Kapitalizme karşı mücadele onunla bir pazar mücadelesi değil; ayrı dünyaların, ayrı düşüncelerin, ayrı yaşam ölçülerinin bir mücadelesidir. Bu mücadelenin örgütlendirilmesi ancak sonuç alabilir ki bu da güçlü bir zihniyet devrimiyle mümkündür.
HABER MERKEZİ
Tüketim ?Kültürü?
Özellikle sanayi-tekel kapitalizmiyle birlikte üretimin yoğunlaşması, tüketim ?kültürü? nün gelişmesine de neden olmuştur. Fakat burada yoğunlaşan üretim ve çılgınlaşan tüketim ?ne kadar ihtiyaçtır?, orası bir tartışma konusudur. Kapitalizmde süreklileşen azami kâr, sermayenin sürekli bir dolaşım içerisinde kendisini katlayarak büyütmesini ifade etmektedir. Bunun için de üretilenlerin pazarda karşılıklarının olması gerekir. Bu, kapitalizm için bir ihtiyaçtır, ama alıcılar için bunun geçerli olduğunu söylemekte mümkün değildir. O nedenledir ki, sermaye sürekli katlanıp büyürken toplumu da bunun bir parçası haline getirir ve bu da tüketim çılgınlığı şeklinde bir ifadeye kavuşur. Kapitalizm bunu düşünce gücüyle, toplum mühendisliğiyle başarır. O zamana kadar insanın kullanmadığı, bilmediği birçok şey, daha sonra; ?sanki yokluğunda yaşanamazmış? gibi kabul ettirilmiştir. Bu şekilde bir oluşum sürecine giren tüketim ?kültürü?, kapitalizmin kendi cephesinden topluma karşı yürüttüğü mücadelede elde etmiş olduğu en önemli bir başarılardan biridir.
Bunun aşılması ve yerine doğru bir tüketim kültürünün geliştirilmesi ise, ancak ona karşı verilecek olan doğru bir mücadeleyle mümkündür. Kavram olarak buna ne kadar doğru bir tüketim ?kültürü? diyebiliriz, bu da bir tartışma konusudur. Şu açıdan: Günlük yemek tüketiminin belli bir ölçüsü vardır. Bu da aynı zamanda insanda bir üretime dönüşüyor. Çünkü canlı organizma, kendini var edebilmek için beslenmelidir. Burada beslenme ile yaşam birbirlerini dengeliyor. Bu anlamda bu tarz beslenme kapitalist anlamda ne kadar bir tüketimdir, tartışılır. Doğada bazı zıtlıklar vardır. Artı-eksi, kadın-erkek, bu onların doğasında var olandır ve hep tamamlayıcı bir rol oynar. Bu karşıtlığı aynı şekilde üretim-tüketim için de kullanabilir miyiz? Tüketim çılgınlığı içinde insanların tüketmek zorunda bırakıldıkları birçok şey insanların yaşamsal ihtiyaçlarından değildir. Bunun da ötesinde, dönemsel ihtiyacı bile değildir.
Makineler çalıştırılıyor, sürekli üretiliyor. Bunların kapış kapış gitmesi gerekir. Kapitalizmin sürekli pompaladığı, zihinlerde sürekli işlediği budur. Elbise ihtiyaçtır, giyilir, bir anlamı vardır. Fakat her gün bir elbise giymenin ya da modanın yerini bir başka modaya bırakması halinde, var olanı terk etmenin ihtiyaçla bir alakası yoktur. Pazara, tüketime sunulan, metalaşan her şey için bu geçerlidir. Bu açıdan tüketimle zorunluluğu aynılaştırmamak gerekir. Üretim, yaşamın devam etmesi için insanların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir faaliyettir. Böylesi bir faaliyeti, azami kârı süreklileştiren endüstriyalizmle de aynılaştırmamak gerekir, farklıdırlar. Ama kapitalizm düşünce dünyamızda yer edinen kelimelere kendi çıkarı doğrultusunda anlam yüklemiştir. Bu anlama göre o kelimeler algılanıyor, kullanılıyor. Böylece sanki tüketim yaşamda bir zorunlulukmuş gibi yer edinmiş oluyor. Onun içindir ki, üretim-tüketim kavramlarını, ihtiyaç-gereklilik kavramlarını yerli yerinde kullanmak ve kapitalizmin bunlara yüklediği anlamlardan ayrıştırmak gerekir.
İnsan toplumları yaşamlarını sürdürmek için üretmeye, beslenme-barınma-savunma sorunlarını çözmeye mecburdur. Bunları sağlamak için faaliyet gösterir. Gereklilik ve gereksinim burada birbirini tamamlayan öğeler olarak ortaya çıkar. Kapitalist üretim bir gereklilik olarak görüldüğü andan itibaren doğanın dengesi bozulur. Doğal zenginlik kaynaklarının tüketilmesi, canlı türlerinin yok edilmesi, dünyanın giderek yaşanılmaz bir hale gelmesi bunun birer sonucu olarak yaşanır. Herhalde doğayı tüketme faaliyeti için bir üretim olduğunu ya da insanın toplumsal olarak yaşamını sürdürmesinin bir gerçekleşme biçimi olduğunu söyleyemeyiz. Fakat kapitalizm koşullarında toplum mühendisliği öyle bir hale getirmiştir ki, sanki aşırı bir tüketim çılgınlığına girilmediği, o fabrikaların ihtiyacın kat be kat üstünde üretim yapmadığı durumda var olunamayacakmış düşüncesini hem kendisinde hem de toplumda hâkim kılmıştır.
Bunun da yıkılması kapitalizmin düşünce dünyasının, yaşam ölçülerinin aşılmasıyla mümkündür. Bu bir anda gerçekleşemez, belli bir zaman alır. Çünkü 400-500 yıllık bir süreç içinde inşa edilen bir düşünce, bir yaşam biçiminden bahsediyoruz. Böylesi bir şeyin bir anda ortadan kaldırılması mümkün değildir. Bunun sağlanması son derece kaba yaklaşımlarla da mümkün değildir. Eğer olsaydı reel sosyalizm, kaba materyalist düşünce yapısı bunu başarırdı. Örneğin Sovyetlerin ürettikleri mallar çok dayanıklıydı. Kullanım yönü de ağır basan nesnelerdi. Aynı nesneler Avrupa?da da üretiliyor, ama kullanım değerleri düşüktür, dayanıklı değillerdir. Kısa sürede yerine yenilerine ihtiyaç duyulan bir üretim gerçekliği vardır. Sovyetlerde böyle değildi. Fakat oradaki üretim gerçekliğinin bir yönü vardır, o da ona estetik-biçim kazandırma, insanların duygu-düşünce dünyalarına hitap etme yönleriyle sınırlıydı. Bu da oradaki toplum için Avrupa ürünlerini biraz daha cazip hale getiriyordu.
Buradan, kullanımı sadece kaba-biyolojik bir gereksinim olarak görüp, ne sunarsak kabul edilir yaklaşımı yerine; toplumun maneviyatını, duygu ve düşünce dünyasını hesaba katan, onun beğeni ölçülerini de düşünen bir üretim gerçekliğinin sağlanmasının gerektiği gibi bir sonuç çıkarılabilir. Ama bu sadece pazarda hızlı bir tüketim ya da insanların sadece soyut ihtiyaçlarının karşılanması açısından olmaz. Dayanıklılık ve kullanım değeri kadar estetik ve biçim de önemlidir. Fakat buradaki estetik, kapitalizmin duygu ve düşünce dünyalarında yaratmış olduğu bir estetik değildir. Takıp takıştırmak, bulup buluşturmak anlamındaki bir estetikten bahsetmiyoruz. Burada kastedilen estetik, etikten bağımsız değildir. Estetik ancak ahlakla mümkündür. Kastedilen ahlak da gerçeklikten kaçmama ve toplumsal gerçekliğin gereklerini yerine getirmedir. Bu özle kazanılan biçim estetik olmayı da ifade eder. Üretimde bu ölçüler sağlanabildiği sürece toplumun gereksindiği sunu gerçekleştirilebilir.
Bu işin sağlık ve temizlik boyutu da vardır. Mesela üretim alanında birçok insan bulunur, üretir ve bunların kullanılmaları gerekir. Fakat çok azı kullanılır, önemli bir boyutu çöpe gönderilir. Bu da üretimi geliştirir, ama sağlıklı bir üretici zihin yapısına sahip olmamamın bir sonucudur. O yüzden bu olguları, kapitalizmin onlara yüklediği anlamlardan ayrıştırarak ele almak ve üretimi bir gereksinim-gereklilik içerisinde değerlendirmek gerekir. Sovyetler Birliği, ABD ile rekabet halindeydi. Uzaya ABD?den önce insan gönderdi. Ama piyasada ABD?ye yenildi. Sadece onlar değil. Doğu Avrupa?nın devrim yapmış olduklarını iddia eden ülkelerinin hepsi bu anlamda kapitalist pazara yenildiler. Bu yenilgi, kendilerini bir rekabet içine koymaları içinde gelişti. Oysa kapitalizme karşı mücadele onunla bir pazar mücadelesi değil; ayrı dünyaların, ayrı düşüncelerin, ayrı yaşam ölçülerinin bir mücadelesidir. Bu mücadelenin örgütlendirilmesi ancak sonuç alabilir ki bu da güçlü bir zihniyet devrimiyle mümkündür.
Tabii burada tüketim ?kültürünün? gelişmesinde profesyonel bir meslek olarak geliştirilen reklamcılığın oynamış olduğu rolün de üzerinde durmak gerekmektedir.
Tüketimde reklam, çılgınlığın ateşleyici faktörüdür. Reklam deyince yalnızca televizyon reklamlarını anlaşılmamalıdır. Yaşamın her alanı bir reklamdır. O yüzden kapitalizmin toplumu için, ?gösteri toplumu? denir. Toplum kendisini inşa ederek var etmiştir, ama kapitalizmde toplum kendisini başkasına beğendirmek için var etmeye çalışır. Kendisi olmaktan çıkmıştır. Bu noktada o toplum, reklamların yönlendirdiği, bu doğrultuda davranışlarına yön ve biçim verilen bir gösteri toplumu haline gelmiştir. Düşünce dünyasında, toplum olarak kendini var etme yerine başkalarınca yönlendirilen bir toplum haline gelinmiştir. Yemesinden, içmesine oradan da barınmasına varıncaya kadar her şeyiyle buna göre kendini ayarlanan bir hal almıştır. Öyle ki, sadece o finans kuruluşlarının, büyük kapitalist şirketlerin reklam yapmasına da gerek kalmamaktadır. Toplumdaki her birey, giydiği elbiseyle, konuşma tarzıyla, kullandığı ev eşyasıyla, bindiği arabayla onun reklamını yapan; asıl tüketimi yaşayan, yaşatan ve çevresine de yayan bir hale gelmiştir. O nedenle de reklamı, televizyonda iki program arasına sıkıştırılan tanıtımlar olarak görmemek gerekir.
Kapitalizm öncesinde köleleştirme yöntemlerinde, köleleştirilenlerin iradesi hiçe sayılarak, baskıyla gerçekleştirilen bir kölelik söz konusuydu. Doğrudan kölelik de, toprak köleliği de böyleydi. Fakat kapitalizm de bir kölelik, öyle bir biçimdir ki, kölelik dışında bir yaşam şansı bulunmadığının insana kabul ettirilmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Yaşamsal ve düşünsel olarak, insanın önünde geleceğini tasarlaması açısından da olsa, başka bir seçenek bırakmayan bir köleliktir. İşin en kötü yanı da, böyle bir kölenin kendini özgür olduğunu sanmasıdır. Bu şekilde her yönüyle düzene bağlanmış bir köleleştirilme söz konusudur. Bağımlılık ilişkisi de bir köleliktir ve kapitalizm de her yönüyle insanı kendisine bağımlı bir hale getirmektedir.
Kapitalizmin geliştirmiş olduğu bu bağımlılık ve kölelik ilişkisinin bir bütün olarak topluma hâkim kılınasında rol sahibi olan tüketim ?kültürü? ve reklamcılığın doğrudan hedef haline getirdikleri arasında yine en başta yer alan gençlik olmaktadır. Kapitalizm tüketim burada gerçekleşmezse, reklam gençlik üzerinde etkisini göstermezse başarı şansının da olmadığının bilinci ile hareket etmektedir.
Dikkat edilirse tüketim ?kültürü? en yaygın haliyle gençlik içerisinde karşılığını bulur. Yine reklamların ağırlıklı olarak doğrudan hedefinde de gençlik bulunmaktadır. Bunu tüm reklam araçlarında; basın-yayın organlarında, billboardlar da vb. görmek mümkündür. Adeta bu reklamlar içerisinde gençlik bir tüketim kültürü çılgınlığı içerisine çekilmeye ve ona göre de giyinmeye, yaşamaya ve be bir ilişki ağı içerisinde tutulmaya çalışılmaktadır. Aslında bu gerçeklik kapitalist modernitenin gençliğin kendine yabancılaştırılarak, iç tüketimi yaşar hale getirilmesi ile bire bir orantılı bir şekilde geliştirilmektedir. Bunu günlük yaşam içeresinde, toplumsal görev ve sorumlukların yerine getirilmesinde görmek mümkündür. Toplumsal sorunların çözümü doğrultusunda yürütülen mücadelede uzak duran, bunun yerine daha çok kişisel arayışları, ilgileri öne çıkaran bir yaklaşım içerisinde olunması da bunu göstermektedir.
2-)Kapitalizme Karşı Mücadele
Önder Apo, dünya devrimci hareketlerinin bugüne kadar yapmadığını yaptı, kadını devrimin merkezine aldı. Kadın özgürlüğünü, toplumun özgürlüğü olarak gördü. Ama bunu bir slogan olarak belirlemekle yetinmedi, pratikte de gerçekleştirmenin koşullarını yarattı. Kapitalizme karşı en güçlü mücadele aslında buydu. Böylece kapitalizmi, topluma karşı kullandığı temel silahtan arındırdı ve kadını kapitalizme karşı mücadelenin temel öncü gücü haline getirdi. Kadının özgürlüğünü, toplumsal kurtuluşun başlangıcı olarak kabul etti. Yine böyle bir belirlemede bulunurken kadınla birlikte gençliği toplumun kurtuluş mücadelesinin temel gücü ve öncüsü olarak belirledi. Önderliğin kapitalizm ve çözülen reel sosyalizm çözümlemelerine vermiş olduğu en büyük karşılık bu oldu. Bu, kapitalizme karşı yeni bir mücadele döneminin başlaması anlamına geldi. Reel sosyalizmin çözülmesini aynı zamanda o güne kadar sosyalizm adına taşınan kapitalizmin sorunlarının tekrar kapitalizme taşınması olduğunu da gördü. Onun içindir ki Önderlik; yıkılanın reel sosyalizm değil, kapitalizm olduğu, şeklinde bir belirlemede bulundu. Bu da kapitalizmin o güne kadar var olan çelişkilerinin çok daha fazla derinleşeceği ve çözümsüz bir hale geleceği tespitine götürdü ve bunu da: ?Kapitalizm, reel sosyalizmin çözülmesine sevinedursun, aslında bu çözülme en büyük yük ve sorumluluğun kendilerine dönmesidir.? sözleriyle dile getirdi. Önderliğin bu tespiti pratikte de karşılığını buldu. Söz konusu çözümleme, reel sosyalizmden sonraki süreçte dünyada çığır açan bir çözümleme olma özelliği taşıdı. Hepsinden farklı bir değerlendirmeler bütününü kapsayan bir çözümleme haline geldi.
Böylece kapitalizme karşı mücadelede güçlü bir silahın sahibi haline gelindi. Bu silahta kendisini en somut haliyle, kapitalizm gerçekliğinin çözümlenmesi oldu. Kapitalizmin bir toplum, bir ekonomi ve bir zorunluluk olmadığı belirlemeleri de böyle bir gerçekliği ifade etti. Sun Tzu ?Kendini tanımak savaşın yarısını kazanmaktır. Kendini ve düşmanını tanımak ise savaşın tamamını kazanmaktır.? demektedir. Önderliğin yapmış olduğu bu çözümlemeler hem kendi gerçekliğimizi tanıma hem de düşman gerçekliğini tanıma anlamına gelmektedir.
Eski paradigmaya göre Kapitalizme karşı mücadele, onu toplum, ekonomi ve tarihsel zorunluluk olarak ele alan bir perspektife göre yürütülmekteydi. O mücadelede esas alınan da kapitalizmi yıkmak için önce devlet olmak gerekmekteydi. Reel sosyalizm devlet olmuştu, ama devlet egemenlerin tahakküm aracıdır ve bu araçla egemenlere karşı savaşmak ve başarıya ulaşmak mümkün değildi. O araçlar kullanıldığı zaman, mücadele edilen güce benzeme kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkacaktı. Bunun tespiti, kendi başına kapitalizme karşı verilen mücadelede en büyük bir kazanımdı.
Devlet ve iktidar olgularının çözümlenmesi, kadın özgürlüğünün özgürlüklerin merkezine alınması; bunlar kapitalizme karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğini ortaya koydu. Bu, klasik mücadele biçimlerinin aşılmasıydı. Önderliğin ?Demokratik Ulus? dediği çözüm modeliyse, kapitalizme karşı mücadelede nasıl bir yolun izlenmesi gerektiğini ortaya koydu. Devrim anlayışımızı değiştirmemize neden oldu. Buna göre de; Devrim, Demokratik Ulus Çözümü? olarak bir tanıma kavuştu.
Ancak burada önemli olan, yapılan bu tespitin pratik anlamda somutlaştırılması ve bunu gerçekleşmesi için bir mücadelenin sahibi haline gelinmesidir. Yapılan bu tespitin yaşamsallaştırılması, pratikleştirilmesi için toplumun harekete geçmesini sağlayacak olan bunun bilincine ve örgütüne kavuşturulması gerekmektedir. Onun içindir ya Önderlik kapitalizmi ele alırken 400-500 yıllık bir tarihsel süreçten bahsetmiş, onun çözülen feodal egemenlik üzerinden kendisini bir sistem olarak örgütlediğini ve toplumunu inşa ettiği gerçeğine dikkat çekmektedir.
Kapitalizm, sadece elindeki siyasi ve askeri zora dayalı olarak toplumu egemenlik altına almamıştır. Bunu zihin dünyasıyla, yaşamına yön vererek yapmıştır. Öyle ki, o sistem içerisinde yaşayan her insan, onsuz bir yaşamın olamayacağına ikna edilmiştir. Bu sadece bir ülkede, bir bölgede değil, 400-500 yıllık bir süre içerisinde tüm dünyada bir gerçeklik halini almıştır.
Kapitalizmin yarattığı ?topluma? karşı, mücadele yürütülmektedir. Bu uğurda bugüne kadar da büyük mücadeleler verildi, devletler yıkıldı ve kuruldu. Devrim yapıldı ve iktidar koltuğuna oturuldu. Ama bu öyle bir koltuktu ki, üzerine oturanı kendine benzeştirdi. Egemen güçlerin kullandıkları silahlar böyle silahlardı. Önderlik Bakunin?den alıntılar yaptı, en demokrat kişi iktidarı ele geçirdiğinde en kötü bir diktatör olurdu, sözünü yenileme ihtiyacını duydu ve bu sözü daha da ileri götürdü, kadın somutuna indirgedi. Wallerstein, ?Biz konuşurken, özgürlük ve sosyalizmi tartışırken, korkarım ilahların gazabına uğrarız. Çünkü hepimiz aynı zehirli kaynaktan içtik? diyerek bu gerçekliği bir tanıma kavuşturdu.
İşte Önderlik bu mücadelenin de yolunu bizlere gösterdi. Kişilik çözümlemesi burada anlam kazandı. Ancak kendimizi kapitalizmin düşünce kalıplarından arındırarak bunu yapabileceğimizi söyledi. Onun yöntemini kullanmaktan vazgeçerek, sadece bu kadar da değil, onu kusarak bunu başarabileceğimizi söyledi. Bu ise kendimizi onun düşünce kalıplarından, onun kaba materyalist bakış açısından kendimizi kurtarmaktı.
Önderlik savunmasında ?ya özgürlük ya hiç!? dedi. Ya kölelik ya bağımsızlık, ya kölelik ya özgürlük demedi. Özgürlüğün dışında başka bir şey yok. Bu da ancak Önderliğin temel öğretileri arasında, kapitalizm ve onun sistemi ile yaşamına karşı vereceğimiz mücadeleyle ve kendimizi bu alanlarda yeni baştan yaratmakla mümkündür.