BEHDÎNAN- 2004 yılında ilan edilen 1 Haziran Atılımı’nın 20’inci yıl dönümü vesilesiyle ANF’ye konuşan PKK Yürütme Komite Üyesi Murat Karayılan, Kurdistan Özgürlük Gerillasının Kürt ve dünya tarihi açısından en uzun süreli direniş olma açısından bir ilki ifade ettiğini belirterek, “Kurdistan Özgürlük Gerillası, bu temelde 15 Ağustos’un 40’ıncı yılını ve 1 Haziran Hamlesinin 20’nci yılını tamamlamaktadır. Hiç kuşku yok ki 1 Haziran Atılımı’nın 21’inci yıl mücadelesinde de her bir HPG ve YJA Star gerillası kadir olduğu zafer yürüyüşünde önemli başarılara imza atacaktır” dedi.
Kurdistan Özgürlük Gerillasının geçmişin pratiklerinden dersler çıkararak, son 4-5 yılda sürdürdüğü pratiğinde Devrimci Halk Savaşı üzerinde yoğunlaşarak belli bir doğrultuyu yakaladığını ifade eden Karayılan, “Bu temelde çizgiye uygun Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’ni son yıllarda daha iyi kavrama ve elini taşın altına koyma diyebileceğimiz şekilde herkesin çizgiye göre bir yönelimi şu anda söz konusudur” ifadelerini kullandı.
PKK Yürütme Komite Üyesi Murat Karayılan’ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:
2004 yılında ilan edilen 1 Haziran Atılımı’nın 20’inci yıl dönümündeyiz. 1 Haziran Atılımı’nın mücadelenizdeki yeri ve önemi konusunda neler belirtebilirsiniz?
Tarihi 1 Haziran Hamlesi’nin 20’inci yıl dönümünü başta Önder Apo’ya, tüm halkımıza, dostlarımıza ve tüm yoldaşlara kutluyorum. Erdal, Adıl, Nûda, Çîçek, Reşit, Delal ve Atakanlardan, Kasım Engin, Fazıl Botan, Egîd Civyan, Gulçiya Gabar, Cumali Çorum, Mizgîn Ronahî, Yaşar Botan, Leyla Amedlere ve Rojhat Zîlan ile Erdal Şahinlere kadar uzanan kahraman şehitlerimiz şahsında tüm 1 Haziran atılım şehitlerimizi anıyor, anıları önünde saygı ve minnetle eğiliyor, onlara verdiğimiz yoldaşlık sözünü bir kez daha yineliyorum. Sözümüze bağlı kalarak şehitlerin anılarını mücadeleyi yükselterek yaşatacağımızı ve bu temelde onların hayallerini gerçeğe dönüştüreceğimizi belirtiyorum.
1 Haziran Hamlesi mücadelemizde çok önemli bir yere sahiptir. Bilindiği gibi, şanlı 15 Ağustos Atılımı Kürt halkının yok edilmesinin önüne geçerek yeniden dirilişi gerçekleştirdi ve Kürt sorununu çözüm masasına taşıdı. İkinci bir 15 Ağustos Atılımı olarak adlandırabileceğimiz 1 Haziran Atılımı ise, Önder Apo’ya ve onun çizgisinin yarattığı bütün değerleri ortadan kaldırmaya dönük geliştirilen Uluslararası Komplo’ya karşı Kürt sorununu çözmek, özgürlüğü sağlamak üzere geliştirilmiş bir hamledir. Türkiye’de Demokratik Cumhuriyet ve Ortadoğu’da Demokratik Konfederalizm sistemini geliştirmek üzere gelişen önemli-tarihi bir devrimci hamledir. Şüphesiz 1 Haziran Hamlesi’nin de öncüsü gerilladır fakat hamlenin askeri boyutundan ziyade, ideolojik, siyasi, örgütsel, toplumsal ve kültürel boyutları daha çok ön plandadır. Önder Apo’nun geliştirdiği kadın özgürlük çizgisine dayalı Demokratik Ekolojik Toplum Paradigması’nın hayat bulması için bir olmazsa olmaz olarak gündeme giren tarihsel bir devrimci çıkıştır.
Belirttiğimiz gibi, 15 Ağustos Atılımı ile gelişen süreç, Kürt sorununu çözüm aşamasına getirmişti. Ancak uluslararası hegemonik güçler Kürt sorununun çözümünü ve PKK çizgisinin bölgede gelişmesini çıkarları açısından tehlikeli gördüler. Bu nedenle gelişen 9 Ekim Komplosu karşısında Önder Apo’nun çözüm arayışı çerçevesinde Avrupa’ya çıktığı zaman çözüme gelmek yerine Önderliğimize Uluslararası Komplo’yu dayattılar. Aslında Türk devlet yönetiminin pek haberinin olmadığı bu komplonun amacı çok tehlikeliydi. Kürt-Türk çatışmasının önünü açan, böyle bir süreci teşvik eden ve bu temelde bölgede derinleşen bir kriz durumunu yaratmak istiyorlardı. Bunu en iyi ve zamanında görüp fark eden Önder Apo oldu. Önder Apo, çok derinlikli bir strateji ile komplonun bu amacının önünü alarak hareketimizi tümüyle yok etmek üzere geliştirilen bu komplo sürecini boşluğa düşürdü. Esasında önceden üzerinde yoğunlaştığı büyük değişim sürecini İmralı Zindanı’nda derinleşerek sürdürdü ve bu süreci tamamladı.
Bu değişim hareketinizde zorlanmalara yol açtı mı?
Başlangıçta en yakın yoldaşları olarak bizler dahil çoğu kimse bu değişimi anlayamadı. Dolayısıyla Önderliğin bu yönlü çabalarına anlam vermede de zorlanma yaşandı. Ama Önder Apo, bu zor koşullarda gerçek anlamda bir dahi olduğunu ortaya koydu ve büyük bir kararlılıkla, öngördüğü çizgisini geliştirdi; bizlere ve herkese ısrarla kavratmaya çalıştı. Bu temelde şekillendirdiği yeni paradigması ile PKK’yi yeni bir ideolojik-politik-örgütsel mecraya taşıdı. Böylece imha amaçlı geliştirilen Uluslararası Komplo’yu boşa çıkarırken PKK’yi yeniden bir büyüme ve gelişme sürecine yönlendirdi, bunun önünü açtı. Dayatılan krizi Önder Apo, bu çıkışıyla büyük bir sıçramaya ve gelişmeye dönüştürdü. Geliştirdiği yeni perspektifiyle Türkiye sınırları içerisinde Demokratik Cumhuriyet temelinde Kürt sorununu çözmenin en makul ölçülerini ortaya koydu. Demokratik çözümün önünü sonuna kadar açtı. Olabilecek bütün korku ve kaygıların aşılması için gereken her şeyi büyük bir çabayla ortaya koydu.
Türk devletinin buna yaklaşımı nasıl oldu?
Türk devlet yetkilileri başlangıçta Önderliğin ortaya koyduğu bu çözüm çizgisini reddetmediler. İmralı’ya gidip geldiler, anlamak istediler. O aşamada çözüme yatkın bir duruş sergilediler. Hatta bu dönemde resmi iktidar olan DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti ilk kez Kürt dili üzerindeki yasağı kaldırdı; çok sınırlı da olsa Kürt dil eğitimi konusunda bazı kararlar aldı. Yani devlet erkanında o dönemde konuyu anlamaya ve çözümün nasıl ele alınabileceğine dönük bir duruşun gelişmesi söz konusuydu.
Ama 2001 yılının Eylül ayında El Kaide tarafından ABD’de İkiz Kuleler’e dönük gerçekleştirilen saldırı ile birlikte her şey değişti. Çünkü ABD, uluslararası düzeyde “teröre” savaş ilan etti. Bu çerçevede Afganistan’a müdahale etti. Tüm dünyada terörizme karşı bir süreç başlattığını duyurdu ve bu temelde pratik adımlar attı. PKK de ABD’nin terör listesindeydi. Dolayısıyla ABD’nin PKK’ye de yöneleceği veya PKK’nin tasfiye sürecinin bu temelde daha kolaylaşarak mümkün hale geleceği düşüncesiyle olacak ki, aynı dönemde Türk devleti tarafından çözüme dönük var olan tüm çabalar terk edildi. Yani önceki yaklaşımlarından vazgeçtiler.
Tam da bu dönemde AKP’nin iktidara taşınması durumu vardır. Ve AKP’ye Kürt sorununu çözmeme, bu sorunu tümüyle ortadan kaldırma görevi verildi. Özellikle AKP’nin Kürt halkından oy alması avantajını değerlendirip Kurdistan Özgürlük Mücadelesi’ne bir tasfiye süreci dayatılmıştır.
Aynı zamanda hareketimizin yönetim kademelerinde bulunan ve öteden beri Önderlik çizgisiyle sorun yaşayan, değişik sorgulamalardan geçen, inanç kırılması yaşayan bir grup tarafından Uluslararası Komplo paralelinde 2002 yılından itibaren içte bir çeteci-tasfiyeci faaliyet geliştirildi.
Dolayısıyla çözüm bir yana, hareketin içten ve dıştan tasfiye projesinin gündemleştirildiği görüldü.
Peki buna karşı verdiğiniz cevap olan 1 Haziran atılım kararına nasıl ulaştınız?
Aslında bu belirttiğim tasfiyeci yönelimler, daha 2003’te tüm boyutlarıyla anlaşıldı ve bu süreçte artık çözüm için yeni bir mücadele döneminin başlaması ve farklı bir hamlenin gelişme gereği açığa çıktı. Önderliğimizin beklenti ve mesajları da bu çerçevedeydi. Ancak yönetim olarak bizler bu dönemde bizden bekleneni yerine getiremedik. Kuşkusuz bunun çeşitli nedenleri vardır ve burada hepsini izah etmeye gerek yoktur. Ancak mesela yönetimimiz o tasfiyeci grubun çabalarının önüne geçemedi. Dolayısıyla Önderlik çizgisinden bir kopuş yaşandı. Sözüm ona üç aylık bir deklarasyonla süreç geçiştirildi. Bu arada tasfiyeci faaliyetler daha fazla palazlandı. Hareketi Önderlik çizgisinden koparmaya dönük açık saldırılar geliştirildi. Bu durum karşısında Önder Apo PKK’yi Yeniden İnşa Komitesi’ni kurma talimatını vererek gidişata müdahale etti. Bu temelde, PKK’yi Yeniden İnşa Komitesi’nin öncülüğünde gelişen KONGRA GEL 2’nci Genel Kurulu’nda 1 Haziran Hamlesi’nin kararı alındı.
Tam da bu dönemde Önder Apo’nun tartışmalar sürecine yön veren Bir Halkı Savunmak kitabının ulaşması, sürece dönük ideolojik doğrultuyu belirledi, çerçeveyi çizdi. Buna dayanarak içteki tasfiyecilerin tasfiyesi süreci yaşandı ve bu temelde meşru savunma çizgisinde aktif savunma sürecine geçme kararı alındı. 1 Haziran Hamlesi’nin bu temelde hem ideolojik çizgiyi uygulama, hem örgütsel doğrultuyu sağlama ve hem de yeni dönem mücadelesini başlatma bakımından çok önemli tarihsel bir rolü oldu.
Hamlenin uygulanma süreci hakkında neler belirtebilirsiniz?
Hamlenin amacı hareketi yeniden toparlamak, Önderlik paradigması ekseninde gelişmeyi sağlamak ve devleti çözüm çizgisine çekmekti. Bunun için 2 temel ayağa dayalı bir mücadele stratejisi geliştirildi. Biri gerilla ve gerillanın kısmen yeni ve daha çok tekniği de kullandığı eylemler, biri de halk serhildanları biçiminde gelişen toplumsal eylemler. Bu iki temel ayağa dayanan mücadele, 1 Haziran Hamlesi ile birlikte giderek gelişme yaşadı.
Başlangıçta hafif eylemlerle gelişen hamlesel süreç, giderek artan bir yoğunluğu kazandı. İlk birkaç yıl tekrardan Bakurê Kurdistan’a ve yine Amanos ile Karadeniz gibi alanlara yayılma ve yerleşme sağlandı ve tüm ülke sathına yayılan eylemsellikler söz konusu oldu. Taktik ve teknik anlamında önemli açılımlar yapıldı. 2007 yılına geldiğimizde gerillada giderek yoğunluk kazanan eylemsel düzey, Reşit Serdar ve Hüseyin Mahir yoldaşların geliştirdiği Oremar eylemiyle, yine komutan Adıl Biliki yoldaşın geliştirdiği Gabar eylemiyle bir zirveye ulaştı. Serhildan hareketinde ise 2006 yılının Kahramanlık Haftası’nda bir hafta boyunca başta Amed ve Êlih olmak üzere, Kurdistan’ın birçok alanında yoğunlaşan halk hareketi gelişti. Bu halk hareketi esnasında Tayyip Erdoğan’ın o meşhur, ‘kadın da olsa çocuk da olsa, kim olursa olsun polisimiz gerekeni yapacaktır’ biçimindeki sözleri temelinde polis kurşunuyla 6’sı çocuk olmak üzere toplam 14 insanımız AKP hükümeti tarafından şehit edildi. Ama direniş büyük bir düzey kazandı. Yine 2007 yılında ‘Êdî Bes e!’ Hamlesi başlatılarak kitlesel hareketin önemli bir düzey kazanması sağlandı.
Az önce 1 Haziran Hamlesi’nin amaçlarından biri olarak devleti çözüme çekmek olduğunu belirttiniz. AKP’nin o dönemde çözüme dönük yaklaşımları nasıldı?
Bu süreçlerin önüne geçmek için AKP hükümetlerinin çeşitli görüşme manevraları da oldu. 2005-’06 yılında başlayan kimi dolaylı görüşmeler temelinde geçici ateşkeslerin yaşanma durumu bu dönemde vuku buldu. Yine aracı olan bir uluslararası kurum tarafından sürdürülen dolaylı görüşmeler temelinde 2008 yılında PKK heyeti ile Türk devletinin heyeti resmen doğrudan görüşmelere başladı. Kısaca bir taraftan toplumsal hareket gelişirken, öbür taraftan devletin önüne geçmesi ve frenlemesi için bu tür girişimler de hep oldu. Kuşkusuz Önderlik ve hareket de çözümü istiyordu. O yüzden hükümetin ya da devletin çözüme dönük hiçbir girişimi karşılıksız bırakılmadı, hep olumlu yaklaşım gelişti. Ancak süreç içerisinde AKP’nin geliştirdiği bu görüşme süreçlerinin çözüm için değil, çözümsüzlüğü derinleştiren, aslında bu görüşme süreçlerini birer özel savaş taktiği olarak kullanma durumu daha iyi anlaşıldı.
1 Haziran 2010’da yeni bir dönemin başlangıcı olarak Devrimci Halk Savaşı’nın ilanı yapıldı. Bu süreç nasıl gelişti?
AKP’nin o bahsettiğim görüşme süreçlerini bir özel savaş taktiği olarak kullanma durumunun açığa çıkması karşısında Önder Apo halk ve hareket olarak seçeneksiz olmadığımızı dile getirdi. Öncelikli tercihimizin demokratik-anayasal çözüm olduğu, temel seçeneğin demokratik çözüm seçeneği olduğu, ancak devletin buna gelmemesi ve tasfiye ile imhada ısrar etmesi halinde çözüm yaklaşımımızın Devrimci Halk Savaşı biçiminde olacağı perspektifini geliştirdi. Bu, harekete bir perspektif olduğu gibi, aynı zamanda devlete de bir uyarıydı.
Ancak AKP hükümeti bunu da dikkate almadı. Dolayısıyla 1 Haziran 2010’da yeni bir sürecin ilanı bu temelde gündeme girdi. Dördüncü Stratejik Süreç olarak da adlandırdığımız Devrimci Halk Savaşı Stratejisi ile kendi öz gücüne dayanarak sorunu çözme temelindeki süreç bu biçimde başladı. Bu açıdan 1 Haziran 2004 Hamlesi’nin ikinci ve bir üst aşaması olan 1 Haziran 2010 Hamlesi ile Dördüncü Stratejik Sürece girilmiş oldu.
Buna karşı da AKP’nin yeniden hamleleri oldu. Nihayetinde zaman kazanmaya dönük olan o tür girişimler 2011 yılı Temmuz’undan itibaren yeniden bir çatışma sürecine girdi. O zaman AKP yetkilileri Tamillere karşı geliştirilen Sri Lanka stratejisinden bahsettiler. Tamil özgürlük hareketi ile Sri Lanka devleti arasında da Oslo’da görüşmeler vardı ve Sri Lanka birdenbire kapsamlı bir yönelimle Tamil gerilla hareketine büyük bir darbe vurdu. Kendilerinin de böyle yapabileceklerini, bunu öngördüklerini o zaman ifade ederek kapsamlı bir saldırı başlattılar. O vakit İran’la da bazı anlaşmalarının olduğu açığa çıktı. İran da kendi açısından Qendîl’e dönük yönelimler geliştirdi.
Nihayetinde 2012 yılı çok önemli bir mücadele süreci olarak yaşandı ve esasen 2012 yılının sonunda AKP’nin öngördüğü o Sri Lanka tarzı strateji çöktü. Esasında Türk ordusunun gerilla karşısındaki yenilgisi bu biçimde daha net ortaya çıktı. Devlet tarafında böyle bir zorlanma yaşandığı için tekrar 2013’te başlayan o bilinen ateşkes süreci ve İmralı görüşmeleri dönemi başladı.
Oslo görüşmeleri döneminde bir protokole ulaşıldığı, geçmişte basına da yansımıştı. 2015 yılında da ulaşılan bir mutabakat Dolmabahçe’den canlı yapılan açıklamayla kamuoyuna yansıdı. Ancak sonrasında her iki sürecin de savaşla bozulması durumu söz konusu. AKP’nin bu konudaki yaklaşımı hakkında ne belirtebilirsiniz?
Evet; Oslo sürecinde üç yıla yakın sürdürülen görüşmelerde Türk devlet heyeti ile PKK heyeti ortak bir mutabakata vardı. Bunu üç başlık altında bir protokole dönüştürerek heyetler PKK yönetimine ve AKP hükümetine sundu. Hareketimizin yönetimi, bu protokol çerçevesinde yaklaşım geliştireceğini taahhüt etti ancak AKP hükümeti Nisan 2011’de kendisine sunulan bu protokole herhangi bir cevap vermedi. Temmuz 2011’e gelindiğinde ise Tayyip Erdoğan’ın hareketimize karşı yaptığı bir konuşmayla birlikte savaş başlatıldı.
Sonrasında tekrar gelişen İmralı görüşme süreci akabinde de sizin de belirttiğiniz gibi kamuoyunun çok iyi bildiği bir ortak mutabakata varma durumu oldu. Burada da iki buçuk yıla yakın bir görüşme süreci yaşandı; bir emek verildi. 28 Şubat 2015 günü Dolmabahçe Sarayı’nda her iki tarafın heyetlerinin kamuoyuna özetini açıkladıkları protokol kabul edildi. Ama sonrasında bunun da Tayyip Erdoğan tarafından nasıl bir yaklaşımla boşa çıkarıldığını, orada verilen tüm emeğin ve ulaşılan ortak mutabakat sürecinin nasıl yerle bir edildiğini herkes biliyor. Bu, ikinci kez yaşanan bir şeydi. Öncesi Oslo protokolü, sonrası Dolmabahçe mutabakatı; her ikisi de sonuçta AKP hükümetleri tarafından reddedilip savaşla cevaplandırıldı.
Buradan AKP hükümetlerinin bu görüşme süreçlerini kesinkes bir özel savaş taktiği olarak değerlendirdiği açığa çıktı. Yani Kürt sorununu çözmeye niyetleri yok. Bu tür girişimler, AKP açısından, oyalama, zamana yayma ve fırsatını bulup tasfiye etme amaçlı sürdürülen manevralardır. Bu kesin bir biçimde görüldü. Çözümde samimi olmama ve esasta yok ederek tasfiye etmeye dönük bir durumun varlığı netleşti.
Esasında Önder Apo ve yönetimimiz bunu hep hesap etmişti. Nitekim mesela 2013’te başlayan sürecin daha başında Paris’te yapılan katliam ile hareketimizin kurucusu ve kadın hareketinin öncüsü olan Sara yoldaş ile Rojbin ve Ronahî yoldaşlar şehit edilmişti. O zaman da tahmin ediliyordu ama sonradan bizzat İmralı’da görüşmeyi sürdüren heyetin Paris Katliamı’nı da tertipleyen kurum olduğu netleşti. Bu biçimde bir ikiyüzlülükle karşı karşıya olduğumuz gerçeği vardır. Kısacası, bu biçimde devletin niyetinin çözüm değil imha olduğu daha önce görmeyenler tarafından görünecek şekilde açığa çıktı.
2010’da gelişen Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’nin uygulama ve gelişim düzeyi konusunda kısaca neler belirtebilirsiniz?
1 Haziran 2010 tarihinde başlatılan süreç ile biz Devrimci Halk Savaşı stratejisi temelinde mücadelenin yürütüldüğü yeni bir döneme girmiş olduk. Her ne kadar arada ateşkes süreci yaşanmış olsa da esasında 2010’dan bu yana mücadelemiz bu eksende yürütülen bir çerçeveyi esas almaya çalıştı. Ne var ki, biz hareket olarak tam anlamıyla Devrimci Halk Savaşı stratejisine giremedik. Ağırlıklı olarak çizgi dışı bir durum yaşandı, çizgiye girilmedi. Belki sözde çok ifade edildi ama pratiği fazla olmadı. Bu, ciddi bir özeleştiri konusudur.
Devrimci Halk Savaşı, adı üzerinde halkın da dahil olduğu bir savaştır. Sadece gerillanın veya devrimcilerin yürüttüğü bir savaş değildir. Topluma dayanan, toplumun yürüttüğü bir mücadele ve savaş biçimidir. Bunun için toplumun bu stratejiye göre örgütlenmesi ve konuşlandırılması gerekmekteydi. Ama bu yapılmadı. Dolayısıyla çizgiye girilmedi. Çizgiye girilmediği için 2015 yılında aslında çok masumane bir biçimde mahallelerde ilan edilen Demokratik Özerklik girişimine karşı Türk devletinin çok vahşi bir biçimde saldırı yapması karşısında toplumsal bir direnişin gelişmesi gerekmesine rağmen öyle olmadı. Yurtseverliğin merkezi diyebileceğimiz Amed gibi bir yerde, tarihi Sur kentinde 60 fedai tek başına 105 gün boyunca direnişi sürdürdü. Eğer Önder Apo’nun önümüze koyduğu stratejiye göre halk örgütlenmiş olsaydı, yani o 9 boyutlu inşa süreci gerçek anlamda geliştirilmiş olsaydı, kuşkusuz durum böyle olmazdı ve o 60 fedai orada tek başına kalmazdı. Kaldı ki aynı şey diğer kentlerde de benzer bir biçimde yaşandı. Çok büyük ve tarihi bir direniş gelişti. Ama Cizre’de görüldüğü gibi devletin çok sert ve vahşi bir biçimde insanlarımızın üzerine benzin dökerek yakma tarzındaki soykırımcı yönelimleri karşısında kitlesel bir harekete dönüşmedi; kahramanların fedaice büyük direnişi biçiminde gelişen bir süreç oldu. Rojava’da da aslında aynı şeyden söz etmek gerekiyor. Orası da Devrimci Halk Savaşı çizgisinde bir mücadeleye yönelseydi, 2018 Efrîn ve 2019 Serêkaniyê-Girê Spî savaşları o biçimde sonuçlanmayabilirdi.
Açık ki genelde hareket bu dönemde ciddi bir çizgi sorununu yaşadı. Çizgiye tam olarak girememe durumu vardır. Neden? Genel olarak Devrimci Halk Savaşı’ndan çok bahsediliyor ama bu Devrimci Halk Savaşı sadece askeri güçlerin görevi gibi algılanır oldu. Halbuki, evet, askeri güçlerin önemli bir rolü var ama toplumun tüm kesimlerinin bu çizgiye göre örgütlenmesi ve güçlü katılımı temelinde bir toplumsal hareket ve mücadeleden söz ediyoruz. Devrimci Halk Savaşı böyle bir gerçekliktir. Dolayısıyla bu stratejinin bu gerçeklik temelinde örgütlenmesi gerekir.
Ancak son 4-5 yılda hareketimiz bütün organlarıyla Devrimci Halk Savaşı çizgisi üzerinde yoğunlaşarak belli bir doğrultuyu yakalayabildi. Yani bu temelde çizgiye uygun Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’ni son yıllarda daha iyi kavrama ve elini taşın altına koyma diyebileceğimiz şekilde herkesin çizgiye göre bir yönelimi şu anda söz konusudur.
1 Haziran Hamlesi’nin 20’nci yıldönümü ekseninde ele aldığınızda HPG’nin yaşadığı yenilenme ve günümüzde ulaştığı savaş performansı ve duruşu hakkında neler belirtebilirsiniz?
Tabi HPG, bugünkü düzeye ulaşmasını en çok 2001 yılında gerçekleşen Birinci Konferansı’na borçludur. Bu konferansta gerillanın yeniden yapılanması kararı alındı. Yine savaş birliklerindeki değişiklikler ilk kez bu konferansta tartışılıp kısmi de olsa bazı adımlar atıldı. Örneğin tim örgütlenmesinin ilk adımı ilk kez burada karar altına alındı. Yine aynı yıl Özel Kuvvetler bünyesinde gizli bir birim olarak bilim-teknik bölümünün açılması çalışmaları yürütüldü. Daha o zaman siber savaşlara hazırlık faaliyetleri bu temelde başlatıldı. Bütün bunlar çağı doğru okumakla ilgili hususlardır. Bunda Önder Apo’nun çağı doğru değerlendirmesinin çok büyük rolü vardır. Esas olarak bu konferans ve sonrası yaşanan gelişmelerin kaynağında, Önder Apo’nun yeni çağı okuma tarzına dayanarak gelişme durumu vardır. Özellikle konferans sonrası bizlere ulaşan AİHM Savunmaları’nın ön açıcı perspektifi çok önemli bir rol oynadı.
Ondan sonra HPG’de gelişen yeniden yapılanma süreçleri var ve en son 2018’de yeniden yapılanma ve taktik açılım çabaları bugünkü düzeyin çerçevesini çizmiştir. Özellikle Devrimci Halk Savaşı perspektifi ekseninde taktik açılım konusunda geliştirilen yoğunlaşmalarla yer altı savaş hazırlıklarına daha fazla önem verme yaklaşımı gelişti. Bu minvaldeki hazırlıklar öncesinde de vardı fakat bu dönemde daha fazla önem verilerek gerillanın hem ideolojik-örgütsel-askeri formasyonunun geliştirilmesi; hem de taktik açılım temelinde yer altı tünel savaşı ile yarı hareketli uzmanlığa dayalı timlerin arazi savaşının taktik çerçevesinin bu yoğunlaşmaya dayanarak geliştiğinden söz edebiliriz.
Bu yoğunlaşmaların bir sonucu olarak en son 2021 yılında Türk devletinin Garê’ye dönük saldırısı karşısında büyük bir cesaretle komutan Şoreş Beytüşşebap’ın öncülüğünde geliştirilen Siyanê direnişi ile hem taktik açılım süreci çerçevesinde uygun bir gelişmeyi yaşandı hem de gerilladaki ideolojik-örgütsel yoğunluk belli bir askeri performansı açığa çıkardı. Bu temelde 3 yıldan bu yana Türk ordusu Medya Savunma Alanları’nda durdurulmuştur ve büyük-tarihi bir direniş gelişmektedir. Önder Apo’nun felsefesine dayanan gerillanın taktik derinliği, askeri formasyonu, yaratıcılığı ve yürütülen savaşta insanın çağın teknolojisi karşısında nelere kadir olabileceğini ortaya koymuştur. Bugün Kurdistan’da, Kurdistan Özgürlük Gerillası’nın yürüttüğü taktik gelişme ve direniş hem halkımızın tarihinde bu denli uzun süreli yenilmeyen bir direnişin var olması açısından bir ilktir; hem de dünya savaş tarihinde de bir ilktir. Birçok açıdan incelenmesi gereken bir yeni savaş pratiğidir. Kurdistan Özgürlük Gerillası bu temelde 15 Ağustos’un 40’ıncı yılını ve 1 Haziran Hamlesinin 20’nci yılını tamamlamaktadır. Hiç kuşku yok ki 1 Haziran Atılımı’nın 21’inci yıl mücadelesinde de her bir HPG ve YJA Star gerillası kadir olduğu zafer yürüyüşünde önemli başarılara imza atacaktır.
HPG-BİM yaptığı bir açıklamayla Rêgeş (Ethem Özdemir) isimli gerillaya İran devleti tarafından idam cezası verildiğini ve bu kararın onayladığını duyurdu. Bu konu hakkında neler dersiniz?
Bizim HPG olarak Doğu Kurdistan’da herhangi bir faaliyetimiz yoktur. 2019’da bir birimimiz alandan geçerken İran İslam Cumhuriyeti Devleti’nin pususuna düşüyor. Bu pusuda Mazlum Wan (Mücahit Çam) arkadaşımız şehadete ulaşıyor; Rêgeş (Hatem Özdemir) arkadaş da o zaman yaralı olarak esir düşüyor. Orada birimin İran Devleti’ne karşı herhangi bir eylemi ve uygulaması yoktur. Alandan geçerken irade dışı karşılaşma yaşanıyor ve öyle çatışma oluyor. Ayrıca yaralı olarak ele geçen Rêgeş arkadaşımız birimin üyesi genç bir arkadaştır. Birimi yönlendirmede herhangi bir rolü ve görevi yoktur. Bütün bunlara rağmen İran İslam Cumhuriyeti mahkemelerinin bu kadar ağır ceza vermesini biz beklemiyorduk. Çünkü İran Devleti’ne dönük herhangi bir yönelim içerisinde olmaksızın yaşanmış bir olayda esir düşmüş oluyor. Bu açıdan o genç arkadaşın herhangi bir suçu yoktur. İran İslam Cumhuriyeti’nin de çeşitli saldırılarla ve acılarla karşı karşıya olduğu bu dönemde İran devlet yetkililerinin alınan bu haksız kararı yeniden gözden geçirmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ayrıca genç ve değerli bir militan olan Rêgeş arkadaşa sahip çıkılması ve bunun için devreye girilmesinin demokratik kamuoyu açısından bir yurtseverlik görevi olduğunu belirtmek istiyorum.” dedi