HABER MERKEZİ- Erkek egemen sistem kendi krizinin ve bunun alternatifinin kadın devrimi olduğunun farkındadır. Devrimin silueti belirirken her zaman karşı devrimci güçler, devrimleri boşa çıkarmak için hazırlıklı olurlar. Neoliberal sistem kendisini yeniden organize ederken kadın devrimi potansiyelini ortadan kaldıracak stratejileri de oluşturmaktadır. Kadınlara dönük saldırıların kaynağında bu gerçeklik yatmaktadır.
Finans kapitalin yapısal bunalımı ve kadın kırımı
İlk oluşum döneminde sömürgecilik, daha sonra emperyalizm ve günümüzde küreselleşme ile sınırsız iktidar ve sermaye birikimine dayanan kapitalist modernitenin 21. yüzyıla taşırdığı bilanço oldukça ağırdır. 1970’lerde başlayan sistemin yapısal bunalımı giderek derinleşmektedir. Kapitalizmin gelişim aşamaları kanser hastalığının yayılmasına benzer biçimde doğa, kadın ve şimdi de toplum kırım olarak tanımladığımız yıkımlarla genişler. Kanserli hücrelerin çoğalma biçiminin sürekli canlı-sağlıklı dokuya saldırmasına benzer biçimde, kapitalizm de endüstriyalizm canavarı ile talan edeceği doğa, erkek egemenliği ile bedeni ve emeği sömürülecek kadınlar, ulus devlet ve iktidar araçları ile komünal bağları tahrip edilecek topluluklar üzerinden yayılır. Kapitalizmin geliştiği her alan bu açıdan hem krizin hem de direnişin alanı haline gelir.
A- Ekolojik kriz:
Son elli yılda endüstriyalizmin yıkıcı etkileri sadece insan yaşamını değil bir bütün canlı yaşamını tehdit eder bir karakter kazandı. Ekolojik dengenin bozulması nedeniyle birçok canlı türü ortadan kalkarken, iklim değişimi nedeniyle buzulların erimesi, kuraklık, su taşkınları ile her gün yeni felaketler ortaya çıkmakta, milyonlarca insan, hayvanlar ve bitki örtüsü bundan etkilenmektedir. İnsan nüfusu giderek artmakta, kırsal alanlar tüketen devasa şehirler ekolojik krizi derinleştiren kar mantığı ile hastalıklı birer ur gibi büyümeye devam etmektedir.
Son elli yılda dünyanın nüfusu iki kattan daha fazla artarak 2020 Temmuz ayı itibari ile 7 milyar 800 bine ulaştı. 2050 yılında 11 milyara ulaşacağı tahmin ediliyor. Yapılan araştırmalara göre doğum oranlarında artış görülen bölgelerdeki hamileliklerin yarısına yakını ‘istenmeyen hamilelikler’ olarak kayıtlara geçmektedir. Kadınların çocuk doğurmaya mecbur bırakılması ya da zorlanmasının daha açık hale geldiği durumlarda bu ifade kullanılıyor olsa da toplumsal baskı, ulus devletlerin teşvikleri, cinsiyetçi yöntemlerle kadınların ikna edilmesi temelinde bir baskıdan söz etmek mümkündür. Nüfus artışı kendi başına ekolojik krizin kaynağı olmamakla birlikte, ekolojik krizde en belirleyici etkenlerden birini oluşturuyor.
Ormanlar azalıyor içme suları tükeniyor
Kapitalist kar hırsı ve büyük nüfusların barınma ihtiyaçları betonlaşma, ormanlık alanların azalması ve şehirlerin enerji ihtiyacını karşılama amaçlı kullanılan ürünler ekolojik krizi derinleştirmektedir. Sadece 1990-2020 yılları arasında 420 milyon hektarlık alandaki ormanlar ortadan kaldırılmıştır. Ekolojik krizin diğer önemli bir boyutu içme sularının tükenişidir. WHO ve UNICEF’in 2019 yılı verilerine göre 2,2 milyar insan güvenilir içme su hizmetlerine erişemediği gibi 4,2 milyar insan da güvenilir sağlık hizmetlerinden faydalanamıyor[1]. Su kıtlığının dünya nüfusunun yüzde 40’dan fazlasını etkilediği belirtilmektedir. İklim değişikliği, kentleşme, artan nüfus, tarımsal kirlilik ve tarımda sanayileşmenin hedefleri doğrultusunda aşırı üretim ya da tüketim doğada biyolojik çeşitliliği olumsuz etkileyerek yaklaşık 1 milyon canlı türünü yok olma tehlikesiyle baş başa bıraktı. BM verilerine göre, bilinen her dört türden biri, gelecek 10 yıl içinde gezegenden silinme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
İklim krizinin kadına yansıması
İklim krizinin sonuçları tüm dünyayı etkilerken en yıkıcı etkisini ise kadınlar yaşamaktadır. 141 ülkede yapılan araştırmaya göre iklim değişikliği ve doğal felaketlerde kadın ölüm oranları daha fazladır. 1991 yılında Bangladeş’te yaşanan kasırgada yüzme bilmedikleri ve çocuklarını kurtarmaya çalıştıklarından dolayı yaşamlarını yitirenlerin yüzde 90’nın kadın olması buna verilecek çarpıcı bir örnek niteliğindedir. Hindistan ve Afrika’da kuraklık kadınların yaşamlarını erkeklerden daha fazla etkilemektedir. Suya ulaşmak için saatlerce yürümek zorunda kalan kadınlar birçok saldırı ile karşı karşıya kalabilmekte, iş yükleri ağırlaştığı, hijyen koşulları olmadığı için ciddi sağlık sorunları oluşmaktadır. İklim krizi yüzünden göç̧ etmek zorunda kalanların yüzde 80’ini kadınlar oluşturmaktadır. Afetlerin yaşandığı bölgelerde kadınlara yönelik şiddet artmakta, taciz-tecavüz olayları, kadın ve çocuk ticareti artmaktadır.
B- Ekonomik kriz:
Kapitalizmin gelişimine paralel biçimde sermayenin belirli yerlerde ve ellerde katlanarak büyümesine karşılık yoksulluk kitleselleşmekte, açlık ve işsizlik oranları artmaktadır. Dünyadaki en zengin 42 kişinin mal varlığı, dünya nüfusunun yüzde 50’sine tekabül eden 3,6 milyar insanla eşittir; en zengin 10 ülkenin geliri de en fakir 10 ülke gelirinin tam 77 katıdır. Yoksulluğun kadın yüzü ise 70’li yıllardan bu yana literatüre giren ‘yoksulların yoksulu kadın’ ya da ‘yoksulluğun kadınlaşması’ kavramları ile tanımlanmaktadır. Kadınlar dünyadaki toplam işgücünün 2/3’ünü oluşturdukları, günlük çalışma süreleri bakımından erkeklerden yüzde 25 daha fazla çalıştıkları ve dünyadaki toplam gıdanın yarısını ürettikleri halde, gelirleri dünya gelirinin yalnızca yüzde 10’u kadardır.
Yoksulların yüzde 70’i kadın
Dünyadaki yoksulların yüzde 70’ini kadınlar oluşturmaktadır. Dünyada 876 milyon insan okuma yazma bilmemekte ve bunun üçte ikisini kadınlar oluşturmaktadır. Okul okumamış olmak ve aile, çocuk bakımı, toplumsal rollerin yarattığı kısıtlayıcılık kadar kadınların çalışması tercih edilen alanlar da bu karakterdedir. Tarım ve çiftçilikle geçinilen bölgelerde üretimin yüzde 60-80’ini kadınlar yapmasına rağmen tarım topraklarının yüzde 10’undan daha azı kadınlara aittir. Kürdistan’dan gelip tarlalarda çalışan kadınların maruz kaldıkları ayrımcılık, şiddet, taciz olayları ve Önderliğimizin öfke ve hayıflanma ile dile getirdiği trafik kazaları sonucu traktör kasalarında ölmeleri ise kadın emeğinin sömürüsünün boyutlarını ortaya koyar. Yeni tarzda sömürgecilik biçimlerinin hedefinde üçüncü dünya ülkeleri ve kadın emeği bulunmaktadır. Küresel Cinsiyet Uçurumu Raporunda son 10 yıldır sürekli gerileyen Çin’de kadınların iş gücüne katılım oranı yaklaşık yüzde 69 olmakla birlikte kıdemli ve yönetici pozisyonların yalnızca yüzde 17’sinde yer bulabiliyorlar. Teknik ve mesleki işçilerin yüzde 52’si kadınlardan oluşmasına rağmen özellikle vasıflı çalışan aranan iş ilanlarının çoğunda “sadece erkekler” ya da “tercihen erkekler” ibaresi kullanılmaktadır.
Esnek çalışma değil daha fazla sömürü
Esnek çalışma adı altında geleneksel rollerini sürdürmelerini garantileyecek tarzda işlerde istihdam edilmektedirler. Kadınların ekonomiye katılım biçimlerinin evdeki işlerin devamı olan hizmetçilik, temizlikçilik, el işi, dikiş atölyeleri, hasta ve çocuk bakımı, eğlence sektörü, ticaret alanında reklam ve pazarlama malzemesi olarak kullanılması emek sömürüsünün yeni biçimleridir. Konfeksiyon sektörü Bangladeş, Hindistan, Pakistan, Vietnam, Güney Kore, Mısır, Ürdün, Fas ve Türkiye’de her yıl milyonlarca dolar kar elde ederken büyük bölümünü kadınların oluşturduğu işçiler insanlık dışı koşullarda çalışmaktalar. Türkiye’de resmi rakamlara göre bu sektörde yaklaşık iki milyon kişi çalışmakta ve bunun yarısından fazlasını kadınlar oluşturmaktadır. Büyük oranda Kürdistan’dan göç edenlerin ve çoğunlukla da çok genç yaştaki kadınların istihdam edildiği bu alanlar asimilasyon ve yozlaşmada özel savaş alanı gibi değerlendirilmektedir. Suriye’den gelen mülteci kadınlar ise daha kötü koşullarda ve daha az para ile çalışmak zorundadırlar. Kadınların gelir düzeyi ile erkeklerin gelir düzeyi arasındaki uçurumu ortaya koyan Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Endeksi 2018 Raporu’na göre kadın erkek arasında ekonomik alanda eşitliğin sağlanması için gereken süre 202 yıldır. Üstelik bu raporlar ve veriler çoğunlukla gerçekliğin sadece sınırlı bir kısmını ifade etmekte gerçek oranlar daha büyük uçurumlara işaret eder.
Devam edecek…
*PAJK’ın Eylül 2023 tarihinde yayımladığı ‘Kadın Devrimi’ belgesinden derlenmiştir.
Kaynak: Newaya Jin