HABER MERKEZİ- KAPİTALİZM ZEHİRLİ ŞERBET SOFRASINI NASIL KURUYOR VE NASIL YEDİRİYOR?
“Sistem bu stratejiyi hangi araçlarla, hangi sunumlarla gerçekleştiriyor? Diğer bir deyişle algı operasyonlarını nasıl geliştiriyor? Ne yapıyor da toplumsallığın özgürlük hafızasını, ahlakını geriletip kendi sanallığını örgütleyebiliyor, bireyi birey olmaktan, toplumu toplum olmaktan çıkarıyor? Bu tuzağa nasıl düşülüyor, nasıl o ameliyat masasına yatar hale geliniyor?
Özellikle televizyon dizileri, hazırlanan kadın ya da aile programları, çizgi filmler, yarışma programları, güzellik programları, sağlık programları, yemek programları, reklamlar, sinema sektörü, doymayı bilmeyen bir cinsellik endüstrisi, uyuşturucu, spor, alışverişi ve tüketiciliği tam bir hastalık düzeyine getiren alışveriş merkezleri, büyük şehirlerde insanları birbirinden ve doğadan tamamen koparan mimari yapılanmalar, ilaç faşizmini geliştiren hastahane sistemleri, yaşam bilgisinden koparan eğitim sistemleri ve insanı maddiyata bağımlı hale getiren daha bir çok sayılabilecek tüketim nesneleri… Ayrıca mutlaka belirtilmesi gereken internet ve telefon bağımlılığı, bunlar üzerinden bireylerde yaratılan sanal iletişim ve bilgi karmaşalığı…
İşte insanlık böylesine yalancı ve uyuşturucu bir kaosun içinde yaşadığını sanmaktadır. Belki herkes böyle yaşamamaktadır, ancak böyle yaşamayanlar ya azınlıkta kalmakta ya da kapital sisteme karşı alternatif bir güç haline gelememektedir. Çünkü burada önemli olan kapitalizmin yaşam anlayışını aşan bir özgür yaşam alternatifini geliştirebilmektir. Bunu yapamadıkça sistem kendini her yerde ve her anda örgütlemekte, yaygınlaşmaktadır. Kanser hücreleri gibi her şeyi aynılaştırıp büyümek ve toplumu öldürmek istemektedir. Faşizm budur, faşizm sadece kanlı diktatöryal sistemler değildir, kansız bir biçimde ruhları, beyinleri ve duyguları öldürmek, bedeni boş bir çuvala döndürerek öldürmektir.
Örneğin dizi filmleri biraz daha mercek altına alarak anlamaya çalışalım:
İnsanlar işinde, gücünde, okulunda çalışıyor, günün sonunda veya herhangi bir anında oturup televizyon izliyor ya da internete bakıyor. Ama önce farkında olmadan “şöyle bir bakayım” diye izlediği dizi filmin bir anda tuzağına düşüyor. Sonrasında artık adım adım, yavaş yavaş bağımlısı haline gelmeye başlıyor. Tıpkı kurbağa deneyinde yapıldığı gibi. Bu deneyde kurbağa, bir kazanın içine konulur, önce soğuk suyun içindedir, sonra çok hissedilmeyecek derecelerde yavaş yavaş kazanın içindeki su ısıtılmaya başlanır, kurbağa her dereceye alışmaya başlar, artık kendisini yakacak düzeye geldiğinde ise kurtulma şansı kalmamıştır. Bu deney, toplum üzerinde uygulanan özel savaş stratejisini oldukça çarpıcı anlatır.
Dizi filmler öylesine sıradan çekilen filmler değildir, her birisi kültürel yapılar da dikkate alınarak özel tasarlanıp senaryolaştırılmaktadır. Her birinin hitap ettiği bir kesim ve mutlaka aşılamak istediği bir amaç vardır. Muhafazakarlara, demokratlara, milliyetçilere, Kürtlere, Lazlara, fakirlere, zenginlere, farklı farklı kesimlere hitap etmesine çok büyük özen gösterilir. Bunun için hayatın gerçeklerinden yola çıkılır, ancak yaşam ve insan tiplemeleri sanallaştırılarak iktidar ilişkilerinin yeniden üretimine ve süreklileşmesine dönük kurgulanır. Filmdeki kadın tipleri, erkek tipleri, bunların yaşam, ilişki, giyim, yeme, hareket tarzları, hepsi özellikle ilgi çekecek tarzda belirlenir. Biçimsel anlamda en güzel olarak tasarlanan kadınlar, erkekler, çocuklar bu dizilerde oynatılır. Yine dizilerde en kötü kadın ve erkek tiplemeleri de önemli bir rol sahibidir. İzleyen için yaşam, bir senaryo ile adeta yeniden yazılmaktadır.
Tüm oyunculara geleneksel roller verilir, kölece yaşamın kendisi yeniden yeniden üretilmek üzere sergilenir. Özellikle de kadınlar, -biçimleri değişse de- ya kötü ruhlu, kıskanç, komplocu, fitne-fesat ya da zavallı, çaresiz, geleneksel tiplemelere sahip kılınmaktadır. Kahramanlar genelde erkeklerdir, karizmatiktir, dünyayı kurtaracak adamlardır. Bu nedenle mafya da olsa, polis de olsa, aile babası, zengin ya da fakir de olsa, ne olursa olsun güçlü olan, hep kazanan ve kazanacak olan erkeklerdir ve ne yapsalar da meşrudur. Kahramandır, kötü de yapsa, suç da işlese, hatta tecavüz de etse o hep güç sembolüdür, haklıdır, iyidir, modeldir. Artık tüm senaryo, bu tiplemelerin etrafında bin bir renge bürünerek ucuz ilişkilerin, yaşamların kısır döngüsü olarak yazılır. Diziler her izlendikçe, kötülük, ahlaksızlık, cinayet, komplo gözün alışmaya başladığı şeyler haline gelmeye başlar. İşte göz alıştıkça, beyin ve yürek de alışmaya başlıyor, giderek beden de, davranışlar da, ilişki biçimleri de dizilerin taklidini geliştiriyor. Böylelikle iktidarın süreklileşmesinin, benzeşmenin, kötülük ve sıradanlığın önemli bir kaynağı oluyor.
Diğer yandan kişi, günlük yaşamında yaşayamadığı, göremediği, hissedemediği şeyleri bir filmle yaşamaya, görmeye ve hissetmeye başlıyor. İşte bu anestezi sürecidir. Giderek beyin uyuşuyor ve bağımlı hale geliyor. Yaşamın acılarından, sorunlarından kaçtığı, sığındığı bir kaçış alanı olarak dizileri buluyor ve ona adeta sığınıyor. Fark etmeden dizinin her serisinde bir tükenişi yaşıyor, çünkü ne yaşam diziler gibi, ne de kendisi diziler gibi. Böylelikle yaşamın gerçeği ile yüzleşmekten, mücadele etmekten hep kaçınarak savunmasız kalıyor, mücadele dokusu bozulmaya başlıyor. Adeta dizilere teslim oluyor. Dizi izleyen bir insanı izleyin, adeta büyülenmiş gibi ekrana saplandığını göreceksiniz. Sizinle arada bir konuşsa bile aklı fikri, her şeyi oradadır. O an ekranı kapatsanız, izlemesini bölseniz büyük bir tepki ile karşılaşabilirsiniz. Yani, benzetmemize devam edersek; ameliyat esnasında anestezi verilmiş bir insanın birden uyanması nasıl acı verecekse öylesine bir etki yaratacaktır. Diziden bir an kopardığınızda sanki büyü bozulur, uyuşmanın sarhoşluğu aralanır.”
Kaynak: Yurtsever Genç Kadın Dergisi