BEHDÎNAN- 1 Haziran Atılımının 20’inci yıl dönümü vesilesiyle ANF’ye konuşan Murat Karayılan, Kürt Özgürlük Mücadelesine karşı savaşla başarı kazanılamayacağını belirterek, “Gerçeklere biraz doğru bakabilen her normal siyasetçi veya toplumsal bilinci olan bir kimse, bunun mümkün olmayacağını görebilir. Bugün Kurdistan özgürlük davasının dayandığı bir toplumsal yapı vardır. Sadece dağdaki militanları değil Kurdistan’ın her kentinde, her köyünde yeni yetişen binlerce genç, çocuk hepsi onun birer takipçisi ve adayıdır. Bu davanın mücadelecilerini öldürme ile bitireceğini ancak toplum bilincinden uzak, çağ dışı, ırkçı bir zihniyete sahip olan kişiler düşünebilir. Açık ki, dar, şoven bakış açılarına sahip ulus-devletçi anlayışlarla, 21’inci yüzyılın gerçeklerine ulaşılamaz. MHP’nin bu ırkçı, dar bakış açısını Türkiye’ye dayatmak, Türkiye’ye yapılacak olan en büyük kötülüklerden birisi olur” dedi.
PKK’nin toplumsal bir gerçek olduğunu, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın bir gerçeği temsil ettiğini ifade eden Murat Karayılan, “Bu gerçeğin üzerine tankla, topla, dış güçlerin desteğiyle ya da bazı ihanet etmiş Kürt çevreleriyle giderek onu yok edeceğini sanmak ya da bu gerçeğin üzerinin örtülebileceğini düşünmek bir gaflettir, başka bir şey değildir” dedi.
PKK Yürütme Komitesi üyesi Murat Karayılan’ın 1 Haziran Atılımı konulu röportajının ikinci bölümü şu şekilde:
TC Devleti kurulduğundan bu yana Kürt meselesinde inkara dayalı bir yaklaşım gösterilerek dayatılan bir imha politikası söz konusu. Ancak diğer yandan da bunun gerçekleştirilememesi ve özgürlük mücadelesinin bitirilememesi de bir realite olarak görünüyor. Bu konudaki düşünceleriniz nedir?
Türkiye’de egemen devlet aklı ya da devleti yöneten kesimler şunu görmeli ve kabul etmeli ki, 1925’ten bu yana Kurdistan’da uygulanan politika sonuç vermemiştir. En hafif tanımlamalarla ifade edersek, bu dönem boyunca sürdürülen katliam, sürgün, bastırma, zindanlara atma ve asimilasyonla Kürt toplumunu eritme, yok etme politikasının başarılı olmadığının, yüz yıldır sürdürülen bu politikanın Türkiye’ye çok şey kaybettirdiğinin görülmesi gerekiyor. Artık açığa çıkmış şu gerçeğin bilinmesinde fayda vardır: Aydınlanmış olan Kürt halkını bundan böyle teslim almak, kimlikli duruştan ve özgürlük arayışından vazgeçirtmek, hele hele yok etmek artık mümkün değildir. Bilinmeli ki artık TC Anayasası’nın 66’ncı maddesini kimseye kabul ettiremezsiniz. Yüz yıl daha da geçse, sonuçta Türk devleti Önder Apo’nun çözüm çizgisine gelecektir. Çünkü başka yolu yoktur. Kürt halkını başka bir biçimde durduramazlar. Uğrunda kendini feda edecek kadar derin bir heyecan yaratan Apocu ideoloji, felsefe ve yurtseverlik kültürü ile yoğrulan özgürlükçü yaşam tarzına aşık, hakikat peşinde koşan, bunun için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan, büyük bir kararlılığa sahip Kürt gençliğine, kadınına ve yurtseverlerine hiç kimse geri adım attıramaz ve onları yenemez. Katliamlarla, tutuklamalarla, tehditlerle Kürt toplumunu, gençliğini ve kadınını durdurmak artık mümkün değildir. Bu eşik aşılmıştır. Önemli olan bunun görülmesidir. Mevcut durumda zulüm gören Kürt halkıdır. Her türlü zulüm Kürt halkına reva görülmektedir. Ama zarar eden ve kayıp veren de Türk halkıdır. Bundan uluslararası egemen güçler ile ülke içerisinde egemen burjuvazi menfaat sağlamaktadır. Halkların bundan bir menfaati ve çıkarı yoktur. Halkların çıkarı çözümdedir. Bir takım egemen güçler ve egemen sınıflar halkları birbirine kırdırtma ve toplumları birbiriyle uğraştırma taktiklerini uygulayarak kendi çıkarlarını koruyor olabilirler ama halkların ve emekçi sınıfların bundan kesinlikle herhangi bir çıkarı yoktur.
Geçtiğimiz günlerde Sözcü Gazetesi’nin eki olarak “Mustafa Kemal’in Kaleminden Kürtler” isimli bir broşür yayınlandı. Orada çeşitli tarihlerde Mustafa Kemal’in yaptığı konuşma ve yazdığı yazılardan kimi kesitler yer alıyordu. Şayet inceleme imkanı bulduysanız, bu belgeler ve o zamanki yaklaşım konusunda ne dersiniz?
Belirttiğiniz belgeyi inceleme imkanı buldum. Aslında yüz yıl önce söylenmiş ama bugün de Türkiye’nin yaşadığı sorunlara ışık tutacak mahiyette vurgular vardır. Mustafa Kemal’in kaleminden yazılmış yazılardan alıntılanan o yazılara bir göz atıldığında o günün koşullarında kendisi tarafından ne maksatla söylenmişse söylensin, o günün gerçeklerini ifade ettiği de görülecektir. Bundan çıkarılacak önemli sonuçlar vardır. Tabii bunların büyük bir çoğunluğu, dediğiniz yayın yapılmasa da hareketimiz tarafından tarihsel nitelikte işlenmiş ve Kürt meselesinin çözümü noktasında birer argüman olarak sunulmuştur. Zira bunlar kayıtlara geçmiş, tarihe mal olmuş sözlerdir. Şimdi inkar edilmeleri, bu sözlerin söylenmiş olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Yüz yıl önceki o konuşma ve yazılarda Kürt-Türk halklarının kardeşliği, ortak mazi, ortak vatan, ortak gelecek gibi vurgular vardır ama yıllardır Önder Apo da bunları defalarca dile getirdi. Her nedense, Türkiye’nin bugünkü yöneticileri ya da Kemalist çizgide olduğunu söyleyen siyasetçi, aydın ve akademisyenler, Mustafa Kemal Atatürk’ün geçmişte söylediği bu sözleri söylememiş sayıyorlar ve bu sözlerle ne demek istediği üzerinde durmuyorlar.
Bunlardan birkaçına örnek vermek ister misiniz?
Birincisi; Kürt halkının Türkiye’nin yeniden inşasında kurucu bir öge olduğu gerçeğidir. Zaten söylenen tüm sözler bunu doğruluyor.
İkincisi; Kürt-Türk kardeşliği ve birliği olmadan kurtuluş ve başarının mümkün olamayacağı tespitidir.
Üçüncüsü; Misak-ı Milli’nin Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı topraklardan oluşmakta olduğudur.
Dördüncüsü; iki halkın ortak bir geçmişi olduğu ve başarı için bunu sürdürmenin gerekli olduğudur.
Beşincisi; Türk ve Kürtlerin ortak yurdunun Türkiye olduğu; yani Türkiye’nin ortak vatan olduğudur.
Altıncısı; Sadece Türk halkından bahsedildiğinde Kürtlerin kendini dışlanmış göreceğinden hareketle, ‘Türkiye halkı’ kavramının herkesi kapsayan bir kavram olarak kullanılması gerektiğine işaret etmesidir.
Yedincisi ise; Kürtlerin özerklik sistemi ile Türkiye sınırları içerisinde kardeşlik bağlarıyla yaşamasının anayasal bir hak olduğunu açıkça dile getirmesidir.
Tabi bu örnekler daha da çoğaltılabilir ancak o belgede bu net sonuçlar açıkça ortaya konuluyor.
Aslında bu belgede gördüğümüz yeni bir şey yok. Orada ifade edilen konular ve bunların dışında o süreçle ilgili bildiğimiz ve gördüğümüz birçok belge vardır. Burada onları yeniden tartışacak değiliz. Fakat bazı kesimler, bunların Atatürk tarafından taktik gereği söylediğini belirtip üstünü çizmektedir. Öyle de olsa, önemli olan bu belirlemelerin gerçekliği ifade etmesidir. Dolayısıyla üstünü çizip söylenmiş bu doğrulara herhangi bir değerin verilmemesi yanlış bir tutumdur. Kürt tarafında bazı kesimler bu biçimde yanlış yaklaşıp ezberci bir biçimde inkar siyasetini savunmakta, Türk tarafında bazı kesimler de bu sözlere söylenmemiş gibi yaklaşarak bunları görmezden gelmektedirler. Bu her iki yaklaşım da yanlış olduğu gibi, gerçeklerin gün yüzüne çıkmasına hizmet etmez.
Belirttiğiniz belge içerisinde 16-17 Ocak 1923 tarihinde Atatürk’ün bir grup gazeteciyle yaptığı basın toplantısının tutanakları da kısa bir biçimde yer almıştır. Biz bunları daha değişik ve geniş izahatlı belgelerden de biliyoruz ama bu belgeler henüz taze iken onlardan örnek vermek daha uygun düşer:
Mesela oradaki tutanakta Mustafa Kemal ne diyor? “Bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edeceklerdir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise, onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir.” Cümleler aynen böyledir. Kısacası, buradan da açıkça görüleceği gibi Türkiye’nin inşa sürecinde Kürtler temel bir unsur olarak yer alıyor ama daha sonra İngilizlerin bir oyunu sonucu Lozan’da Kürtler inkar edilince Türk devlet yetkilileri de bu hakları teslim etmekten cayıyorlar. Aslında verilen ve karar altına alınan bu haklardan geri adım atıyorlar. İşte kamuoyunda tartışılan Şeyh Said direniş süreci ve Kürt halkının peşi sıra gelişen direnişleri tümüyle haklı ve bu kabul edilemez haksızlığa karşı bir tepki olarak ortaya çıkan hareketlerdir. Ancak bu hareketlere karşı çok zalim ve hunharca yönelerek Kürt halkına karşı bir çeşit soykırım uygulamasıyla sonuç alınmak istenmiştir. Lice, Hani, Palo’da gerçekleşen katliamlar, yine Dersim’de 70 bini aşkın insanın katledilmesi, Ağrı-Zîlan’da bir hafta içerisinde 40 bin kişinin katledilmesi bu şekilde gerçekleşmiştir.
Ayrıca kurucu meclise sunulan ve 10 Ocak 1922’de gündeme alınan “Kürt Otonomi Karar Tasarısı” vardır. O zaman sözüm ona, dış güçler kurcalamasınlar, oynamasınlar diye kamuoyuna ve basına kapalı bir oturumda bu tasarı tartışılıyor. Ne yazık ki daha sonradan gelişen inkar siyaseti temelinde bu karara ilişkin meclis tutanakları da bir şekilde ortadan kaldırılıyor ve daha gizli bir biçimde hasır altı ediliyor. Ancak bunların belgeleri İngilizlerin ve Fransızların arşivlerinde vardır. Bu karar tasarısı 18 maddeden oluşmakta, çok detaylı bir biçimde bugün adına özerklik dediğimiz çerçevede hak tanınmaktadır. Yani Kürtlerin de bir meclisinin olacağı, her şehrin kendi kendini yönetme hakkı çerçevesindeki detaylı bir biçimde çizilmiş bir otonom sistem kararı vardır.
Tarih biliminden iyi biliyoruz ki, tarihsel süreçler içinde gelişen her oluşumun, her düşüncenin, atılan her adımın, yürütülen her çalışmanın özü ilk adımlarında gizlidir. Dolayısıyla ilk adımlar o olgunun özü ve hakikati temsil eden adımlar olmuştur. Bilimsel olarak bu doğrulanmış bir gerçekliktir. Şimdi, burada Kemalizm’i değerlendirecek olan Kemalist çevrelerin, Mustafa Kemal’in 1919’dan 1924’e kadar olan sürecini sıradan bir süreç olarak ele almaları kendileri açısından büyük bir hata durumundadır. Çünkü, esas olarak özü oradadır. Sonradan devletleşme, otoriterleşme, dünyadaki konjonktürel süreçle birlikte ele alınınca durum çok farklılaşıyor.
Peki hangisi esas alınmalı? 1919-‘24 mü, yoksa 1925-’38 süreci mi?
Bu bizim değil ilgili olanların söz söylemesi gereken bir konudur. Ben az önce görüşümü zaten söyledim. Ama birinden öbürünü tercih etmekten ziyade, bugünkü gerçekliği göz önünde bulundurarak konuya yaklaşmak daha doğru yöntem olur. Kürt realitesi, kökeni tarihin derinliklerine dayanan bir realitedir. Bunu iyi bilen Atatürk ve arkadaşları o dönemde Kurtuluş Savaşı’nı örgütlerken Kürtleri önemli bir düzeyde ele alıyor, bir dayanak yapıyorlar, “Kürt-Türk ittifakı olmadan başarı mümkün değil” diyorlar. Nitekim süreç böyle gelişiyor. Ayrıyeten biz tarihin daha eski dönemlerinde de bunu görüyoruz. 1071’de de bu vardır; 1516’da da benzer bir süreç vardır.
Kısaca tarihin hemen her döneminde Kürt-Türk birliğinden doğan önemli gelişmeler söz konusu olmuştur. Burada da Atatürk’ün Kürt-Türk kardeşliği, ortak mazi, ortak vatan derken bu gerçekliğe dayanma durumu var. Ama sonradan ondan kopuş oluyor ve tersinden bir gelişme yaşanıyor.
Konuyu bilimsel bir yaklaşımla değerlendirmek ve bugünün sorunlarına nasıl çözüm bulunması gerektiği noktası üzerinde durulduğunda, aslında bugün Kurdistan’da yaşanan Kürt meselesinin çözümünün Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde ortaya konan çerçevede mevcut olduğunu görmek mümkündür. Önder Apo’nun geliştirdiği çözüm çerçevesi ile o zaman konulan çerçeve, bazı farklılıklara rağmen benzer parametreler de taşımaktadır. O açıdan şimdi sanki Kürt özerkliğini reddetmek, Kürtlerin kimlik ve kültürel haklarına karşı çıkmak Kemalizm’in ABC’siymiş gibi bir yaklaşım geliştiriliyor. Bu çok yanlış ve çıkmazı derinleştiren bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. Dolayısıyla şayet Kemalizm’i bir dogmalar yığını ya da hiçbir şeyi değiştirilemez bir Kuran ayeti gibi ele almayacaklarsa, o zaman Kemalist oluşumun başlangıcındaki çözüm tarzına dayanarak bugünkü sorunlara da rahatlıkla çözüm geliştirebilirler. Bu pekala mümkündür. Türkiye’nin yöneticileri akli selim davranıp, aynı zamanda bilimsel yaklaşım temelinde süreci doğru yorumlarsa, Cumhuriyet’in kuruluşunda çok önemli bir rol oynayan bu bakış açısını günümüze uyarlayarak çözümü geliştirebilirler. Aksi durumda 1925’ten bu yana süregelen zor, şiddet, katletme, asimile ve soykırım yöntemleriyle sonuç alınamayacağı açıkça ortaya çıkmıştır. Kısacası, doğru temeldeki bir bakış açısıyla yaklaşanlar, Kürt meselesinde çözümü geliştirebilirler; çünkü Türkiye’nin ilk oluşumunda bunun çerçevesi vardır. Önemli olan sonraki sapmanın yaratığı yüz yıllık çıkmazı görmek ve onu aşma yürekliliğini göstermektir.
Ortadoğu’da ve Türkiye’de Kürt meselesi yadsınamaz bir realitedir. Dünyada bütün devletler ve halklar benzer toplumsal sorunlarını, diyalogla ve belli siyasi sistemler geliştirerek çözmüşlerdir. Asya’dan, Hindistan’dan, Avrupa’ya ve Latin Amerika’daki tüm örneklerine kadar baktığımızda, katı ulus-devlet anlayışıyla özdeşleşen, ‘tek devlet, tek millet, tek vatan’ gibi şoven, tekçi anlayışlardan ziyade, çoğulcu bakış açılarıyla sorunlar önemli oranda çözülmüştür. İşte bugün İspanya’nın, İngiltere’nin, Belçika’nın, İsviçre’nin yaşayan örnekleri vardır; Hindistan’ın yaşayan örneği var. Dünyanın her tarafında bu tür örneklere rastlamak mümkündür. Bunlara doğru, gerçekçi bir göz atanlar, Türkiye’de de Kürt meselesine nasıl yaklaşılması gerektiğini görebilir.
Buna karşın mevcut yönetim zihniyeti savaşla Kürt meselesini çözmeye çalışıyor…
Maalesef bizimle savaşarak, Kurdistan özgürlük davasını bitireceğini düşünenler veya buna inananlar var. Gerçeklere biraz doğru bakabilen her normal siyasetçi veya toplumsal bilinci olan bir kimse, bunun mümkün olmayacağını görebilir. Bugün Kurdistan özgürlük davasının dayandığı bir toplumsal yapı vardır. Sadece dağdaki militanları değil, Kurdistan’ın her kentinde, her köyünde yeni yetişen binlerce genç, çocuk hepsi onun birer takipçisi ve adayıdır. Bu davanın mücadelecilerini öldürme ile bitireceğini ancak toplum bilicinden uzak, çağ dışı, ırkçı bir zihniyete sahip olan kişiler düşünebilir. Açık ki, dar, şoven bakış açılarına sahip ulus-devletçi anlayışlarla, 21’inci yüzyılın gerçeklerine ulaşılamaz. MHP’nin bu ırkçı, dar bakış açısını Türkiye’ye dayatmak, Türkiye’ye yapılacak olan en büyük kötülüklerden birisi olur. Ama bunu günümüzde mevcut iktidar yapıyor. Biz bir toplumsal gerçeğiz. Halk olarak bir gerçeğiz, gerilla olarak bir gerçeğiz; Önderlik olarak, Önder Apo bir gerçeği temsil ediyor. Bu gerçeğin üzerine tankla, topla, dış güçlerin desteğiyle ya da bazı ihanet etmiş Kürt çevreleriyle giderek onu yok edeceğini sanmak ya da bu gerçeğin üzerinin örtülebileceğini düşünmek bir gaflettir, başka bir şey değildir.
Bu son günlerde özellikle de Rojava ile Kuzey ve Doğu Suriye’de gerçekleşecek olan yerel seçimlerden hareketle PKK’nin devletleşeceği ve bunun içinde dış güçlerin parmağı olduğu yönünde yoğun propagandalar yapıyorlar. Buna dair yorumunuz nedir?
Dış güçlerin parmağı söylemi, Türk devlet egemenlerinin bir hastalığıdır. Her zaman Kürt özgürlük mücadelesi için bir dış parmak üretirler. Doğru; başlangıç yıllarında Kürt Teali Cemiyeti’nin İngiliz ve Fransızlarla bir ilişkisi vardır. Zaten onların en büyük hatası ve gafleti de oydu. Ama o süreçten sonra gelişen Kürt özgürlük mücadelesinin hemen hepsinin bir proje olduğunu, dış mihrakların bir oyunu olduğunu değerlendirmekle hiç kimse bir sonuca varamaz; çünkü gerçeklik öyle değildir.
Amerika’nın PKK’ye bir devlet kurduracağı varsayımı bir safsatadır. Gerçeklerle hiçbir ilişkisi olmayan, boş bir iddiadır; gerçeğin tersine çevrilmesidir. Türk devleti 40 yıldır ABD ve NATO’nun desteğiyle Kurdistan Özgürlük Gerillası’na ve özgürlük mücadelesine karşı savaşıyor. NATO desteği olmasaydı, Türk devleti savaşı bu kadar sürdüremezdi. Önder Apo’nun uluslararası güçler tarafından bir komployla alınıp Türkiye’ye verilmesi en çarpıcı örnek değil mi? Şimdi Irak’ta, Suriye’de Türk devletinin bu kadar cirit atması, istediği yere saldırabilmesinin tek nedeni ABD ve NATO’nun desteği değil midir? Hatta Güney Kurdistan’da birtakım Kürtlerin Türkiye ile birlikte hareket ediyor olmasının temel dayanağı yine aynı güçler değil midir? Kısacası, ABD onları destekliyor. Hatta bunun için yoldaşlarımızın başına ödül koymuş bulunuyor.
Buna rağmen kalkıp da Rojava’da ABD’nin QSD ile sadece DAİŞ’e karşı geliştirilen taktik bir ilişkisini getirip bizimle yani PKK ile bağlantılandırmak bir saçmalıktır. Her şeyden önce PKK ile QSD aynı şeyler değildir. Kaldı ki, oradaki ilişki çok sınırlı, dar bir ilişkidir. ABD’nin geleneği gereği, kendi askerinin suyunu, bütün yiyeceğini dışarıdan getirme durumu var. Bunun için her birkaç haftada bir konvoylarla lojistik taşıyorlar ama bunlar ise veryansın ederek, “QSD’ye silah taşıyor” diyorlar. Halbuki öyle bir durum yoktur. Olsa bile PKK ile bağlantılandırılması doğru değildir.
Kuzey ve Doğu Suriye’de yapılacak yerel seçimlere karşı çıkan Türk devlet yetkilileri, bu seçimlerin yasa dışı olduğunu iddia ediyor. Bu yaklaşımı nasıl değerlendirirsiniz?
Bu konuda AKP-MHP rejiminin yürüttüğü doğrudan ve topyekun bir Kürt düşmanlığı vardır. Yine demokratik sisteme bir düşmanlık vardır. Evet, Türk devleti bu seçimlere yasadışı diyerek karşı çıkıyor. Hem de bu konudaki açıklamayı savunma bakanlığı yaptı. Bildiğim kadarıyla orada 6 milyonluk bir nüfus yaşıyor. Bu insanlar en demokratik bir sistemle kendi kendini yönetmeye çalışıyor ama yapılan demokratik-yerel seçimlere karşı AKP-MHP rejimi ateş püskürüyor. Orada sadece Kürtlere değil, yaşayan herkese karşı düşmanca bir yaklaşımı geliştiriyorlar. Bu bir cinnet halidir. Kürt halkına bu kadar düşmanlık başka bir biçimde izah edilemez.
Peki ABD ile olası bir ilişkiye açık mısınız?
Biz ilkesel olarak ABD ile ilişki kurmaktan çekinmeyiz; çok yanlış da görmeyiz ama şu an için öyle bir ilişki durumu yoktur. Durum bu olmasına rağmen Türk devlet yetkilileri, özellikle ‘havuz medya’ denilen AKP’nin yayın organları çevresi, sanki bütün Kürt özgürlük davasının dayanağı uluslararası güçlerdir, ABD’nin bir projesidir gibi çarpıtarak yansıtıyorlar. Bunlar tümüyle yalandır. Gerçeğin ters yüz edilmesidir.
Bunların yanı sıra bir de ideolojik olarak da devletleşmeye çok sıcak bakmayan bir hareketsiniz…
Evet. Her şeyden önce Önder Apo’nun geliştirdiği ve bugün dünya çapında tartışılan paradigmanın ana halkası, ulus-devlet sistemine karşı bir alternatif olmasıdır. Yani biz herhangi bir ulus-devlet kurmayı hedeflemiyoruz. Tersine, onun karşıtı bir sistemi geliştirme mücadelesini veriyoruz. Önder Apo bu paradigma ile ulus-devlete karşı Demokratik Konfederalizm seçeneğini koymuştur ve bunu kendi düşünce sisteminin ana halkası olarak belirlemiştir. Bugün Önder Apo’nun geliştirdiği paradigmanın merkezi doğrultusu, a-devlet olmasıdır. Yani devlet değil; devlet dışı bir sistemin, toplumların kardeşliği ve birliğine dayalı Demokratik Konfederal sistemin geliştirilmesidir.
PKK ulus-devlete karşı ideolojik-politik bir gerçekliktir. Buna rağmen PKK’nin Türkiye’ye karşı devlet kuracağını söylemek büyük bir çarpıtmadır. Bu, Türkiye halkını, kamuoyunu kandırmaya dönük bir özel savaş yalanından başka bir şey değildir. PKK Ortadoğu’da sınırları bozmadan, yeni bir bakış açısıyla, demokratik ulus anlayışıyla, halkların kardeşlik temelinde yaşadığı eşit-özgür bir sistemi savunan bir ideolojik çerçeveye sahiptir. Devlet olmayan, kadın ve ekoloji özgürlüğünü eksen alan bu sistem demokrasiyi, eşitliği ve özgürlüğü ana direk olarak belirlemiştir. Özcesi, bu yönlü söylenen söylemler tümüyle çarpıtmadır, özel savaş politikalarıdır. Hem uluslararası güçlere, NATO’ya dayanarak bizi yok etmek istiyorlar hem de, “onlar NATO’nun, uluslararası güçlerin bir projesidir” diyorlar. Bu kadar da çarpıtma ve bu kadar da yalan olamaz.
Son yıllarda Türkiye ekonomisi gittikçe daha dibe vuruyor. Halk açlık ve sefalet içinde yaşıyor. Bu durumun sorumlusu kimlerdir? Buradan çıkış yolu nedir?
Türkiye’de iktidar olan herkes 100 yıldır, adına güvenlikçi politika da denilen, esasen şiddete dayalı bastırma ve soykırım pratikleriyle Kürt halkını ve Özgürlük Hareketi’ni bitirmeyi hedefliyor. Bu tarz bir yaklaşımla Türk ve Kürt halklarının evlatlarının kanını döküyorlar ve enerjisini harcıyorlar. Halbuki, Önder Apo’nun sunduğu ve 2013’te bir milyonu aşkın insanın huzurunda Amed Newrozu’nda okunan, iki halkın ittifakı, kardeşliği, birliği eksenindeki çoğulcu demokratik sistem, Ortadoğu’da Türkiye’yi bir cazibe merkezi haline getirebilecek bir projedir. Eğer Önder Apo’nun bu projesi, bu çözüm perspektifi kabul edilseydi, bugün Türkiye halkları böyle açlık içinde kıvranıyor olamazdı. Bugün Türkiye halkları açlıkla boğuşuyor. Bunun temel nedeni, bu ırkçı, faşist, soykırımcı zihniyettir. Çünkü Türkiye’nin refahı, ekonomik olarak ilerlemesi ve demokratik bir sistemin gelişimi için değil, Kürt halkını bastırmak için siyaset yürüttüler, diplomasi geliştirdiler, ilişkiler kurdular. Bütün ekonomiyi buna harcadılar. Bu biçimde ekonomik kanalları önemli oranda tıkandığı gibi var olan da savaşa akıtıldı. Yoksa Türkiye zengin, geliri olan bir ülkedir; jeo-stratejik bir konumu vardır. Mevcut politikada ısrar olmasaydı bu kadar büyük bir ekonomik çöküntü ve sosyal bunalımla karşı karşıya kalınmaz, halk refah ve huzur içinde yaşardı.
Eğer bugün Türkiye toplumu böyle bir yoksulluk ve açlık içinde yaşıyorsa, bu AKP’nin MHP ve Ergenekon’la birleşerek onların Kürt halkına karşı savaş stratejisini ve konseptini kabul etmesindendir. 9 yıldır bunu yürütüyorlar ve bunun sonucu açık ortadadır. Belirttiğimiz gibi, Önder Apo’nun geliştirdiği Kürt-Türk ittifakı, Türkiye’yi her bakımdan Ortadoğu’da öncü konumuna getirebilecek bir perspektifi içeriyor. Halklar arası, toplumlar arası barış, demokratik sistem, diyalog gibi konularda Türkiye’nin bölgede oynayacağı rol çok önemli artıları beraberinde getirebilecektir. Böyle bir yaklaşım, hem Türkiye halklarına hem de bölge halklarına önemli kazanımlar sağlayacak bir düzeyi yakalama şansı doğurur.
Ama şimdiye kadar olan yönetimler ne yaptılar? Önce bir İngiliz oyunu olan “Lozan Anlaşması’nda Kürtler yok sayıldı” diyerek “biz de yok sayalım” dediler. Sonra “arkamızda NATO desteği var, PKK’nin ise arkasında hiçbir güç yok” diyerek, “biz PKK’yi, Kürt hareketini tasfiye ederiz” dediler. Sonra Uluslararası Komplo gerçekleşti. Önderliğin Türkiye’ye verilmesiyle adeta zil takıp oynadılar. Hiçbir şekilde, “ne için böyle oldu” demediler. Oysa ki bunu sorabilirlerdi. Ancak onlar “biz işi bitiriyoruz” dediler. Tabi bunların hiçbirisinde bekledikleri tasfiye gelişmedi. Sonrasında, 2001’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırılar ardından, “nasıl olsa PKK de terör listesindedir, o da yok edilir” diyerek o dönemde hareketimizle hiçbir diyalog içerisinde bulunmaya gerek olmadığını düşündüler. Daha sonra ABD-İsrail onlara İHA verdi; Türkiye’nin o zamanki Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, “PKK’nin bütün üs alanları bizim için bir BBG evidir” dedi; bunun için sevindiler ve “artık yeneceğiz” dediler ancak yine başaramadılar. Son olarak; bu son 8-9 yılda SİHA hikayesini geliştirerek “biz artık PKK’yi bitireceğiz” dediler, buna bel bağladılar ve kendilerine olağanüstü abartılı bir biçimde yaklaştılar. Peki artık o SİHA’lar şapur şapur düşürülüyor, buna ne diyeceksiniz? Artık sizin ona dayanarak strateji geliştirmeniz mümkün mü? Siz kökeni tarihin derinliklerine dayanan ve Önder Apo’nun düşünce sistemiyle aydınlanan Kurdistan halkını ve Türkiyeli sol-sosyalist-demokrasi hareketini geriletemezsiniz. Gelişen direnişin, kadın ve gençliğin öncülüğünde yükselen özgürlük arayışının ve mücadelesinin önüne geçemezsiniz. Heyecan yaratan ve binlerce, on binlerce gencin üzerinde aşkla yoğunlaştığı bu ideolojik-felsefi akımı, toplumsallaşan bu gerçekliği yok sayamazsınız, ortadan kaldıramazsınız.
İşte bunun görülmesi, Türkiye’deki mevcut sorunların çözümünde de temel halkadır. Bu gerçeklik görülmeden hiçbir rejim, hiçbir iktidar biçimi Türkiye’deki mevcut sorunları çözemez. En temel sorun Kürt sorunudur. Şu anda İmralı’da kurulmuş olan soykırım sistemi ve konseptidir. Türkiye’nin düzlüğe çıkması, ancak bu prangadan kurtulması ile mümkündür.
Son olarak belirtmek istediğiniz bir şey var mı?
Son olarak söyleyebileceğimiz şey şudur. Türk devlet rejimi sorunludur. Yaklaşımı, uygulamaları sadece Kürt halkı açısından değil, artık Türkiye emekçi sınıfları açısından da sorunlu hale gelmiştir. Kürtleri, Alevileri, Çerkezleri ötekileştiren bu zihniyet, mevcut anlayışıyla Türkiye’deki hiçbir sorunu çözemez. Ötekileştiren, bastıran, kendi dar dünya bakış açısını tekçi, faşizan çizgisini dayatan bu yaklaşımın Türkiye halklarına verdiği zarar büyüktür. Bunun aşılması gerekiyor. Ancak bunun karşısında bizim de devrim cephesi olarak sorunlarımız vardır; hem Türkiye Sosyalist Hareketi’nin aşması gereken sorunlar vardır, hem de Kurdistan Özgürlük Hareketi’nin de aşması gereken, önünde duran önemli görevler söz konusudur. Fakat en büyük avantajımız, yeni dönemin temel mücadele perspektifi olan Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’ne girememe durumunun son 4-5 yılda aşılmış olmasıdır. Hareketin bütün organlarıyla Devrimci Halk Savaşı stratejisi üzerinde yoğunlaşması, ona göre bir mevzilenmeyi ve çalışma tarzını geliştiriyor olması gecikmeli de olsa Önderliğin çizdiği mücadele stratejisine göre doğru bir mevzilenmeyi ve mücadele yaklaşımını ifade etmektedir. Bu önemlidir.
Diğer önemli konu ise, gerilla direnişinde sağlanan düzeydir. Bugün çağın bütün teknolojik imkanlarına, yine uluslararası yasalar tarafından yasaklanan silahları kullanmasına, Güney’den ve Kuzey’den bir takım işbirlikçi Kürt kesimleri yanına almasına ve NATO gücünün desteğine rağmen Türk ordusu üç yıldır Zap’ta durdurulmuştur. Bu aslında mevcut savaşın kurmaylığı olan AKP-MHP-Ergenekon ittifakı için büyük bir başarısızlık ve yenilgidir. Tabi onlar bunu itiraf etmiyorlar, kolay kolay etmezler. Ellerindeki basın-yayın organlarıyla, devlet olmanın bütün olanaklarını kullanarak bunun üstünü örtüyorlar. Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin öz kaynağı, askeri alanda yaşanan çıkmazdır. Gelişen bu savaş büyük, tarihi bir direniştir. Kurdistan özgürlük tarihinde bir ilktir. Savaş sanatı tarihi bakımından da birçok açıdan bir ilki ifade etmektedir. Bu AKP-MHP’nin faşist soykırımcı rejimine karşı mücadele halinde olan hem halkımız, hem Türkiye sol-sosyalist güçleri ile bölge halkları için çok önemli ve değerli bir düzeydir. Bu, Önder Apo’nun ideolojik perspektifi temelinde fedaileşen gerillanın, 40 yıllık tecrübeye dayanarak bugün yakaladığı ideolojik-askeri performansla ilgili bir şeydir.
Bunun diğer bir önemli boyutu; gerillanın çağın teknolojisini dengeleyecek taktik açılımı ve teknik hakimiyeti geliştirmesidir. Bu da çok önemli ve stratejik bir durumdur. Özellikle taktik açılımın geliştirilmesi, gerillanın bugün savaşı hem yeraltında hem yer üstünde ve hem de havada yürütebilecek bir düzeye gelmiş olması, Kürt özgürlük mücadelesinin gücünü ortaya koyan bir gerçekliği ifade etmektedir. Bunu göz ardı etmek ve yenebileceğini sanmak bir gaflettir. 40 yıllık tecrübeye dayanan bu güç, yenilmez bir güçtür. Bu açıdan, hem doğru çizgiyi yakalama hem de taktikte derinleşme ve yine kadroda 40 yıllık askeri tecrübeye dayalı bir yetkinleşme ve performans kazanma, ayrıca 51 yıllık ideolojik-örgütsel birikimle mücadelemizin bundan sonra daha güçlü gelişeceğini ve bu mücadeleyi yeni evrelere taşıyabileceğini söylemek ve vurgulamak gerekiyor. Çünkü bu gerçekliktir. Evet; belki bazı açılardan kimi mevzilerin daralması olabilir ama yeni taktik açılım ve elde edilen birikim ile yoğunlaşma, kısacası bugün ulaşılan düzey daha fazla büyümenin önünü açmaktadır.
Diğer yandan Önder Apo’nun kapitalist moderniteye karşı geliştirdiği demokratik modernite paradigması, bugün dünya düzeyinde tartışılan ciddi bir alternatif durumundadır. Önder Apo’nun özgürlüğü, Kürt sorununun çözümü için başlatılan hamlenin dünyadaki 74 ayrı merkezden başlatılmış olması ve yine uluslararası düzeyde Önder Apo’nun paradigmasının önemli bir seçenek olarak görülüp tartışılıyor olması da hareketi genelleştiren, sadece Kurdistan’ın dört parçası ya da Ortadoğu’yla sınırlı olan değil, uluslararası düzeyde bir ideolojik-siyasi alternatif olma düzeyine ulaşma durumunu gözler önüne sermektedir. Bu da moral-motivasyon açısından, hareketin daha güçlü ataklar geliştirmesi bakımından önemli bir dayanaktır. Tüm bu gelişmelere dayanarak mücadelenin daha fazla gelişeceğini ama esas olan halkların kardeşliğine dayalı çözümün çok uzak değil yakın olduğunu, bunun için mücadele ve sorumluluklarımıza daha fazla sahip çıkmanın gereğini vurgulamak istiyorum.