliği ve ulus devletçiliği için gerekli tüm ipuçlarını Napolyon şahsında keşfetmişlerdi. Hızla geliştirilen Alman milliyetçiliği, Almanya’nın bir an önce birleştirilmesinde ve modernitenin aradığı devleti ortaya çıkarmada kaldıraç rolünü oynayacaktı. 19’uncu yüzyılın başlarında daha sonra Hitler’i doğuracak olan sürecin ilk adımları atılacaktı.
Aslında konu daha derinliklidir; kapitalist modernitenin (uygarlığın) temelleriyle ilgilidir. Merkezinde ekonomik tekelin zafer arayışını barındıran bu hareket sadece ulusal gelişmeyi çarpıtmayacaktı; ulusu ulus yapan bütün etkenleri milliyetleştirmek zorundaydı. Dinin ulusallaştırılması olmadan, ekonomik tekelin pazar hakimiyeti zordu. Kültür ve sanatın ulusallaştırılması benzer tekelci konumla bağlantılıdır. Savaşların ulusallaştırılması son ve en önemli faktörü oluşturacaktı. Tüm bu etkenlerin ulusallaştırılması ulusal ruhu doğuracak, o da milliyetçilikle sonuçlanacaktı. İdeologların ulus ve devlet çalışmaları gerekli fikri temelleri çoktan hazırlamıştı. Çok açık ki, bu etkenlerin hepsi ulusal pazar ve bu pazar üzerinde büyük kavga yürüten ve kendini ölümüne dayatan tekelci kapitalizmin eseriydi.
2- Endüstri devrimi tüm bu süreçlere ivme kazandırdı. Büyük ticaretten sonra ve giderek ondan daha fazla artık-değer üreten sanayileşme, bu niteliğiyle temel uluslaştırma konusunu teşkil edecekti. Ulusal sanayi ulus çapında tüm kapitalistler için en çok kâr demekti. 19’uncu yüzyıl bu açıdan belirleyicidir. Endüstriyalizm, bir ideoloji olarak ulusallıkla yakından bağlantılıdır. Milliyetçiliğin 19’uncu yüzyılın en gözde ideolojisi ve siyasal eylem gücü haline gelmesini endüstriyalizmden ayrı düşünmek olası değildir. Ticaret burjuvazisi hacim olarak bir ulusu tek başına taşıyamaz. Merkantilizm tek başına ulusu sürükleyecek ekonomik tekel oluşturma niteliğinden uzaktır. Endüstri tekelleriyle hacim olarak çok genişleyen burjuvazi, artık tüm ulus adına konuşma hakkını kendinde görmeye başladı. Kendi tarihini yeniden yazdı. Felsefi eğilimini netleştirdi. Ulusal kültürü tarihinin bir parçası haline getirdi. Ulusal ordu ve ulusal eğitime damgasını vurdu. Ulusal sanayi burjuvazisiyle kapitalizmin ulus çapında sağladığı hakimiyet ve zaferi kalıcılaştı.
Burjuva devrimi denen kavram tüm bu süreçleri barındırdığında anlam ifade eder. Yoksa tekil İngiliz, Fransız ve benzeri devrimler sanıldığı gibi öyle planlı burjuva devrimleri değildir. Burjuvazinin yaptığı şey, bu devrimleri kendi çıkarı doğrultusunda kullanmak oldu. Endüstri devrimini de burjuva sınıfının bir zaferi olarak görmek hatalıdır. Bu devrim de tarihin büyük birikiminin sonucudur.
Bencil tekelci burjuvazinin her alanda yaptığı gibi bu alana da el koyması, kendini ve kârlarını dayatmasıydı söz konusu olan. Ekonomi nasıl sınıf olarak burjuvaziyi gerektirmeyen bir toplumsal alansa, sanayi de sanayi burjuvazisini peşinen gerektirmeyen bir ekonomik alandır. Ticaret tekellerinin yaptığı şey, ticarete göre tarihsel olarak çok daha fazla kâr getiren bu alana el koymaktı. Devrimin gerçek sahiplerinden hiçbiri burjuva değildi. Endüstri devriminin hazırlıklarında burjuvazi ne teorik olarak ne de pratikte vardı. Endüstri devrimi tarihsel-toplumsal gelişmenin ritmi içinde ekonominin yaptığı en önemli sıçramalardan biriydi. Tıpkı Neolitik dönemin tarım devrimi gibi. Tarihin her döneminde gelişen ekonomik üretim, özü ekonomik tekel olan devleti ve işbirlikçilerini yeni verimlilik alanı üzerinde de en ihtiraslı, gözü kara ve gerektiğinde güç kullanmaktan çekinmeyen yeni tekeller haline getirecekti. Ulus-devlet esas olarak bu tekellerde maddi temelini bulacak, bulamazsa da oluşturacaktı.
Bilimsel sosyalizm adıyla yürütülen yüz elli yıllık hareketin temel başarısızlık nedeni
3- 19’uncu yüzyılın ortaları tarihin dönüm noktalarındandır. Ya burjuvazinin merkezi ulus devleti kazanacaktı ya da toplumun bu yeni tekel ve aristokrasi dışında kalan tüm kesimlerinin demokratik konfederatif hareketi. 1640 ve 1688 İngiliz Devrimleriyle 1789 Fransız Devrimi’nde ihtilal güçleri arasında bariz bir ayrım olmasa da, bu iki eğilim esas rol oynuyordu. Fransız Devrimi’ndeki komüncülerle İngiliz Devrimi’ndeki Leveller demokrat eğilimin temsilcileriydi. Bu eğilimler sonradan tasfiye edileceklerdi. 1848 Devrimleri tam anlamıyla halk devrimleriydi. K. Marks ve F. Engels’in 1848’e kadar yaptıkları Komünist Liga ve Manifesto çalışmaları yerinde ve tarihî adımlardı. Her tür gerici güçle uzlaşan burjuvazinin ihanetiyle karşılaşması sonucunda devrimlerin yenilgiye uğramaları ilk stratejik kayıp oldu. Halkların baharı kısa sürdü ve tekrar karakış bastırdı. Burjuvazinin devrimciliği de anlık çıkarlarıyla bağlantılıydı. Başarsaydı siyasi iktidarı erkenden ekonomik tekele dönüştürebilecekti. Her şeyi kaybetmektense, eldekini korumasını ve sınırlı kazanımlarla yetinmesini bildi. Eski krallık yanlıları ve aristokrasi de umduğunu bulamamıştı. Ulus-devlet bir nevi denge gücü olarak bu süreçte daha da güçlenecekti. Ekonomik ve siyasi tekellerin merkezî ulus-devlet konusundaki ittifakı daha sonraki süreci belirleyecekti. 1861 İtalyan, 1871 ise Alman ulus devletinin resmen ilan edildiği tarihlerdi. Sıra diğer ulus devletlerin ilanına gelecekti.
Umdukları yeni devrim dalgası gelmeyince, Marks Londra’ya çekildi. Kapitali incelemeye koyuldu. Enternasyonal denemesi bir dernek çalışmasıydı. Alman komünistleri (Marks ve Engels dahil) merkezî ulus devleti esas almış olmakla yenilgiyi objektif olarak kabul etmiş oluyorlardı. Bunalım teorileriyle kapitalizmin düşüşüne göre program oluşturma, örgüt kurma, strateji ve taktik geliştirme giderek topluma karşı kapitalizmle aynı modernite kalıpları içinde (endüstriyalizm ve ulus devleti meşru görme) uzlaşarak, ekonomizm denilen tekelden pay alma hareketine dönüştü. Ekonomizm, sanayi tekellerinin ekonomik ve ulus-devlet programının kabulü anlamına gelir. Sovyet Devrimi de daha öncekiler gibi tekelci devlet kapitalizmi+ulus-devlet programının aleti olmaktan kurtulamadı. Zaten Çin Devrimi de uzun bir kargaşa döneminden sonra aynı rotada Çin ulus devleti+Çin tekelci kapitalizmi+küresel tekel uzlaşması ile aynı akıbeti paylaşmaktan kurtulamadı.
Daha sığ bir modernist zihniyetle bağlantılı devrimler olan ulusal kurtuluş devrimleri, sanayileşme ve ulus devleti azami programları olarak belirlemişlerdi. İçlerinde çok sayıda reel sosyalist örnekler olsa da, programları aynıydı. Bilimsel sosyalizm adıyla yürütülen yüz elli yıllık hareketin temel başarısızlık nedeni, Aydınlanmacı moderniteyi aşamaması ve Demokratik Moderniteyi teorik, programatik, stratejik ve taktik olarak oluşturup yürütecek gücü gösterememesidir. Daha doğrusu, bu niyeti bile taşımamasıdır. Bütün göstergeler bu hareketin küçük burjuva karakterli, dar ufuklu, zafer sarhoşluğu gibi düzene kolay teslim olan özellikler taşıdığında birleşmektedir.
Bu süreci protesto eden anarşistler, özellikle Bakunin, Proudhon ve Kropotkin’in önemli eleştirileri ve program önerileri temelinde kendilerini örgütleyememeleri, ideolojik darlıkları ve toplumu yüzeysel tanımaları, ayrıca bireysel eylem anlayışları nedeniyle siyasi alternatif haline gelemediler. Tarihsel sürece müdahaleleri, istenen başarıyı getiremedi. Her iki akımın esas zafiyeti ise Aydınlanmacı felsefeyi olduğu gibi benimsemeleri ve pozitivist bilimciliğe dogmatik bağımlılıklarıydı. Başarısızlık daha çok ideolojik nedene bağlıydı.
Murray Bookchin, 1850’lere kadar Avrupa’da kent ve köy emekçilerinin demokratik konfederasyon eğilimlerinin çok güçlü olduğunu, sosyalistlerin merkezî ulus-devlet anlayışına teslim olmasıyla bu şansın hepten kaybedildiğini söylerken, toplumsal alanda olup bitenlere daha doğru teşhis koyar gibidir.”
Halklar Önderi Abdullah Öcalan’ın ‘Kapitalist Uygarlık’ adlı savunmasından alınmıştır.