HABER MERKEZİ- Yurtsever Genç Kadın Dergisinin Mayıs- Haziran Sayısından
KAPİTALİZM NASIL ÖLDÜREREK YAŞATIR, YAŞATIRKEN ÖLDÜRÜR?
Yaşamda her şeyin, tüm maddi ve manevi değerlerin alabildiğine yozlaştığı, çürümeye bırakıldığı bir zaman aralığından geçiyoruz. Diğer bir adı kaos olan, yaşamı yaşanmaz hale getiren bir zaman aralığı. Kapitalizm, sürekli yiyen ve doymayı bilmeyen açgözlülüğü ile her mekanı, her toplumu, her bireyi, her canlıyı işgal etmekte, an be an tüketmektedir. Yaşam, canlılık tamamen demir bir kafesle kuşatılmaktayken, kapitalizmin bu demir kafesi, saraylar gibi gösterme ustalığı da doruklarda seyretmektedir. Tarihin hiçbir döneminde yalanlar, sahtelikler, çirkinlikler, yozluklar bu kadar zirveleşip ama bir o kadar da tersine yansıtılmamıştır. İktidarının zirvesinde iken kapitalizm, yozluğun da, düşkünlüğün de zirvesini yaşamaktadır. Kapitalist sistemin en çok üzerinde durduğu konu, toplumları ve bireyleri hafızasızlaştırmak, yani toplumsal tarihten kopartarak liberalizmin o görünmeyen yumuşak ama ağır olan darbeleriyle kendi sistemine bağlamaktır. Üstelik de görünmeyen kölelik bağlarıyla, kendi öz tercihleriymiş gibi bir kandırmaca içerisinde bağlamaktır. İşte bunu sağlayabilmek için de doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini karmakarışık hale getirir ve insana en boyanmış, sahte estetik biçimleriyle sunar. Liberalizm zehirli şerbetini öyle tatlandırmış, öyle süslü hale getirmiştir ki, insan gönüllüce gidip zevkle o şerbeti içer, bir de “ne güzelmiş” der. O zehir her geçen gün insan bedenini, ruhunu, beynini, tüm hücrelerini adım adım ele geçirir ve artık insan o zehirsiz yaşayamaz hale gelir. Biz kültürel soykırım deyince, ilk olarak aklımıza Kürt dili ve kültürünün yasaklanması, bu noktadan yapılan saldırı geliyor. Doğrudur ancak bununla sınırlı değildir. Bunu da içermek üzere türlü saldırı biçimleri var ve görünmez olması itibariyle aslında çok daha tehlikelidir. Özellikle de sahte ihtişam, güzellik, sanat anlayışıyla, yerel kültürlerin çeşitliliğini, toplumsal yaşam biçimlerini darmadağınık etmektedir. Bir Truva atı gibi yüreklerimize, beyinlerimize, bedenlerimize sızmakta ve süreklileştikçe de kalıcı olarak işgal etmektedir. Çağımızda emperyalizm açısından zihinsel işgal, daha az masraflı ve daha kalıcı ve derin bir sömürü alanı sunmaktadır. Bu biçimiyle toplumların, kültürlerin ve bireylerin beyinlerini, yüreklerini, bedenlerini işgal etmeye başlamıştır. En tehlikeli soykırım işte burada yaşanmaktadır. Dikkat edersek sanattan sanayiye, bilimden aile yaşamına, kadın erkek ilişkilerinden savaşlara, çocuklardan doğaya kadar her şeyi muazzam bir güzellemeye tabi tutuyor, en zehirli ideolojisini tatlı tatlı insanlara içiriyor! Bu açıdan kapitalizmin bu kadar kullandığı güzellik olgusunu daha derinlikli anlamaya ve çözmeye çalışmamız gerekmektedir.
“Farklılık ve değişim-yenilik adına, insanlar bir oraya bir buraya çekilir, faşizan bir baskıyla herkes sürü haline getirilir”
Estetik kavramı, Grekçe ‘AİSTHESİS’ ya da ‘AİSTHANESTHAİ’ sözünden gelmektedir. Duyumsama ve algılama, yani hissetme anlamına gelir. Alman bir mimar ve öğretim görevlisi olan Alexander G.Baumgarten 1700’lü yıllarda ‘aesthetica’ adlı eseri ile estetik bilimini kurar ve estetiğin inceleme alanını duyu, algı ve sezgi süreçleri olarak belirler. Yani duyusalhissel bilginin bilimi olarak tanımlar. İlginç olan ise tıptaki ‘anesthesi’ ya da bizim deyişimizle anestezi de, Yunancada olumsuzlama eki olan -an ekini de alarak an-aesthesi (anestezi), duyu ve algının yok edilmesi anlamında kullanılır. Elbette ki bu bilimin kurucusundan bağımsız bir biçimde, çağımızda kapitalist sistem bu her iki kavramı yani estetik ve anestezi kavramlarını tam bir savaş stratejisine dönüştürmüştür. Bu savaş stratejisi, özellikle de kültürel soykırım olarak ifade ettiğimiz savaşın çok önemli bir yanını oluşturmaktadır. Bugün bu stratejinin başarılı bir biçimde hayata geçirilebilmesi için binlerce insan kafa yormakta, iğneden ipliğe ince ince düşünüp taşınıp projeler, modeller, sözde ‘güzellik’, ‘rahatlık’, ‘farklılık’ ve ‘yenilik’ler üretmektedir. Herkesin bildiği gibi bir insan ameliyata alınmadan önce acı hissetmemesi için anesteziye tabi tutulur, yani verilen ilaçla duyu ve algıları kapatılarak uyuşturulur ve ardından ameliyata alınır. Hasta ameliyat sürecini hiç fark etmez, ancak ameliyattan sonra acıları hissetmeye başlar. Zamanla zaten ameliyatın izleri ortadan kalkar. İşte kapitalist sistem de toplumları ve bireyleri anesteziye tabi tutarlar, ancak burada duyu ve algıyı kapatan, uyuşturan ilaç estetik(aesthetica)tir. Yani uyuşturmak (an-aetshesi) için alabildiğine güzelliği (aesthetica) kullanır. Evet, güzelliğin toplumlar ve bireyler üzerindeki büyüleyici etkisini uyuşturucu olarak kullanıp, onları kendi ideolojisine hizmet etmesi için ameliyata yatırır. O uyuşukluk içinde toplumlar ve bireyler nasıl bir ameliyata tabi tutulduklarını anlamazlar bile, böylelikle sistemin bir kulu, robotu haline gelirler. Daha da kötüsü güzelliği yaşadıklarını sanarak sürekli bir anestezi bağımlısı haline gelirler. İşte liberalizm böyle bir ideolojidir, tamamen bir kandırma, yanıltma, bayıltma ve uyuşturma stratejisi ile bireyleri sonuna kadar sömürme, işgal etme ideolojisidir. Öyle ki en kötü, en vahşi bir şeyi bile seyredilebilir, kabul edilebilir bir güzellik nesnesine dönüştürür. Göz görmeye alıştı mı, yürek de, beyin de kabullenmeye başlar. Bu, o kadar sinsice yapılır ki çoğu kişi bu süreçleri fark bile edemez. Emperyalist sistem son iki yüzyıldır Ortadoğu’yu sömürgeleştirmeye çalışmaktadır. Ancak klasik sömürgeci yöntemler hep kendi tersine dönen bir sonuç getirmiştir. Ortadoğu halkları klasik de olsa var olan toplumsal, kültürel yapılanmaları ile Batı emperyalizmini çeşitli biçimlerde gelişen saldırılarına bir şekilde cevap vermiş, kabul etmemiştir. Klasik oryantalist ve sömürgeci politikalar tutunamamıştır. Fakat son yıllarda ustalaştığı oryantalist kültürel soykırımcı politikaları ile alttan altta kültürel dokuyu bozmakta, kendi liberal yaşam, birey standartların yaymaktadır. Özellikle de Kürdistan’da gelişen özgürlük alternatifine karşılık çok daha ince stratejilerle toplumsal yapıyı bozmaya çalışmaktadır. Coğrafyamızı bir yandan sürekli savaş içinde ya da savaş tehditi altında tutmakta, teslim olmayana çok ağır biçimlerd saldırırken, teslim olana ise rahat, konformist, sözde huzurlu yaşam fırsatını sunmaktadır. Savaşlarda ölenler ölürken, geri kalanları göç ettirme, açlıkla, yoksullukla, fuhuşla, işsizlikle, topraksızlıkla boğuşturma, sonra da sözde yardım elini uzatarak liberal yaşamın bir tutsağı haline getirme yaşanmaktadır. Savaşın kendisi de ölmeyip de geri kalanlar için bir anestezi biçimidir. Savaşın olmadığı yerlerd ise bir yandan sopanın ucunu gösterip terbiye etme, diğer yandan da yukarıda bahsettiğimiz biçimde “huzur ve barış” adı altında kültürel soykırım politikalarını dayatarak asimile etme, toplumsal ahlaki dokuyu bozma, tahrip etme yaşanmaktadır. Buradan iki temel sonuç çıkıyor: Savaşla sahte güzelliğin iç içe örüldüğü bir teslim alma stratejisi söz konusudur. İkisi de teslim almayı amaçlıyor. Yine çok çarpıcıdır ki, dünya çapında en çok para kazandıran endüstri alanlarından ikisi; yaşanan savaşlarla bağlantılı olarak silah endüstrisi ve kozmetik (güzellik ürünleri) endüstrisidir. Bu istatistik bile kapitalizmin stratejisini çok iyi anlatmaktadır.
“Başkan APO “her insan biriciktir” der”
Özetlersek birinci yöntemde anestezi savaş ve ölüm korkusu iken, ikinci yöntemde anestezi güzellik ve yaşam tüketiciliğidir. Öte yandan sistemin temel argüman olarak kullandığı iki kavram daha vardır, farklılık ve yenilik. Hiç dilden düşmeyen bu iki kavram, yine çıkarlar için kullanılır. Toplumların ve bireyin, hatta evrenin ve doğanın da temel bir ilkesi farklılık ve yenilenmedir. İnsanlar sürekli bir biçimde farklılık arayışındadır, farklılaşarak yenilenme peşindedir. Doğasında bu vardır. Başkan APO “her insan biriciktir” der. Yani her insan özgünlüğü ve farklılığı ile doğar, büyür ve ölür. Bu, hem bedensel, hem düşünsel ve ruhsal bir gerçekliktir. Çok anlamlı ve özgürlük arayışının temel belirtilerindendir. Anlamlı bir farklılık ve yenilenme, özgürlük deryasına açılmaktır. Dediğimiz gibi, kapitalist sistemi ayakta tutmak için binlerce yoğunlaşan özel savaş kafası, insanı tam da temel arayışlarından, dinamiklerinden yakalamaktadır. Tıpkı güzellik arayışı gibi farklılık ve yenilik arayışını da kendi mecrasına akıtmayı ustalıkla gerçekleştirmektedir. Tuhaf olan ise, farklılık ve yenilik adı altında tam bir birbirine benzeşmeyi, aynılaşmayı yarattığı halde, insanların bunu bile fark edemez hale gelmesidir. Sistem, kendi yarattığı ve isimlendirdiği farklılıkları da tamamen maddileştirip standart hale getirir, yani sıradanlaştırır ve pazarlar. Bu bir insanın konuşma biçiminden tutalım giyim biçimine, yemek çeşidine, yaşam zevklerine, mimiklerine kadar yansıtılır. Herkes farklı olduğunu sanır oysa hepsi aynı ve kelimenin tam anlamıyla sıradan olmuştur. Farklı bir pantolon diye giyersiniz bakarsınız ki milyarlarca insan aynı pantolonu giymiştir. Farklı bir saç biçimi diye saçlarını değiştirirsin, oysa milyarlarca insan aynı anda aynı saç biçimini kullanmaktadır. Yani farklılık ve değişim-yenilik adına, insanlar bir oraya bir buraya çekilir, faşizan bir baskıyla herkes sürü haline getirilir. Sorarsanız, kendi tercihi ve iradesidir, oysa ortada bir seçim, tercih falan yoktur. Sofrada sadece kapitalizmin sundukları vardır, sen sadece onun sunduklarını tercih ettiğini sanmışsındır. Yoksa özgürce bulup aradığın, yarattığın bir gerçeklik söz konusu değildir. Kapitalist pazarlarda “ne olacağım, ne alacağım” delisine döndürürler insanı. Hep bir tatminsizlik, hep tüketim arayışı, hep bir bedensel açlık, cinsellik, yeme-içme, ev, araba, tatil vb. arayışı. Parası olanlar doyumsuz bir tüketimle ölürler, parası olmayanlar da onlara ulaşma hayalleri ile ölürler. Yaşamlar böyle yok olur, anlamsızlaşır.
“Konformizmin o sarhoş edici havasında, insanlar mücadele etmeyi, kendini savunmayı unutur, düşünmeyi, yine toplumsallığını, bir başkasının acılarını unutur”
Liberal yaşam denince onun rahatlık düşkünlüğünü de unutmamak gerekir. Konformizm genelde rahatlık arayışı olarak ifade edilir, yansıtılır. Oysa konformizm, sorgulamadan itaat etmek, boyun eğdiren güce tabi olmak, onunla uyumlu hale gelmek anlamına gelir. Aslında bu tanımlama, yaşanan durumu belki de daha iyi ifade etmektedir. Gerçekten de rahatlık bir efendi gibidir, seni kendine çok kolay bir biçimde itaat ettirir. Onun karşısında direnç göstermek çok zor bir durumdur, güçlü bir irade gerektirir. Dikkat edelim, tüm pazarlamalar rahatlık edebiyatı üzerinden gelişmektedir. Direkt bireyin kendisine hitap edilerek konforlu bir araba, konforlu bir ev, konforlu bir yaşam vb. cazibesi yaratılır, bireyler bu rahat yaşam kaosunun içine sürüklenirler. Böylelikle insanlar bir arabanın, bir evin, maddiyatçı yaşamın kölesi haline getirilir. Rahatlık arayışı bireycileştikçe, ahlakipolitik ve vicdani değerlerden uzaklaşma ve giderek kopuş yaşanır. Konformizmin o sarhoş edici havasında, insanlar mücadele etmeyi, kendini savunmayı unutur, düşünmeyi, yine toplumsallığını, bir başkasının acılarını unutur. Hatta toplumsallığı bir angarya olarak görür. Tembelleşir, maddi ve manevi üretimden kopar. Ve zaten bugün insanlık, rahatlık ideolojisinin yarattığı zihinsel ve bedensel her türlü hastalıkla cebelleşmektedir. Obezlikten tutalım şeker hastalığına, damar tıkanıklığı, kalp hastalıklarına kadar birçok hastalık, -ekolojik nedenlerle birlikte- bedenin ve ruhun emekten uzaklaşıp hareketsizleşmesi ve tembelleşmesinden kaynaklıdır. Bunun da bir özel savaş olduğunu bilmek önemlidir. Buraya kadar belli noktalara odaklanarak açmaya çalıştık, ancak uyuşturucu, cinsellik merkezli yaşam, insanlar arası ilişkinin kopması, insanların artık birlikte yaşayamaz hale gelmesi, doğadan kopması, farklılıkların birbirine düşmanlaşması, tekniğe ve rahatlığa alışkanlıktan kaynaklanan en küçük bir işi bile beceremez hale gelmesi, çaresizleşmesi, temel bütün yaşam değerlerini sisteme, devlete teslim etmesi, aklını akıllı telefonlara, internete havale etmesi, en küçük bir yaşam bilgisini bile öğrenemeyip google’dan öğrenmeye çalışması, internetteki binlerce bilgi yığınından kafaların karma karışık hale gelmesi, ataerkil sistem ölçülerine göre kadının erkekleşmesi, erkeğin kadınlaşması, çocukların çocuk olmaktan çıkması, yine çocukların cinsel faşizmin kurbanı haline getirilmesi ve daha bir çok şey sayabiliriz. Gerçekten kapitalist sistemin içinde maruz kalınan o kadar çok saldırı var ki, her yerde ve her anda bunları sorgulamak, iyi mi kötü mü diye sorgulayarak yaşayabilmek, bugün çok büyük önem kazanmıştır. Bir düşünelim; DAİŞ denilen vahşi çete örgütlenmesi nasıl ortaya çıktı? Nasıl bu denli insanlık dışı, insanın aklının ve yüreğinin alamayacağı kötülükleri üretti? Bu çeteleşen tipler gerçekten nasıl bu düzeye ulaştılar? İşte sorunun cevabı, kapitalist sistemin çeşitli biçimlerde uyuşturarak beynine empoze ettiği kötülük tohumlarındadır. Bu tohum liberal iklimde yeşeriyor, büyüyor ve yine kendi sisteminin uşağı olarak hizmet edip kötülüğü şiddetle yaygınlaştırmayı esas alıyor. Dikkat edilirse DAİŞ yaptığı işkenceleri, akıl almaz öldürme biçimlerini vb. her şeyi son teknik kamera-çekim sistemleri ile çekip geri planda kullandığı etkili müziklerle bir film gibi internet sitelerinde yayınladı. O vahşeti çok güzel bir film sahnesiymiş gibi süsleyerek yayınladılar. O görüntülerle insanlar, vahşete, kana, öldürmeye alışır hale getirildi. Eğer bir araştırma yapılırsa görülecektir ki, DAİŞ sonrası, toplumda gelişen cinayet ve şiddet biçimleri DAİŞ tarzında gelişmeye başlamıştır. Özellikle de kadınların, çocukların öldürülme ya da dövme vb. gibi şiddet biçimlerinde, hayvanlara karşı uygulanan işkence ve öldürme biçimlerinde, DAİŞ tarzı ortaya çıkmaya başladı. Çünkü burada da göz alıştırılmış, kötülük sıradanlaştırılmış ve beyin-yürek kabul etmeye başlamıştır. Kabul etmeyen de ses çıkarmayarak, boyun eğerek kabul sınırında tutulmuştur. Tüm bu belirttiğimiz hususlarla kapitalist sistemin, görselliği, güzelliği, farklılığı, yeniliği, rahatlığı ve vahşeti, sınır tanımaz biçimlerde kullanımını anlatmak istedik. Hepsi de ne içindir? Çürüyüp bitmiş ve artık hiçbir alternatif oluşturamayan sistemin kendisini yaşatabilmesi içindir. Çünkü ancak akılsız, yüreksiz ve salt beden-güdü haline gelmiş insanlar böyle bir sistemi kabul edebilir. Ahlakı tükenmiş toplumlar, artık bu durumları fark edemeyecek ve ona dahil olacaktır. Bütün mesele buradadır. Eğer ki sistem dışı iseniz, zaten hiçbir şekilde yaşam hakkı size tanınmayacaktır, her yönlü saldırarak sizi de fiziki ya da anlam olarak yok etmeyi esas alacaktır. Tümden yok etmesi mümkün değildir elbette ki, ancak sonuçta böyle bir amaç ve hedefle yönelmeyi esas alır.