HABER MERKEZİ- PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik’in kaleminden: Kapitalizmin Liberalizmi
Kuşkusuz kapitalizm ile liberalizm kavramına kök teşkil eden olarak liberté kelimesi birbirlerinden farklı anlama gelmektedir. Ancak bu kelimler arasındaki belirgin olan farklılıklara rağmen yan yana getirildiklerinde de birleşik bir anlam ifade edebilmektedirler. Yazının başlığında yer alan haliyle yan yana getirildiklerinde de bu birleşik anlam, bir aidiyet nitelemesi haline dönüşmektedir. Burada asıl olarak üzerinde durulmak istenen de bu aidiyet ilişkisidir. Çünkü bu aidiyet ilişkisi ile bu kavramların sözcükler olarak yan yana getirilerek kullanılması, olduğundan farklı anlamlar çağrıştırdığı gibi; son derece kullanılmaya da müsait bir algı yaratımına hizmet edebilmektedir. Daha çokta kapitalist modernite sistemi tarafından böyle bir algı geliştirilmek istenmektedir. Tabi bunun da nedenleri vardır. Bu nedenlerin başında da birinci olarak; kapitalizmin kendini uygarlığın vardığı son aşama olarak göstermek istemesi ve bununla ‘benden ötesi yok’ algısının bilinçlere kazınması, ikincisi; kapitalizmin kendini önceki uygarlıklardan ‘en iyisi olarak’ kabul ettirmek istemesi, üçüncüsü; ilk iki nedenle hedeflenene ulaşılmasını sağlayacak olan; köklü/kalıcı ve “değişmez” bir bilinç inşasına duyulan ihtiyaç gelmektedir. Bunu kavramsal düzeyde ifade edecek olan en güçlü ve uygun sözcük olarak da Liberte sözcüğü tercih edilmiştir.
Liberte sözcüğü Latinceden alınmış, 19.yüzyılda formüle edilmiş ve İspanyolcadan İngilizceye mal edilmiştir. Liberte kelimesinin Latince karşılığı ise; özgür bireye, insana yakışandır. Bu yönüyle her ne kadar 19.yy’da formüle edilmiş olsa da insanlaşma, toplumsallaşma ve buna karşıtlık oluşturan köleleşmeye karşı insanlaşmayı, toplumsallaşmayı savunma ya da tarafını ondan yana belirlemeyi ve buna denk düşen bir tutum sahibi olmayı ifade etmektedir. Bu yönüyle de beş bin yılı aşan erkek egemenlikli, sınıflı, devletçi uygarlık sistemine karşıtlığı ifade eden/anlatan bir karşıtlığı anlatmaktadır. Böyle bir tarihsellik içerisinde de insanlık tarihinin en karanlık, despotik, sömürgeci ve sömürücü özellikleriyle öne çıkan her türden kölelik/kölecilik biçimlerine karşı en güçlü haykırışa dönüşen bir savunuyu ifade etmektedir.
Kapitalizm ise insanın, toplumun bu savunusunu gasp ederek kendine mal etmek istemiştir. Bunu da daha çok insanın/toplumun köleci uygarlık biçimlerinden/sistemlerinden olan feodal “orta çağ karanlığına” olan büyük öfke ve tepkisini kullanarak başarmaya çalışmıştır. Aslında izlediği bu politikayla kapitalizm kendini bir sistem haline getirebilmek için önünde olan engellerin aşılmasında, insanın/toplumun feodal kölelik sistemine karşı olan tepkisini ve bu savunusunu etkin bir öğe olarak kullanmayı kendi çıkarına görmüştür. 19.yy’da ise kendi sisteminin kesin inşası ve kurumsallaşmasını gasp ettiği bu savununun haykırış sözcüğü olan “liberte”/”özgürlük” kavramlarıyla formüle etmeye başlamıştır. Bu yönüyle de kendi kölelik/kölecilik sistemine ‘meşruiyet’ kazandırmak istemiştir.
19.yy’da formüle edilen “ekonomik” ve “siyasal liberalizm” kavramları böyle bir anlam ifade etmektedir. Bu kavramlarla asıl olarak ifade edilen insanı, toplumu daha fazla sömürme, köleleştirme; halkları, ülkeleri sömürgeleştirmeleri önünde gördükleri engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Bir başka ifadeyle de kapitalizme; sömürme, yağma ve talan etme özgürlüğü veya bunların bir hak olarak tanınmasıdır.
Kapitalizmin liberte kavramına yüklediği anlam bunun ötesine geçmemektedir. Bu yönüyle de kapitalizmde liberalizm anlamında bir ifadeye kavuşturularak tamamen gerçek anlamı dışında bir anlam ifade etmektedir. Ulus-devlet sisteminin dört başı mamur bir hale getirildiği sınai tekel kapitalizmi döneminde de bu gerçek kendini en yalın ve çarpıcı yönleriyle gözler önüne sermekten geri kalmamıştır. Öyle ki istediği “özgürlüğe” ulaşmak için, her şeyi yapabilme “özgürlüğü” ile özdeş kılınmıştır. Bu kavram altında çılgınca dünya ve pazar hakimiyeti savaşlarına girişilmiştir. Dünya genelini, kıtaları tam bir kan gölüne çevirmişlerdir. Yağdırılan bombalarla şehirler harabeye çevrilmiştir. Tarlalar, ormanlar yakılmış, fabrikalar üretim dışı bırakılmıştır. Yürütülen bu yağma-talan savaşlarında on milyonlarla ifade edilen sayıda insan katledilmiş, verilen bu rakamlardan çok daha fazlası yaralanmış, sakat kalmıştır. Bununla da yetinilmiştir. Bunlarla birlikte, dünyanın her tarafında; Amerika’dan Avustralya’ya, Asya’dan Afrika’ya, Avrupa’ya varıncaya kadar dünyanın tüm anakaralarında yaşayan yerli ve kadim halklar soykırımlardan geçirilmiş, doğa vahşi bir şekilde saldırı altına alınmıştır. Yer altı ve yer üstü zenginlik kaynakları tüketilme noktasına getirilmiştir. Doğa da canlı yaşamın varlığı tehlike altına girmiştir. Emek sömürüsü hat safhaya varmıştır. İnsan, toplumsallığından arındırılarak sürüleştirilme tehlikesiyle karşı karşıya getirilmiştir.
Sanayi tekel ve ulus-devlet döneminde kapitalizm tüm bunları gerçekleştirme “özgürlüğünün” sahibi haline gelmiştir. Bunu da değişik ön adlar takarak kullandığı liberalizm ile gerçekleştirmiştir. Gelinen aşama da ise, kapitalizm için sahibi olduğu bu “özgürlükler”de yetersiz bir hale gelmiştir. Varlığının dayanağı haline getirdiği ‘azami kar yasası’ onu, önüne geleni “yalayarak”-“yutarak” yok eder bir konuma getirmiştir. Tükettiklerinin, telafi edilemez bir aşamaya varması da, var olan krizli yapısını derinleştirerek, onu daha da işin içerisinden çıkamaz kılmıştır. Bunun bir sonucu olarak da yeni sömürü alanları arama ve eldeki sömürü kaynaklarını daha da derinlemesine sömürme arayışı içerisine girmiştir.
Gelinen aşama da ise “ekonomik” ve “siyasal liberalizm” varlık dayanağı olan azami karı karşılamaya yetmemektedir. Onun içindir ki, kendisi için onları da aşan, onu daha fazla “özgür” kılacak ön adlarla anacağı yeni bir liberalizme ihtiyaç duymuştur. “Neo-Liberalizm” de finans tekel kapitalizmi döneminde bunun adı olmaktadır. Neo-Liberalizmin “ekonomik” ve “siyasal liberalizmden” farkı; ekonomik ve siyasal hedefleri aşarak, doğrudan insanı ve toplumu hedeflemesidir. Amacında insanı, toplumu kapitalizmin temel bir nesnesi haline getirerek kendini öyle görmesini ve kabul etmesini sağlamak vardır. Buna ulaşmanın yolu olarak da her şeyiyle kendini pazarın bir nesnesi haline getiren, en küçük parçasına varıncaya kadar pazarlayarak satan, onunla elde ettiği ile yaşamını sürdüren, bunun ötesini düşünemeyen; kendini her türlü toplumsallık ve değerler sisteminden uzak, eşyalaşmış bir “insan” yaratımını görmektedir. Ve bunu da, kişiyi, bireyi; o zamana kadar içerisinde olduğu toplumsallıktan uzaklaştırarak başarmaya çalışmaktadır. Bunu yaparken de ‘benimde bir iradem var’, ‘tercihimle’, ‘kendim için’, ‘ihtiyaçlarım adına’ diyerek, bireyi, kişiyi toplumsal olanı bir yana bıraktırarak, yaptıklarına inandırmak ve sanki bunlar; ‘gerçek bir özgürlükmüş’ gibi ‘bireysel bir yaşam arayışı, ilişki düzeni içerine çekmek istemektedir. Böyle bir hedefe ulaşabilmesi içinde her şeyin kontrolünde olduğu bir dünya tasarımını gerçek kılmaya çalışmaktadır. Bununla da asıl olarak; paranın hakimiyetinin girmediği, onun bir nesnesi haline gelmesi önünde hiçbir engelin olmadığı hiçbir şeyin kalmadığı bir dünya sisteminin oluşturulması hedeflenmektedir. Böyle bir hedefe ulaşabilmesi önünde hiçbir engel bırakmak istememektedir.
Kapitalizm, eğer bunu başaramazsa bir akrep gibi zehrini kendine akıtarak, sonunu yine kendisinin getireceğinin farkındadır. Onun içindir ki, bugün dünya otuz yılı aşkındır üçüncü dünya savaşını yaşamaktadır. Böyle bir savaş içerisinde insan, toplumsallığından giderek uzaklaşmakta, başta insanlık ve doğa olmak üzere her şey kapitalist pazarda azami karın hizmetinde bir nesne haline getirilmektedir. Kapitalizm bunu aidiyeti haline getirdiği liberalizmi ile yapmaktadır.