HABER MERKEZİ –
Orta sınıflar demokrasinin değil, faşizmin malzemelerini derlediği depodur
“g- Ulus-devlet esas olarak orta sınıfa oynar. Sınıf temeline ortayı alır. Başka türlü gelişmesi teorik olarak mümkün olsa da, pratikte gerçekleşemez. Ulus-devlet orta sınıfın modern tanrısıdır. Orta sınıf kendi zihniyet ve tutkularında hep bu tanrıya kavuşacağını (görev ve çıkar sağlayarak) hayal ederek yaşar. Toplum nasıl içyüzünü bilmeden eskiçağ tanrılarına tapınıyor idiyse, günümüz modern orta sınıfı da tanrısını (kapitalist modernite bağlamında) aslında tanımamaktadır. Fakat ondan başka seçeneği olmadığının da farkındadır. Ya bürokrasisinde ya da tekellerinde (mesleki formasyon gereği) görev almak kurtuluş anlamına gelir. Orta sınıf toplumu kendisinden ibaret sayar. Çok bencil bir sınıftır. Liberaller orta sınıfı demokrasinin temel şartlarından sayarlar. Ancak bunun tersi doğrudur. Orta sınıflar demokrasinin değil, faşizmin malzemelerini derlediği depodur. Faşizm ile ulus-devlet ilişkisi nasıl yapısalsa, faşizmle orta sınıf ilişkisi de yapısaldır. Faşizmin kapitalist tekelin yapısal ilişkisi olması, orta sınıfa ilişkin bu yargıyı değiştirmez. İstisnaların olması sadece esas eğilimi doğrular.
Liberal demokrasi esas olarak orta sınıfa oynarken, en büyük demokrasi oyununda gerçek demokratik toplum güçlerine üstünlük sağlayarak, demokrasinin içeriğini boşaltmayı hedefler. Liberal burjuvazi, liberal demokratlar ancak güçlü demokratik gelişmeler ortamında sol kanat olarak olumlu rol oynayabilirler. Dikkat edilmesi gereken husus, orta sınıf sapkınlığıdır. Kapitalizm toplumun demokratikleşme mücadelesi karşısında, liberal burjuvazi ve orta sınıfı kullanmada büyük deneyim kazanmıştır. Tavizler vererek, hayaller uyandırarak, toplumun alt kesimlerini gösterip orta sınıfı sürekli korkutarak iç politika yürütmeyi esas almaktadır. Ulus-devlet bu anlamda orta sınıfın yoğunlaşmış savaşıdır. Yine bu anlamda ulus-devlet orta sınıfın savaş ilâhıdır. Öyle anlar, öyle hayal eder, öyle tapınır. Bu tanrı ve yoğunlaştırdığı savaşına karşı demokratik güçlerin kendi öz zihniyet ve eylemlerini yaratmaktan başka seçenekleri yoktur. Bu tanrıya karşı tek ve en kutsal seçenek özgür yaşamın kendisidir!
h- Ulus-devleti değerlendirirken, bazı devlet biçimleriyle karşılaştırmak ve kendi içinde farklı modellerini tanımak aydınlatıcı olacaktır. Ulus-devletin kavram ve kurum olarak cumhuriyetle bir tutulmaması önemlidir. Her cumhuriyet ulus-devlet değildir. Hatta krallıklar da ulus-devlet olabilir. Cumhuriyetlerden bazıları ulus devlete dönüşebilir. Cumhuriyet daha çok demokrasiye açıktır. Toplumla ilişkileri ulus-devlet tarzında değildir. Tekellere karşı daha mesafelidir. Cumhuriyet bir ittifak, uzlaşma rejimi iken, ulus-devlet tek taraflı dayatma ve toplumu dilediği gibi oluşturma rejimidir. Cumhuriyet kendi ittifaklarına ve toplum dengesine dikkat ederken, ulus-devlet her türlü ittifak ve dengeyi bozarak tekleşmeyi, merkezî otoriteyi azamiye çıkarmayı, farklı siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel değerler ve anlayışları eritmeyi hedef alır. Cumhuriyet paylaşılabilir. Birçok farklı görüş, kültür, etnisite ve siyasal oluşum, yerel ve bölgesel yönetimler cumhuriyet çatısı altında yer bulabilirken, ulus-devlet zihniyet ve yapı olarak bu farklılıklar ve bütünlüklere karşıdır.
Ulus-devleti modelleştirmede sıklıkla üç örnekten bahsedilir.
Fransa örneği ilk ulus-devlet modelidir. Ulus-devletin doğum yeri Fransa’dır. Yaratıcısı ve tanrısı Napolyon’dur. Siyasal kimliği esas alır. Siyasal ve hukuksal alanı güçlendirerek, Alman tipi bir faşizme kaymama noktasında daha geleneksel bir yaklaşımı vardır. Irk ve hakim etnisite konusunda bağnaz değildir. Fransa dilini ve kültürünü paylaşan herkes Fransız ulus devletinde yer alabilir. Dünyada izleyicileri vardır. Türkler bu modelden esinlenmiştir.
Alman modeli kültürü esas alır. Alman ulusuna özgü kültür hem vatandaşlığın hem de ulus devletin şartıdır. Faşizme daha çok eğilim göstermesi, Alman ulus devletinin bu temelde gelişmesiyle bağlantılıdır. Dünyayı etkilemiştir. Türkler bu uygulamadan da etkilenmiştir. Almanlar bu modeli aşmaktadır.
İngiliz örneği en esnek olanıdır. İngilizler ne Fransızlar gibi siyasi birliği ne de Almanlar gibi kültür birliğini esas alırlar. Farklı siyasal oluşumlar ve kültürlere daha açık bir ulus-devlet örneği sunarlar.
Ulus-devlet esas olarak uluslararası bir dünya sistemi peşinde koşan kapitalist tekellerin eseridir
i- Ulus-devleti zamanlama açısından ele almak, değişim ve gelişimini anlamak açısından önem taşır. Kapitalist modernitenin temel devlet formu olduğunu sıkça vurgulamakla birlikte, tarihsel gelişimi içinde ele almadan rolünü tam anlayamayız.
İspanya ve Fransa’nın imparatorluk emellerini kırmak isteyen Hollanda ile İngiltere’nin daha etkili devlet arayışına girmeleri, ulus-devlet tipini gündeme getirmişti. Hem mali ve siyasi açıdan hem de özellikle ordunun yeniden inşasıyla ulus-devlet, eskinin siyasi ve askeri yapısı karşısında üstünlüğünü gittikçe daha çok kanıtladı. Her iki ülke önce denizde üstünlük sağladı. 16’ncı yüzyılın sonlarında hakimiyet, dolayısıyla denizlerde hegemonya Hollanda ve İngiltere’ye geçmişti. 1700’lerin başlarında Fransa’yla İspanya’da hanedanlık üzerine girilen savaşlarda, karada da üstünlüklerini kanıtladılar. Fakat Fransa ve Avusturya hanedanları imparatorluk emellerini bir türlü terk etmiyorlardı. Bu da kendilerine çok pahalıya mal oldu. Ulus-devlet şansını kaybediyorlardı. Ayrıca devlet yapılanmaları mali açıdan çok daha pahalıydı.
Hollanda ve İngiltere, imparatorluk emelleri karşısında siyasi olarak ulus-devlet inşalarına destek verdiler. Özellikle Prusya devletini güçlü bir ulus-devlet halinde Avusturya ve Fransa’nın karşısına çıkarmaları etkili bir politikaydı. Diğer etkili bir politika olarak Avrupa’nın tüm muhalif güçlerini, bu arada ulus-devlet arayışçılarını sürekli destekleyerek rakiplerini yıprattılar. Çünkü rakiplerinin ulus devletlerle baş etmeleri olanaksız gibiydi. Westphalia Antlaşması bu gelişmelerin sonucuydu. Ulus-devlet Avrupa’sı imparatorluk Avrupa’sı karşısında giderek zemin kazanıyor ve üstünlük sağlıyordu. Fransa İhtilali’nde İngiltere’nin amacı, kendisiyle uzlaşmayan kralı düşürerek, muhalifleri yine gündeme sürmekti. Kralla çelişkisi olan herkesi destekledi. Devrim aslında bir anlamda (tamamen değil) İngiltere’nin komplosuydu. Fakat krallık, daha sonra Cumhuriyet ve Napolyon’la ulus devlete geçiş hesaplarını bozdu. İngiltere, Napolyon karşısında kıl payı kurtuldu. Ayrıca Prusya politikası da benzer bir sonuç vermekle karşı karşıyaydı.
Napolyon örneğinin bir benzerini Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasında görüyoruz. İngiltere, Almancı İttihatçılara karşı kendi yanlısı olan muhalifleri destekleyince, aynen Napolyon örneğini tekrarlarcasına, Mustafa Kemal Paşa aradan sıyrıldı. Hem Alman hem de İngiliz yanlıları kaybetti. İngiltere’nin benzer birçok politik deneyimi vardır. Bu deneyimler dikkatle incelenmeyi gerektirir. Ayrıca Masonlarla birlikte politika yürüttüğünü de unutmamak gerekir.
Ulus-devletin Avrupa çapında zaferi, 1861 İtalyan ve 1871 Alman ulusal birliğiyle birlikte bu iki ulus devletin doğuşuyla kesinleşti. Bu sefer hegemonya savaşı İngiltere ve Almanya arasına kaydı. 1871-1914 yılları arasında geçen kırk üç yıllık süre her iki taraf için ittifak arayışlarıyla geçti. Birinci Dünya Savaşı Almanya’nın hegemonya emellerine büyük darbe indirdi. İkinci Dünya Savaşı bir nevi intikam savaşıydı. Sonuç Alman ulus devletinin acı yıkımı oldu.
Rusya, 1917 Ekim Devrimi’yle Almanya’nın yenilgisinden doğan hegemonya boşluğunu doldurmak istedi. Bunun için Sovyetler hızla ulus devlete dönüştürüldü. Fakat tecrübeli İngiltere’nin ABD ile ittifakı, Rusya’nın hegemonya emellerini tıpkı Fransızlar ve Almanlarda olduğu gibi boşa çıkardı. 1989’da Sovyetler’in resmen çözülüşü, hegemonya iddiasının bırakılması anlamına geliyordu. Üç yüzyıllık İngiltere hegemonyası, 1945’le birlikte küçük müttefiki olarak kalma karşılığında ABD’ye devredildi. Sovyetler Birliği’nin ABD hegemonyasına karşı ulusal kurtuluş hareketlerini destekleme politikası, 1949-1989 dönemindeki soğuk savaşın bir neticesiydi. ABD ve SSCB arasındaki soğuk savaş dönemi, ulus devletlerin altın çağıydı. Aralarındaki gerginlik ulus devletlerin hızla çoğalmalarını sağladı. 1914’e kadar Avrupa’da tamamlanan ulus-devlet süreci, 1970 başlarında da esas olarak dünya çapında tamamlandı. İkinci Dünya Savaşı, Avrupa ulus devletlerinin ilk ciddi krizinin ifadesiydi. AB bu krizin ürünü olarak doğdu.
Aydınlatılması gereken diğer bir konu, kapitalist modernitenin neden model olarak ulus devleti geliştirdiğidir. Anlatımımız bu nedenleri açıklamaktadır. Ek olarak bir nedenin de bu modelin imparatorluk tarzı gelişmelere kolay kolay fırsat vermemesi olduğu belirtilebilir. İmparatorluk zafer kazansaydı, kapitalist tekellerin şansı tekrar ortaçağlardaki gibi olabilirdi. Bu nedenle canlarını dişlerine takıp dört büyük imparatorluğun emellerine karşı koydular. 1500-1600 yıllarında İspanya, 1600-1870 yıllarında Fransa, 1871-1945 yıllarında Almanya ve 1945-1990 yıllarında Rusya’nın imparatorluk emelleri (Osmanlı ve Avusturya İmparatorluklarını da bunlara eklemek gerekir) ancak ulus-devlet politikalarıyla boşa çıkarılmıştı.
Ulus-devletlere her ne kadar ulusal burjuva unvanı yakıştırılsa da, açığa çıkan gerçeklik, ulus devletin esas olarak uluslararası bir dünya-sistemi peşinde koşan kapitalist tekellerin eseri olduğudur. En sıkı ulusçu geçinen Türkiye örneği bile ancak İngiltere’nin onayı ve ABD müttefikliği ile yürütülebildi. Uluslararası kapitalist sistem olmadan, ulus devletin doğuşu ve gelişimi düşünülemez. Sovyet ve Çin ulus devletleri de buna dahildir. Kurulması ve ayakta kalması etkenlerinin başında, sermayenin kâr güvencesine en iyi politik karşılık olması gelir. Ne zamanki bu özelliklerini yitirdiler, o zaman önce İngiltere ve sonra ABD hegemonyası altında yavaş yavaş dönüşerek varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Dünya-sistemin (kapitalist modernite ve hegemonun) politikası olmadan, hiçbir ulus-devlet uzun süre ayakta kalamaz. Aksi durum sistemin mantığına aykırı olurdu. Aykırı olan, çok zor yaşar veya yıkılır. Sovyetler ve Çin’in bile ayakta kalabilmek için ABD’yle ne kadar uzlaşmaya ihtiyaç duydukları açığa çıkan diğer bir kanıtlayıcı örnektir.
Bu durumda Saddam Hüseyin’in trajik sonunu daha iyi anlayabiliriz. Saddam sistemi tanımadı veya tanımak istemedi. Ayakta kalmak için tek bir şansı vardı, o da Irak’ı çok kapsamlı bir demokratik sisteme dönüştürmekti. Ulus-devlet tanrısına olan çok güçlü inancı nedeniyle bu şansını kullanmadı. İdam sehpasına çıkarıldığında, eski tanrının sözlerinin yazılı olduğu Kuran’ı elinde tutsa da, sistemin yeni tanrısı karşısında eski tanrının imdadına yetişmediği ve kendisini kurtarmaya gücünün yetmediği de hazin bir biçimde ortaya çıkmıştı. Fakat sistemin tanrısı Leviathan da Irak bataklığında iyice debeleniyor. Tüm Ortadoğu coğrafyasında zor durumdadır.
Ulus-devlet hem içte hem de dışta toplumsal sorunların çözüm modeli olmaktan çoktan çıkmıştır
Avrupa kendisi için yeni tanrı arayışındadır. Muhtemelen kendisi için daha barışçı, hukuka yer veren bir tanrı inşa edecektir. Avrupa Birliği, Avrupa’nın dört yüzyıllık uluslaşma ve ulus-devlet tarihi boyunca yaşadığı korkunç savaşların en sonuncusu olan İkinci Dünya Savaşı başta olmak üzere, tüm savaşçı geçmişine tepki olarak geliştirilmeye çalışılıyor. Ulus-devletin açığa çıkmış muazzam tahrip edici yanlarını evrimci yöntemlerle yeni bir Avrupa vatandaşlığı temelinde ekonomik, sosyal, siyasal ve tarihsel alanda geliştirdiği yeni fikir, inanç ve kurumlarla aşmaya çalışıyor. Bu bir nevi özeleştirisel yaklaşımdır. Dikkatle izlenmesi gereken bir süreç olup, nasıl sonuçlanacağı önceden kestirilemez. ABD ise Irak’ta ulus-devlet uygarlığının bir nevi 16’ncı Louis’si olan Saddam ve rejimini yıkarak, işine gelmeyen ulus devlete tavrını radikalce ortaya koydu. Daha çok ulus devleti federatif tarzda (ABD’nin kendi yapısı) yeniden inşa yöntemini deneyebilir.
ABD’nin hegemonya ile imparatorluk arasında sıkışması zorlu bir süreçten geçtiğinin kanıtıdır. Ulus-devletleri zayıf bir hegemonyayla idare etmek zordur. Türkiye ile ilişkileri buna örnek olarak verilebilir. İmparatorluk halinde tecrit olabilir. Roma’nın çöküşü akıllardadır. Fakat ondan başka imparatorluğa cesaret edebilecek bir gücün bulunmaması şansı sayılır. Her şey bir çıkmazla karşı karşıya kalındığını gösteriyor. Klasik ulus-devlet hegemonya ile ancak 21’inci yüzyıl başlarına kadar zorbela var olabildi. AB, ilk ve oluşum halinde olan bir adımdır. Geleceği net değildir. BM sistemi, sanki aynasıymış gibi, ulus devletin çıkmazını gösteriyor. Sorun çözme yeri değil, adeta ağırlaştırma organıdır. Diğer bölgesel ve kıtasal birliklerin de ulus-devlet engelini aşmaları beklenmediğinden, çözüm olanakları yok gibidir. Ulus-devlet hem içte hem de dışta toplumsal sorunların çözüm modeli olmaktan çoktan çıkmıştır. Kaldı ki, kuruluşlarında işgallere karşı ve ilk sermaye birikimleri için uygun bir model olsalar da, içte bastırdıkları tüm tarihsel, toplumsal, kültürel, etnik, çevresel, feminist ve siyasal boyutlu sorunların günümüzde yeniden baş göstermesi çözüm gücü olmadıklarını kanıtlamakta, uluslararası anlaşmazlıklar karşısında tıkayıcı bir model oldukları yüzlerce örnek olayla açığa çıkmış bulunmaktadır.
İsrail-Filistin sorunu bu açıdan derslerle doludur. İkisi de çok katı ulus-devlet modeline bağlıdır. Bir Kudüs sorununu çözmek için ya bu kenti paramparça etmeleri ya da birbirlerini sonuna kadar yok etmeleri gerekir. Sistemin çıkmazını bundan daha iyi açıklayan bir örnek bulmak zordur. Kaldı ki Irak, Afganistan ve Lübnan’ın durumu ortadadır. Sırada muhtemelen İran ve başka ülkeler vardır. Ne adil ve insani ne de siyasi ve demokratik olduğundan, modelin şansının da olamayacağı her geçen gün daha çok açığa çıkmaktadır.
Ulus-devlet 1970’lerde zirve yaptıktan sonra ve özellikle SSCB’nin dağılmasıyla derin bir krize girmiştir. Yaşadığı kriz, sistemin sorunlarına yanıt verememesi ve gittikçe engel teşkil etmesi nedeniyle, ulus-devlet kapitalist tekelin gözünde eski itibarını yitirmiştir. AB modelinde krizi evrimle aşma girişimi fazla umut vermiyor. Bu durum kapitalist modernitenin genel küresel kriziyle bağlantılıdır. Ortadoğu krizli halin kaosa dönüştüğü alandır. Olup bitenler Üçüncü Dünya Savaşı boyutundadır. İkinci bir AB veya BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) bölge gerçekliğine yanıt vermekten uzaktır. Kaos halinin uzun sürmesi beklenebilir. Sistem demokrasi kılıfıyla ulus devleti yeniden inşa etmeye çalışabilir. Eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik güçlerin buna yanıt olarak demokratik uygarlığı geliştirmeleri en uygun yoldur.
‘Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Modernite Çözümü’ adıyla geliştirmeye çalışacağım savunmamda, bölgenin Demokratik Konfederasyon projesini tartışmaya çalışacağım.
Demokratik uygarlık bakışı, bilim üretimi açısından muazzam bir şanstır
j- Ulus-devletin çok köklü bir paradigma olarak epistemolojik yönünü tartışmadan bırakmak ciddi bir eksiklik olacaktır. Şimdiye kadar yapılan nitelendirmeler, ulus devletin herhangi bir devletten çok farklı bir paradigmaya dayandığını göstermektedir. Thomas Kuhn’un epistemolojiyle ilgili çalışmaları paradigmanın önemini ortaya koymaktadır. Paradigmayla ilgili bu konuda açıklamak istediğim husus, ulus devletin muazzam çarpıtma gücüdür. Ulus-devletin toplumsal ortamında yetişen birinin bilimsel bakış açısı gerçeklere yüzde 90 (Kaba tahmin kanımı gösterir) zıttır. Bunun temel nedeni, vatandaşlığın oluşturulma tarzının yanı sıra, toplumun tüm katlarında yürütülen ulus devletçi paradigmanın kendi tarih ve toplum bilincini inşa etmesi ve egemen kılmasıdır. Özellikle oluşturduğu ulus ve devlet tarihi (İkisini iç içe inşa eder) genel tarihi yadsıdığı gibi, diğer ulus ve devletlerin, toplumların tarihini de büyük oranda yadsır veya çarpıtarak kendi tarihine malzeme yapar, sunar.
Bu paradigmadan geçmeyen bir vatandaşın bilim insanı olması, dolayısıyla bilim üretmesi imkansız olmasa bile oldukça çarpık olup, anlamlı yorumları geliştirme gücüne erişmesi mümkün değildir. Öncelikle fanatiktir; her şeye ulus-devlet çıkarı açısından bakar. Tüm olgular onun milliyetçilik şablonundan geçmeden anlam bulamaz. Sosyal bilimleri anlamasına imkan yoktur. Şoven ulus perspektifi bilim elde etme şansını çok daralttığı gibi, ancak kabul açılarına denk geldiğinde anlayabilir. İstemediği hiçbir olgu, ilişki ve olay onun ezberini bozamaz. Milliyetçiliğin din olarak tahribatı tam da bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Milliyetçiliğine hizmet etmeyen bir şeyin gerçekliği kendisine anlamlı gelmez; ilgisi yoktur, ruh hali ve zihni kapalıdır. Ulus-devletin olguları dışında anlam ifade edecek sosyal gerçeklikler bu nedenle kendisine karşıt görünür. Çünkü sosyal gerçeklik alanında her şey ulus devletçiliğin gözlüğünden görülmek durumundadır. At gözlüğü de olsa bu böyledir. Bu gözlükten bakanlar, tarihe ve felsefeye objektif bakamaz. Zihninin katılaşması başlı başına bir engeldir. Bu tarz bakış bilimi kavramaya da elverişli değildir.
Kendi ulus-devlet toplumu dışında toplumları da düşünemez. Bu konudaki katılaşma objektif gözlemi ya çarpıtmakta ya da ilgisiz bir bakışa sürüklemektedir. En bağnaz dincilerden daha bağnaz bir paradigmayla ötekine baktığında ya onu görmeyecek ya da ona düşman olarak bakacaktır. Ulus-devlet dünyasının sürekli savaş üretmesi bu nedenledir. Hitler örneği bu konuda da çarpıcı olabilir. Avrupa ve Dünya ya onun gözünden göründüğü gibi olacak ya da olmayacak, yok olacaktır. Bu paradigmanın nasıl şiddet etkenine dönüştüğünü çok sayıda örnekle kanıtlamak zor değildir.
Din savaşları da açık ki farklı paradigmalarla bağlantılıdır. Milliyetçilik kaynaklı savaşların bu kadar çoğalması ulus-devlet paradigmasıyla, yani ulus devletin egemen kıldığı temel bakış açısıyla ilgilidir. Bilgiyi doğru algılayamama doğal olarak yanlış bilgilenmeye yol açacak, o da yanlış karar ve uygulamaları beraberinde getirecektir.
Ulus-devletin derin bakış açısına (paradigmasına) sahip hiçbir bilim insanının, başta sosyal bilimler olmak üzere tüm bilimlerde anlamlı yorum gücüne sahip olması beklenemez.
Her şeyi ‘ben’leştirmeye çalışan bu zihniyet, ‘benim sınırlarım’, ‘benim toplumum’, ‘benim ülkem’, her şeyde ‘ben’ diyerek muazzam bir egoizme batmakta, kendini abartarak büyük kılmaktadır. O zaman bu kişilikten hiçbir sağlıklı karar, ilişki ve eylem gücünün çıkmayacağı anlaşılır bir husustur. Kendini devlet ve toplumuyla, onun tarihi ve ufkuyla, çıkar ve tutkularıyla özdeşleştirdiğinden, ne ulusal ne de uluslararası barış ve dayanışma şansı beklenebilir.
Kaba bir taslak halinde tanımlamaya çalıştığımız bu paradigmanın ulus-devlet bakış açısının dışına çıkmadan bilimle buluşamayız, dolayısıyla doğru karar ve ilişki şansını kazanamayız. Tüm göstergeler demokratik bir ortamın bilimsel devrim için en uygun koşulları sunduğunu göstermektedir. MÖ 6000-4000 döneminin (Verimli Hilal) bilgisinden tutalım, MÖ 600-400 döneminin İyonya ve Atina’sına, 15’inci yüzyıldan itibaren başlayan Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma Avrupa’sına kadar bilimlerin en hızlı geliştiği dönemlerin toplumların özgürlük düzeyiyle bağlantılı olduğu görülecektir. İnsanlığa kazandırdığı büyük değerlere rağmen, Avrupa dünyada hâlâ çok eleştiriliyorsa, ulus devletin bencil çıkarcılığı yüzündendir. Modernitenin günümüz sorunlarına çözüm üretememesi, esas aldığı ulus-devlet sistemi nedeniyledir. Tıpkı son dört yüzyılın eşi görülmemiş tüm önemli savaşlarının nedeni olması gibi.
Demokratik Uygarlık bakışı, bilim üretimi açısından muazzam bir şanstır. Özellikle kriz ve kaos ortamında yeni bir bilime olan ihtiyaç ancak Demokratik Toplum paradigmasının hakim olmasıyla giderilebilir.
Epistemolojik sorunlar çözülmeden pratik çözümler gelişemeyeceğine göre, ulus-devlet paradigmasını yıkmak ve Demokratik Modernite paradigmasını kazanmak gerekli olan çözüm gücüne eriştirecektir.”
Halklar Önderi Abdullah Öcalan’ın ‘Kapitalist Uygarlık’ adlı savunmasından alınmıştır.