HABER MERKEZİ – Kürt Özgürlük Hareketi ile Türk devleti ve AKP iktidarı arasında 2005’ten 2015’e kadar 11 yıl boyunca dolaylı-dolaysız hep bir ilişki olduğunu; bu dönemlerde PKK ile AKP’nin çeşitli düzeylerde ilişkisinin sürdüğünü hatırlatan PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan, “Ne zaman ki, Önder Apo’nun ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin Türkiye’nin demokratikleşmesinde ısrarlı olduğunu, bu konuda ilkesel yaklaştığını, diktatörlük sistemine prim vermeyeceğini anladılar; bu kez de o zaman belli bir sonuca ulaşmış olan Dolmabahçe Masası’nı devirerek tamamen çark etmeyi ve MHP çizgisine kaymayı çıkarlarına ve esas amaçlarına uygun gördüler. Sonrasında ise bütün stratejilerini Kürt ve demokrasi karşıtlığına göre belirlediler” dedi.
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan, ANF’nin sorularını yanıtladı.
Birçok kesim tarafından ‘kader seçimi’ olarak nitelendirilen 14 Mayıs seçimlerine az bir zaman kaldı. Son genel seçimlerden bu yana AKP rejiminin Kürt halkına yaklaşımını, yaptıklarını kısaca hatırlatabilir misiniz?
AKP rejiminin son seçimden bu yana uyguladığı politikalar, esas olarak 2014’teki ‘Çöktürme Planı’na dayanmaktadır. Yani o dönemde planını yaptıkları bir konseptin fiili sonucu olarak 2015’in yaz aylarından bu yana aynı politikayı yürütüyorlar. Dolayısıyla AKP, MHP ve Ergenekon koalisyonu esas olarak Kürt halkına karşı karar altına aldığı Çöktürme Planı’nı başarılı kılma temelinde rejimini kalıcılaştırma ve iktidarının devamını planlamıştır. Çöktürme Planı ile Kürt halkını öncüsüz bırakma, kurumlarını dağıtma, bütün kazanımlarını ortadan kaldırma ve güçsüz kılarak bir siyasi irade olmasının önüne geçmeyi hedefledi. Bunun için 8 yıldır, başta İmralı’da olmak üzere, kırsal alanlarda ve siyasi-toplumsal sahada her türlü yönteme başvurdu. Özcesi AKP-MHP-Ergenekon rejimi, halkımızı sindirmek, teslim almak ve iradesini kırmak için yapabileceği her şeyi yaptı. Bunun için hukuk kurallarını, insan haklarını hiçe saydı, ayaklar altına aldı. Kurdistan’da süreklileşen bir olağanüstü hal durumunu hep uyguladı. Bu son 8 yıl içerisinde Kurdistan’da hiçbir zaman normal koşullar yaşanmadı. Sürekli savaş koşulları dayatıldı ve ilan edilmemiş bir sıkıyönetim uygulandı.
Tabii bu uygulamalarına dayanak oluşturabilmek için konuyu abartarak, “Türkiye’nin beka sorunu var” dediler ve bu temelde açıkça Kürt halkına ve onun demokratik örgütlerine, bütün yapılarına topyekun bir savaş ilan ettiler. Bunu yaparken de ulusal ve uluslararası yasalara uymadılar, suç işlediler. Kürt halkının iradesini kırmak, teslim almak, geleceğe dönük umudunu kırmak ve tüm kazanımlarını ortadan kaldırmaktı amaçları. Bu temelde inceltilmiş yeni bir soykırım siyasetini uygulamaya koymak, Türkiye’de ise adına ‘Türk Tipi Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ dedikleri, esasında tek adam rejimi olan bir çeşit faşist diktatörlük modelini kalıcı bir biçimde oturtmak istediler.
Başarabildiler mi?
Tüm bu çabalarına, başta NATO Gladiosu olmak üzere çeşitli dış güçlerin katkılarına ve Kürt iş birlikçi çizgisinin desteğine rağmen başaramadılar. Eğer Özgürlük Hareketi’ni ve gerillayı tasfiye etmeyi başarsalardı İmralı’da Önder Apo’nun üzerindeki psikolojik işkence dozajını artırma, toplumu sindirme ve teslim almayı planlamışlardı. Gerilla karşısında başarısızlıkları, diğer tüm alanlarda da sonuçsuzluğu sağladı. Gerillanın direnişi bir yerde tüm Kürt ve Türkiye’deki demokratik dinamiklere güç verdi, ruh verdi ve önemli bir dayanak sağladı. Bu temelde Önderlik çizgisinde büyük bir direniş süreci yaşandı. ‘Topyekun savaşa karşı topyekun direniş’ diyebileceğimiz bir süreç gelişti. Kuşkusuz bedelleri verildi, kolay olmadı ama halkların düşmanı bu soykırımcı faşist planı bozmayı ve sonuç almayı başardı.
Diğer yandan AKP yöneticilerini dinleyince, onlar da kendilerinin başarılı olduklarını belirtiyor…
Tabii AKP de kendisinin başarılı olduğunu söylüyor ama bu doğru değil. Onlar gerillayı tümüyle tasfiye etmek istiyordu; yine var olan kazanımların hepsini ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Son iki yıldır Zap’ı ele geçirmek ve gerillayı orada tasfiye etmek istediler. Bunun için çok yoğun bir teknolojik savaş başlattılar. Hatta yasaklanmış silahları kullandılar. Başûr’daki Kürt işbirlikçi güçlerden destek aldılar ama gerillayı oradan söküp atamadılar, hakimiyet sağlayamadılar. Zap’ta en önemli alan ve Zap Vadisi’ne tamamen hakim olan stratejik yer, Girê Cûdî (Cudi Tepesi) ve çevresidir. Girê Cûdî, Zap’ın kalbidir. Bununla birlikte Ş. Çekdar, Ş. Yunus, Ş. Leşker tepeleri ile birlikte Girê Amediyê, Ş. Pirdoğan, Girê Bahar, vb. yerleri alamadılar; almak için çok uğraştılar ama sonunda geri çekilmek zorunda kaldılar. Yoksa daha fazla kayıp verirlerdi. Buralara hakim olamayan, “Zap’ta sonuç aldım” diyemez. Kaldı ki aynı alanda sadece buralar değil, Sîda ve Çemço hattında görüldüğü gibi düşürülemeyen birçok farklı direniş noktası da vardır.
Ayrıca bizim Kuzey Kurdistan’da gerilla sayısı konusundaki yeni dönem taktik yaklaşımımıza dayanarak, Süleyman Soylu kendine başarı hikayeleri uyduruyor, Türkiye toplumunu kandırıyor. Oysa bizim sürece denk düşen uygun bir politik-taktik yaklaşımımız vardır. Yine o çok güvendikleri İHA/SİHA’lara karşı da sanki bir çare yokmuş gibi yansıtıyorlar. Bu da doğru değildir. Bizim taktik tedbirlerimiz bunlara karşı da belli bir düzeyde sonuç alındığını ortaya koymuştur. Bu konuda doğru hareket tarzının geliştirilmesinin daha güçlü sonuçlara yol açacağı açıktır.
Esasen onlar bu direnişi kıramadığı için asla Kürt toplumunun direnişçi gücünü ve iradesini de kıramaz ve geri adım attıramazlar. Yine Türkiyeli sol-demokrasi güçleri karşısında kazanamazlar. Özellikle Kurdistan Özgürlük Hareketi’yle birlikte yürüyen sol-demokratik güçler de bu dönemde büyük bir direniş ve irade gücünü ortaya koydu.
Gelinen noktada AKP-MHP iktidarının hala Çöktürme Planı’nda ısrar ettiği de görülüyor. Bu bağlamda seçime 19 gün kala yapılan siyasi soykırım operasyonunu da aynı konseptin bir parçası olarak ele almak mümkün müdür?
Evet. AKP-MHP iktidarı hala Çöktürme Planı’nda ısrar ediyor. Onunla sonuca gitmek, seçimleri kazanmak istiyor. Bu konseptin bir parçası olarak en son hamleleri ise sözünü ettiğiniz siyasi soykırım saldırısıyla yurtsever-demokratik çevrelerden 150 civarında insanın gözaltına alınmasıdır. AKP-MHP iktidarı bu saldırı ile Kürt halkının siyasi-hukuki mücadelesini, kültürel derinliğini ve propaganda gücünü kırmak istiyor. Gazeteciler, siyasetçiler, sanatçılar, hukukçular hedeflenmiştir. Toplumun refleks gözenekleri olabilecek kesimlere bir yönelim olduğunu belirtebiliriz. Dolayısıyla bu saldırı da Kurdistan halkının gücünü ve etkisini kırmaya dönük bir saldırıdır.
Zamanlamasına da bakılırsa, bu saldırı sürpriz oldu mu?
Kuşkusuz bu sürpriz değildir. Aslında beklenilen bir saldırıdır, çünkü gerginlik atmosferiyle seçime gitme çerçevesinde farklı hesapları var. Aslında Rojava’ya, gerillaya ve daha değişik alanlara da saldırma ihtimali vardı, ancak bütün çabalarına rağmen Rojava için istediği siyasal zemini oluşturamadı. Gerilla alanlarında da siyasal propagandaya dönüştüreceği sonucu alamayacağını biliyor. Geriye elinde denetiminde olan silahsız-savunmasız, Türkiye’deki yasal çerçeveye dayanan kesimler kaldı. Şayet gücü yetseydi Rojava’ya yönelmeyi, yine Medya Savunma Alanları’nı tümden önüne verme gibi şeylere yönelirdi, ancak anlaşılan onlara güç getiremediği için eli altındaki sivil, yasal siyaset yürüten, şu veya bu düzeyde Kürt halkını ifade eden kesimleri hedeflemişlerdir.
Çok açık ki; bu, 14 Mayıs seçimlerine bir müdahaledir. Bunun yaratacağı sonuçlara bakarak bu tür saldırılara devam edip etmeyeceğine karar verecek. Evet, seçimden korkuyor; doğru ama diğer yandan kendisi bir korku iklimi yaratarak, böylece Emek ve Özgürlük İttifakı’nı, Yeşil Sol Parti’nin seçim çalışmalarını zayıflatmayı hedefliyor. Emek ve Özgürlük İttifakı’nı, yine Kürt Özgürlük ve Demokrasi İttifakı’nı zayıflatarak aslında Türkiye’deki tüm muhalefeti geriletmek ve böylece yeniden seçimleri kazanmanın önünü açmayı hedefliyor. Yoksa durup dururken yasal statüde faaliyet yürüten, her gün göz önünde olan gazetecileri, hukukçuları, siyasetçileri, sivil toplum kuruluşlarını, tiyatro yapan insanları bu biçimde tutuklar mı? Hem de seçimlere şurada iki hafta kalmışken!
Türkiye’deki muhalefetin bu saldırıya karşı tavrını nasıl buluyorsunuz?
Ne yazık ki Türkiye’deki genel muhalefet, yani sistem içi muhalefet, AKP-MHP’nin bu yönelimini yeterince idrak edemiyor ve en azından şu ana kadar gereken tutumu koymuş değildir.
Mevcut iktidar, bu güvenlikçi yöntemlerle sonuç alabilir mi?
Ne olursa olsun artık bu tarz şiddet yöntemlerle; yani tutuklama, işkence, korkutma, öldürmekle sonuç almalarının şansı çok zayıftır. Zaten şiddet kullanmaya da ara vermiş değiller. Başta Zap olmak üzere çeşitli yerlere dönük hep saldırıyorlar. Açıkça, ‘şurada vurdum, burada vurdum’ diye ilanlar yapıyorlar. Yine Rusya’nın da desteğiyle Suriye ve İran gibi devletlerle de ittifak yaparak, onları da bu konsepte dahil etmeye çalışıyorlar.
AKP-MHP’nin ısrarlı bir biçimde Suriye’yle ve İran’la ittifak yapmak istemesinin amacı nedir, başarılı olabilirler mi?
En azından seçimler öncesinde elle tutulur bir başarı elde etmek istiyorlar. Mesela; hiç olmazsa Kürtlerin elindeki Til Rifet (Şehba) alanını, Minbic alanını Demokratik Suriye Güçleri’nin elinden almayı hedeflediler. Bunu Suriye’yle birlikte yapmayı planlıyorlardı. Yani Kürtlere bir darbe vurma hevesi ve çabası içerisindedir. Seçimlerin ön gününde böyle bir şeyi yaparak, sözüm ona bu aldığı sonucu oya tahvil edecektir. Hesabı budur ama görüldüğü kadarıyla dörtlü toplantıda istediği sonucu çıkaramadı. Türk devleti bu tutumuyla Suriye’yi aptal yerine koymaya çalışıyor. Suriye’nin bu düzeyde tahrip edilmesinin en başta gelen sorumlusu AKP hükümeti ve Katar Emirliğidir. Bunlar, Suriye’nin bütün tahripkar muhalefetinin arkasındaki güçtür. Üstelik Suriye topraklarını işgal etmiş, bir de üzerine, ‘gel birlikte Kürtlere saldıralım’ diyor. Haklı olarak Suriye’nin bunu kabul etmediği anlaşılıyor.
Az önce de belirttiğim gibi; bu saatten sonra şiddet yöntemiyle sonuç almaları mümkün değildir. Özgürlük ve demokrasi davasının temel direniş dinamikleri ayaktadır. Bugün halkımız, Türkiye’deki demokrasi güçleri, bu temel direniş dinamiklerine dayanarak bir irade ortaya koymuşlardır. Bundan geri adım attırmaları artık çok zordur. Yani halkımız ile diğer özgürlük ve demokrasi güçleri belli bir deneyim kazandı; Türkiye’de geniş kitleler AKP-MHP gerçeğini yaşayarak tanıma deneyimini edindi. Bunlar 8 yıldır ‘vatan-millet-Sakarya’ diyerek Türkiye’nin bütün zenginliklerine rağmen ülkeyi açlığa sürükledi. İnsanlar bugün evlerinde yaşamlarını sürdürmesi için gereken en asgari temel gıdayı bile bulamıyor. Her şeyi savaşa harcadılar. Türkiye’yi tahrip ettiler. Bu yüzden ne yapsalar da artık sonuç alamazlar.
Gelişen bu saldırılara karşı yurtsever ve demokratik çevrelerin yapması gerekenler nedir?
Her şeyden önce Kurdistan ve Türkiye toplumunun bu türden saldırılar karşısında sinmeyeceğini ve daha fazla mücadeleye yöneleceğini düşünüyorum. Tabii pratikte de yapılması gereken şeyler vardır. Örneğin Kurdistan’daki devrimciler, yurtseverler, demokratlar, tutuklanan bu değerli insanların yerini hemen doldurmalıdır. Boşluk bırakılmamalı; çalışmalar zayıflatılmamalıdır. Nihayetinde sistem, çalışmaların zayıflatılması, cılız hale getirilmesi, giderek geriletilmesini sağlamak üzere bu insanları gözaltına aldı. O zaman bu yönelimlere karşı çalışmaları daha fazla güçlendirerek cevap verilmelidir. Evet, Amed’de dün görüldüğü gibi halkımız çok ciddi bir refleks gösterdi; polisin tüm engellemelerine rağmen birçok farklı yerde de tavır konuldu. Madem ilk etapta amaçlananın seçim çalışmasını engellemek olduğu belirtiliyorsa o zaman yapılması gereken, bu insanların yürüttükleri çalışmayı daha güçlü kılmaktır.
Mesela onlar en çok özgür basın çalışanlarından korkuyor, çünkü Kurdistan’daki özgür basın çalışanları, gazeteciler onların gizlemek istedikleri gerçekleri açığa çıkarıyor. Bunlar da gerçeklerin açığa çıkmasından çok korkuyor. Bu yüzden yönelimde gazetecileri başa almışlar. Bilindiği gibi daha önce de iki ayrı operasyonda çok sayıda genç, dinamik, yetenekli devrimci Kürt gazetecisini içeri attılar. Şimdi de yine sanırsam gözaltına alınanlar içerisinde 10 kadar gazeteci var; yine hukukçular, siyasetçiler, sivil toplum kuruluşlarından insanlar var. Bunların yerini doldurmak lazım.
Günümüzdeki teknik imkanlar her bir insanımızın bir gazeteci olmasına zemin sunmaktadır. Öyle ki telefonu olan herkes bir muhabir olabilir; okur-yazar olan herkes bir haber yazabilir ve bunlar haber merkezlerine ulaştırabilir. Kısacası boşluğu hissettirmemek, böylece devrimci-yurtsever-demokratik çalışmayı ve mücadeleyi daha da güçlendirmek gerekiyor.
Tabii ki bu türden daha başka saldırılar da gelişebilir. Burada önemli olan hepsini büyük bir kararlılıkla göğüsleyebilmektir. Kurdistan halkı ve halkımızın dostu olan demokratik çevreler, önemli bir toplumsal güçtür. Bu toplumsal güç kendi içinde dayanışma halinde örgütlü olduğu müddetçe, hiç kimse onu geriletemez. Dolayısıyla halkımız çalışmaları ikiye katlayarak cevap vermelidir. Böyle cevap verilirse tüm yönelimleri sonuçsuz bırakılmış olunur.
Seçim sürecine girildikten sonra, deyim yerindeyse AKP-MHP cephesinin en önemli propaganda konusu Hareketiniz oldu. Kime ve hangi çevreye yönelmek isteseler Hareketinizi öne sürüyorlar; sizinle ilişkide olduklarını, vb. belirterek bir tepki yaratmaya çalıştıkları görülüyor. Bu konuda ne dersiniz?
AKP şimdi bizi, yani PKK’yi bir öcü gibi göstermeye çalışıyor. ‘Kim ilişkilenmişse veya merhaba derse vay haline!’ demeye getiriyor. Yönetimimizden başka arkadaşlar da bu konudan söz ettiler. “PKK’yle en çok ilişkide olan AKP’nin kendisidir” dediler. Bu doğru bir tespittir. AKP tüccar gibidir. Oldukça pragmatist anlayışa sahip bir yapıdır. Daha önce hep bizimle ilişki halinde olarak o ilişkilerden istifade etmeyi hedeflediler. Ancak ne zaman ki, Önder Apo’nun ve Özgürlük Hareketi’nin Türkiye’nin demokratikleşmesinde ısrarlı olduğunu, bu konuda ilkesel yaklaştığını, diktatörlük sistemine prim vermeyeceğini anladılar; bu kez de o zaman belli bir sonuca ulaşmış olan Dolmabahçe Masası’nı devirerek tamamen çark etmeyi ve MHP çizgisine kaymayı çıkarlarına ve esas amaçlarına uygun gördüler. Sonrasında ise bütün stratejilerini Kürt ve demokrasi karşıtlığına göre belirlediler.
Bu ilişki ne zaman başladı, hangi aşamalardan geçti ve nasıl bir seyir izledi?
Esasında 2005’ten 2015’e kadar 11 yıl boyunca dolaylı-dolaysız hep bir ilişki durumu oldu. Bu dönemlerde PKK ile AKP’nin çeşitli düzeylerde ilişkisinin olduğunu söylemek yanlış değildir.
Başlangıçta 2005’te uluslararası bir kuruluş aracı olmak istediğini, Türkiye’ye gidip Başbakan Erdoğan’la da görüştüklerini, onun da aracılıklarına onay verdiğini ve kendilerini MİT Müsteşarı olan Emre Taner adlı kişiye havale ettiğini, dolayısıyla bu konuda bizim de görüşlerimizi almak istediklerini belirtti. Biz de kabul ettik, çünkü biz Kürt sorununu gerçekten diyalogla çözmek istiyoruz. Bu konuda Önderliğimizin uzun yıllar boyunca sergilediği çabalar herkes tarafından bilinmektedir. Eğer ki bu sorunun demokratik-siyasi yollardan çözümü konusunda bir ışık varsa biz bundan çekinmeyiz. Bu yüzden bize iletilen bu teklifi de değerlendirdik ve demokratik çözüm için diyalog sürecinin önünü açtık.
Bu uluslararası grup, uzun bir süre aramızda hep mekik dokudu, mesaj götürüp getirdi. En son Belçika’da heyetler yüz yüze bir araya geldi ve bir görüşme yapıldı. Daha sonra Eylül 2008’den Nisan 2011’e kadar periyodik olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi heyeti ile PKK heyeti arasında görüşmeler yapıldı. Şimdi sayısını tam hatırlamıyorum ama kayıtlarda vardır; yılda birkaç kez bizim heyetimiz resmi bir biçimde Hewlêr’den alınarak Oslo’ya götürülüyordu; yine heyetimizin bir kısmı da Belçika’dan Oslo’ya gidiyordu; Türk heyeti de oraya geliyordu ve görüşmeler o biçimde yapılıyordu. Heyetimiz her görüşmenin özetini mektup halinde raporlayarak Türkiye heyetine veriyordu; onlar da götürüp İmralı’da Önder Apo’ya teslim ediyordu. Kısacası sorunu çözmeye dönük bu biçimde bir ilişki süreci yaşandı ve bu, sorunun çözümü ile Kürt halkı ile tüm Türkiye’nin geleceği ve refahı açısından olumlu bir şeydi. Eğer başarılsaydı Türkiye halkları bugünkü sorunların hiç birisini yaşamazdı.
Yürütülen müzakereler sonucunda 2011’in bahar aylarında bir ortak mutabakata ulaşıldı. Heyetlerin üzerinde uzlaştığı ortak mutabakat, AKP hükümetine Türk heyeti tarafından sunuldu. Ondan sonra bir cevap gelmedi ve muğlakta kaldı. Sonrasında ise AKP yöneticileri Sri Lanka’nın Tamil taktiğinden bahsederek savaş sürecini başlattı.
Ardından 2012’nin sonu itibarıyla yeniden İmralı’da Önderliğimiz ile görüşerek yeni bir süreç başlatıldı.
Bu arada 2010’da bir ara tıkanmalar yaşandı. Ankara yönetimi tıkanmanın aşılması için Sayın Celal Talabani’yi devreye koydu. Onunla da görüşmelerimiz oldu. Türk heyetinin merhum Celal Talabani’ye önerisi üzerine kendisi de Süleymaniye’de tanınan aydın ve siyasetçi Mehmet Emin Pêncewînî’yi kendisini temsilen Ankara’ya göndermişti. Orada YNK ile birlikte sonuç olarak, ‘sorunun çözümü Oslo’daki tartışma-diyalog ile ilerlemiyor; en doğrusu Ankara ile Kandil arasında direkt bir hattın oluşturulması’ yönünde karar almışlardı. Bu YNK ile AKP hükümetinin ortak kararıydı. YNK bunu bize aktardı, ancak biz bunu kabul etmedik.
Neden kabul etmediniz?
Çünkü görünürde Oslo görüşmelerinin tıkanması gösteriliyor ve daha ileri aşama olan Kandil-Ankara arasında yürütülecek diyalogla sorunun çözümü olarak işaret ediliyordu ama esas olarak hedeflenen İmralı’ydı ve gizli bir biçimde Önder Apo’yu dışında tutma taktiği vardı. Onlar, ‘niye yabancılar bize aracı olsun; biz bize tartışalım kendi sorunumuzu çözelim; bu konuda da Mam Celal yardımcı olsun’ diyorlardı. Bu makul bir yaklaşım gibi görünüyordu ama bu planın içinde İmralı’yı dıştalamak da vardı. Dolayısıyla biz bu taktiğe gelmedik; bunun için reddettik. Hatta bundan dolayı YNK’nin yanlış anlamaması için özel mesaj gönderdik ve konuyu izah eden görüşmeler yaptık. Yine sonrasında YNK ile Türkiye’nin arasında da bir soğuma süreci başladı.
Bu süreçten önce, Hakan Fidan yaşanan tıkanmayı gidermek amacıyla bizzat kendisinin Kandil’e gelerek benimle görüşmek istediğini iletti. Ben o zaman KCK Yürütme Konseyi Başkanı’ydım. YNK de, “bizim yönetimimizden de bir heyetle Kandil’e geliriz; Hakan Fidan doğrudan sizinle görüşmek istiyor, bu iyidir, sorunun çözümü için görüşmeniz iyi olur” diye bize çok ısrarlı öneriler yaptı. Biz bunu da kabul etmedik. Ben, “İmralı Ankara’ya daha yakındır; orada görüşme yapsın; niye gelip benimle görüşme yapacak” dedim ve bu temelde o görüşme önerisini de reddettik.
2012 yılının son dönemi itibarıyla ise önemli oranda kamuoyuna da açık yürütülen İmralı görüşme süreci vardır. Burada HDP heyeti, aracı rolünü oynadı. HDP hem çözümün bir aktörüydü hem de aracı gibi bir rol oynadı. Çoğu kez Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bilgisi dahilinde Kandil’e gelerek görüşme sonuçlarını bizimle paylaştılar, bizim görüşlerimizi de alıp görüşmelerde ifade ettiler. Mektupları açıkça gönderdik. Bu mektuplar devlete veriliyordu, devlet okuyup inceledikten sonra İmralı’da Önder Apo’ya veriyordu. Bunların hepsi yürütülen yasal şeylerdi. Hatta o zaman Meclis, bu işi yürütenlerin yargılanmaması için bir yasa çıkardı, ancak sonradan anlaşıldı ki o yasayı sadece kendileri için çıkarmışlar.
Burada önemli olan şunun görülmesidir; AKP’nin derdi Türkiye’nin temel bir sorunu olan Kürt sorununu çözme değil, kendi çıkarının peşinde koşmasıdır. Kendi hesaplarına göre hareket etmesidir. Önder Apo bütün samimiyetiyle sorunun çözümü için uğraştı; bizler de öyle ama AKP samimi değildi ve sorunu çözmedi.
AKP şimdi başkaları için bunu bir suç olgusuna dönüştürüyor…
Sonuçta Kürtler Türkiye’nin bir gerçeğidir. Kürt sorunu da vardır ve bu da bir gerçektir. PKK ise bu sorunu çözmek için yola çıkan bir güçtür. Türkiye’nin en temel bir sorunu olan Kürt sorununu çözmek için görüşülecek en makul güç elbette ki PKK ve onun önderi Abdullah Öcalan yoldaştır. Dahası Önder Apo, Kurdistan halkının kalbinde sarsılmaz bir irade haline gelmiştir. Sorun çözmek üzere yapılacak bir görüşmenin garipsenecek, ayıplanacak nesi var ki şimdi AKP bir suç olgusuna dönüştürüyor! Halbuki kendisi bu kapıyı açtı; kendisi bu görüşmeyi başlattı. Şimdi görüşen ve ilişkide olan kimse olmadığı halde değişik kesimleri ilişkiniz var diye suçlaması büyük bir utanmazlıktır.
Muhalefetle böyle bir görüşmeniz söz konusu değil mi?
Öyle bir görüşme durumu yoktur. Zaten AKP-MHP-Ergenekon ittifakı öyle bir baskı ve tazyik yaratmış ki, muhalefet veya başka güçler bu sorundan bahsetmekten bile korkuyor. Bir kısmı da zaten söz konusu Kürtler oldu mu iktidardan çok da farklı düşünmüyor. Gördük işte; mesela diyelim 6’lı Masa denilen ittifak bir yıl boyunca tartıştı ve bin sayfaya yakın belge hazırladıklarını belirtiyorlar. Bunların içinde bir Kürt kelimesi bile yoktur, Kürt sorunu diye bir şey yoktur. Neden? Yaratılan bu korkutucu ve herkesi ürküten havadan dolayı. Oldukça faşizan, ırkçı bir histeriyle sanki Kürt temsilcileriyle görüşüldü mü kıyamet kopacak gibi! PKK’yi bir tarafa verelim; HDP’yle görüşmeyi bile yadırganacak bir şeymiş gibi servis ediyorlar. Halbuki HDP, Türkiye’nin üçüncü büyük partisi ama Kürtlere dayanıyor, çünkü Kürt davasının temsilciliğini yapma iddiasında ve Türkiye’ye demokrasi getirme programına sahiptir. Onun için onu da hedefliyor. Zaten onu kendisine engel görüyor. HDP’nin 2015’te aldığı tavır nedeniyle aslında HDP’ye bu kadar baskı uyguluyorlar, hedefliyorlar ve bizimle yani PKK’yle aynı kefeye koyuyorlar. Halbuki öyle bir şey yok; HDP legal zeminde mücadele yürüten bir siyasi parti. Ancak HDP’nin tutumundan dolayı tıpkı Rojava gibi onları da PKK’li sayıyorlar. Halbuki Rojava’yı da öyle birebir PKK saymak, bir gerçeği tersyüz etmektir.
HDP’nin 2015’te aldığı tavırdan bahsettiniz. Neydi bu tavır?
Şimdi burada bir gerçeği izah etmekte fayda var; Tayyip Erdoğan aslında çok bireysel ve tepkici bir kişidir. Esasında intikamcıdır. Hatırlanırsa HDP Eşbaşkanı alışık olmadık bir biçimde haftalık Meclis Grup Toplantısı’nı sadece bir cümleyi üç kere tekrar ederek sonuçlandırdı. O da ‘seni başkan yaptırmayacağız’ cümlesiydi. Tayyip Erdoğan’ın Selahattin Demirtaş’a ve HDP’ye bu denli tepki duymasının temel nedeni, bu tutumudur.
Hatta bu konuda farklı bilgiler de verebilirim; mesela sonradan aldığımız kimi duyumlara göre Osman Kavala’ya karşı uygulanan tavrın arkasında da aynı olay vardır.
Osman Kavala’nın bu konuyla ne gibi bir bağlantısı var?
AKP rejimi ve Erdoğan’ın şöyle değerlendirdiğini biliyorum; böyle bir Meclis konuşmasının yapılması fikri esas olarak Osman Kavala’ya aittir. Yani kendisi bunu böyle yapmasını Selahattin Demirtaş’a önermiş; Selahattin Demirtaş da bunu kabul edip gidip Meclis’te o bilinen toplantıyı yapmıştır. İşte bunun için Tayyip Erdoğan hem Selahattin Demirtaş’ı hem de Osman Kavala’yı içeri attırdı. Tayyip Erdoğan için bu iki insanın gerçek suçu budur. ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ çıkışının fikir sahibi olma ve bu fikri doğru bularak Meclis’te ifade etmedir. Osman Kavala için de Selahattin Demirtaş için de mahkemelerde iddia edilen ve suç olarak gösterilen diğer şeylerin hepsi düzmece ve safsatadır. Hiçbirisi doğru değildir. Doğru olan bu belirttiğimdir. Eğer dikkat edilmişse Tayyip Erdoğan çoğu zaman bu her iki değerli ismin davalarına bizzat dahil olmuştur. ‘Bırakılmayacaklar’, ‘suçları ağırdır’, vb. söylemleri olmuştur. Çünkü esas olarak bu belirttiğim nedenden dolayı tutukludurlar. Bu durum, Tayyip Erdoğan’ın yargıyı nasıl gözü kara bir biçimde kendi hizmetinde kullandığına ve onu nasıl araçsallaştırdığına çarpıcı bir örnektir.
Siz biraz önce Rojava’nın PKK sayılamayacağını belirttiniz. Rojava, PKK değilse Türk devleti niye Rojava güçlerine karşı tavır aldı?
Esasında şunu diyebiliriz; devlet, Rojava Devrimi’nden korktu. Onun için ilk önce ilişki kurup kontrol altına almak istediler. Salih Muslim’i Ankara’ya çağırdılar; sanırım birkaç kez görüşmeleri oldu. Sonra baktılar ki kontrol altına alamayacaklar, korkuları daha fazla arttı. Onların esas hesabı şuydu; Rojava, Kurdistan’ın en küçük parçası; 3 milyonluk bir nüfusa sahip. Kürtler eğer Suriye’de bir statü kazansalar, mesela özerklik elde edilse Irak’ta zaten Kürtler federasyon statüsünü kazanmış; ‘niye Kuzey’deki 25 milyon almasın’ gibi bir empati durumunun gelişeceğini; bundan hareketle Kuzey’deki Kürtlerin de olmazsa olmaz bir biçimde özerklikte ısrar edeceklerini, hatta belki daha tehlikeli bir düzeye çıkabileceğini düşünerek aslında korktu. Bu konuda, ‘sorunu abarttı ve bunu bir beka sorunu halinde değerlendirmeye tabi tutarak tamamen bir karşı mevzilenmeye geçti’ diyebiliriz. Bu hususta, ‘nasıl olsa PKK ABD’nin ve AB’nin terör listesindedir’ düşüncesinden hareketle Rojava Devrimi’ni de PKK’yle aynılaştırmaya çalıştılar.
Kuzey-Doğu Suriye’nin şu an 5 milyon civarında bir nüfusu var. Bir ülke kadardır. Orada bir örgüt değil, bir özerk yönetim vardır. Önder Apo’nun çizgisine yakın olabilir fakat PKK saymak doğru değil. Bu yaklaşım onların hesabına geldiği için öyle yaptılar.
Aynı şeyi Türkiye’deki legal kurumlara da yapıyorlar. Yine Rojhilat’a da yapıyorlar. Bu biçimde daha kolay hedefleyebileceklerini düşünüyorlar. Dolayısıyla bu biçimdeki söylem ve yönelimlerle esas hedefledikleri şey Kürt kazanımlarıdır. Korktukları şey ise Rojava halkının statü kazanmasıdır. Bundan korktular. Bunun örnek olacağını, Kuzey’deki Kürtlerin de mutlaka böyle bir hakkı isteyeceklerini, dolayısıyla önüne geçilmesi gerektiğini düşünerek, ‘ülkemizi bölecekler, bir terör devleti kuracaklar’ dediler.
İşte bundan dolayı PKK ile Rojava’yı aynılaştırmaya çalışıyorlar. Evet, ilişkisi olabilir; ancak aynı şeyler değildir. Bir kere eğer söz konusu Önder Apo’nun hareketiyse, ‘devlet kurulacak’ söylemi doğru olamaz. Dolayısıyla bu tür söylemler tamamen masa üzerinde oluşturulmuş birer senaryodur. Çünkü Önder Apo’nun düşünce sistemi devlete karşıdır. Önder Apo’nun düşünce sistemine göre hareket eden Hareketimizin devlet kurma gibi bir planı veya hedefi yoktur. Biz özerklik statüsünü hedefliyoruz. Yani devleti değil, yerel yönetimleri öne çıkaran demokratik konfederalizm perspektifi temelinde, halkların kendi özgünlüklerini yaşadığı, demokratik özerklik sistemiyle yüzünü gönüllü birliğe çevirdiği bir sistemi savunuyoruz.
Dolayısıyla Türkiye’yi bölme gibi bir amacınız yok…
Elbette. Biz Türkiye’yi bölmek değil; biz Türkiye’yi dönüştürmek, Türkiye’yi demokratikleştirmek, demokratik cumhuriyet sistemi içerisinde Kürtlerin de özerklik sistemiyle gönüllü birliğini kurmak istiyoruz. Yani Türkiye’yi bölmek değil, Türkiye’deki halkların gönüllü birliğini inşa etmek ve pekiştirmek istiyoruz. Şimdiki silahla, tankla, topla, uçakla sağlanmak istenen birliği biz gönüllü birliğe dönüştürmek istiyoruz. Bunun için adalet, hak, hukuk ve herkesin kendi özgünlükleriyle yaşama serbestisini savunuyoruz. Aslında bizim demokratik özerklik dediğimiz şey budur; yani halkların eşit-özgür birliğidir. Bizim hedefimiz budur. Bu açıdan AKP’nin, MHP’nin, vb. kimi TC yetkililerinin Hareketimize yakıştırdıkları bölücülük kavramı bir çarpıtmadır ve doğru değildir. Gönüllü birliği aslında sağlamak isteyen bir ideolojik-siyasi çizgiden bahsediyoruz. Esas olarak Türkiye için bölücülük tehlikesi bizden değil, aşırı Türkçü, milliyetçilik adı altında ırkçılığı resmileştiren, dıştalayıcı, ötekileştiren zihniyetten gelmektedir. Esasen bu zihniyeti taşıyanlar bölücüdür. İşin gerçeği ve doğrusu böyledir.
AKP’nin mücadelenize karşı kullandığı bir söylem ise ‘dış güçlerin desteğiyle bu savaşı yürüttüğünüz’ şeklindedir. Bu tür söylemler için ne dersiniz?
Egemen devletler, tarih boyunca Kürt halkının haklı davaları ve haklı talepleri arkasında sürekli dış parmak aramış. Mesela şimdi İran da ‘Jin jiyan azadî’ sloganıyla kadın hakları için sokağa dökülen toplulukların arkasında dış güçlerin bulunduğunu söylüyor, bu temelde yaklaşıyor. Türk devleti de ta Şêx Seîd döneminden bu yana, çok büyük bir yoksulluk içerisinde bulunan; siyaset, diplomasi, vb. konularda çok geri planda bırakılan Kürt halkının haklı taleplerini dış güçlerle bağlantılandırarak katliamlarla ezdi. Bu anlamda kendi vahşi saldırılarını gerekçelendirmek için her türlü yakıştırmayı yapmakta beis görmediler. Şimdi de aynı şey geçerlidir.
Bu konudaki esas bir gerçek ise Türk devletinin arkasında yabancı güçlerin olduğu gerçeğidir. Türk devleti baştan beri Hareketimize karşı savaşında hep NATO’dan siyasi ve askeri destek almıştır. Şimdi de almaktadır. Eğer, NATO’nun bu denli siyasi ve askeri desteği olmasaydı Türk devleti bu savaşı bu kadar uzatmayabilir ve başka çözüm yollarına başvurabilirdi. Yani NATO’nun o desteği Türkiye halklarının çok da hayrına değildir. Çünkü savaşı destekleyen ve teşvik eden bir pozisyon çıkarıyor ortaya. NATO veya değişik güçlerin desteği bu savaşı devam etmede teşvik edicidir. Dolayısıyla bu kadar uzayan bu savaş, esas olarak halkların bir savaşı değil, Türk devletinin şiddete dayalı politikasını destekleyenlerin bir savaşıdır ve onlar savaşı kendi emperyal çıkarlarına uygun gördüğü için bu savaş devam etmektedir. Türkiye’de devlet bünyesindeki ırkçı, soykırımcı anlayış ile dış güçlerin emperyal çıkarları bu savaşın sürdürülmesinin temel nedenidir.
Günümüzde herkes Irak hava sahasının ABD’nin denetimi altında olduğunu biliyor. Yine Suriye’nin hava sahasının bir kısmının Rusya’nın, bir kısmının da ABD’nin elinde olduğu biliniyor. Peki madem ABD, Türkiye’nin bize karşı saldırılarını desteklemiyorsa ve Hareketimize yardımcı oluyorsa, nasıl oluyor da Türkiye’nin savaş uçakları ve dronları Irak’ın 250 km kadar iç hatlarına gidebiliyor? Çok iyi biliniyor ki; ABD istese kuş bile uçurtmaz; bir kuş bile sınırdan geçse düşürür! Peki, Türk uçaklarına niye ses çıkarmıyor? Çünkü zaten destekliyor. Yine mesela ABD’nin Rojava güçleriyle olan ilişkisi sürekli gündemde tutuluyor ama mesela 2019’da Serêkaniyê ve Girê Spî’ye (Til Ebyad) dönük Türk devletinin saldırılarının önünü açanın da ABD olduğunu hep beraber gördük.
Burada açık olan şey şudur; Türk devleti her zaman dış güçlere dayanarak Kürt hareketlerini ezmeyi hedeflemiştir; şimdi de aynı şeyi yapıyor. Hatta şimdi sadece NATO’nun desteğiyle de yetinmiyor; Rusya’nın da desteğini almak için o kadar çaba sergiliyor. Efrîn saldırısını Rusya’nın desteğiyle gerçekleştirmedi mi? Suriye’nin çok çeşitli yerlerinde Rusya’ya dayanarak Kürtlere karşı pozisyon kazanmadı mı? Kürtlere karşı destek alabilmek için dünyanın süper güçlerine Türkiye’nin zenginliklerini peşkeş çekerek, pazarlayarak, her türlü çabayı sergiliyor ve şu an Suriye’yle kurmaya çalıştığı gibi ilişkiler geliştirmeyi hedefliyor.
Buna paralel olarak bir de kimi çevrelerin Hareketinizin bir ABD projesi olduğu yönünde beyanları oluyor. Neye dayanıyorlar, niye bu iddiada bulunuyorlar?
Açık ki; burada çok vicdansız bir durum vardır. Yoksul Kürt halkının özgürlük talebiyle yola çıkan hareketine karşı bütün dünyanın en süper güçlerini yönlendirerek yok etmek istiyorlar; bununla da kalmıyorlar, çok pişkince “PKK’nin ABD’yle, şununla bununla ilişkisi var” diyorlar, bir proje olduğunu söylüyorlar. Bunu söylerken de hiç utanmıyorlar.
Doğu Perinçek vakti zamanında benim de tanıdığım ve görüştüğüm bir insandı. Sonrasında ise nasıl bir kişiliğe dönüştüğünü tüm kamuoyu biliyor. Şimdi kendisinin anti Amerikancı olduğunu söylerken, hareketimizin ise bir ABD projesi olduğunu söylüyor. Peki neden ABD bizlerin başına milyonlarca dolar ödül koyuyor da kendilerinin anti Amerikancı söylemleri dışında hiçbir çelişkileri yansımıyor? Bırakın çelişkinin yansımasını, NATO Gladiosu’nun temsilcisi konumunda olan MHP vb. güçlerle el ele kol kola görüntü veriyorlar; bu projeyle aynı ittifakta yer almak için çok hevesli yaklaşımlar sergiliyorlar. Gerçeklikler çok daha farklıdır. Bu gibi saçma sapan teorileri ortaya atanlarla birlikte tüm AKP trollerinin bu yönlü iddiaları külliyen yalandır; çok vicdansızca, çok ahlaksızca sunulmuş büyük çarpıtmalardır. Başka da bir şey değildir. Özcesi bunlar Kürtleri ezmek ve yok etmek için bütün dünyadan destek almaya çalışıyorlar; onunla da yetinmiyorlar, “Kürtlerin dış güçlerle ilişkisi var; Türkiye’yi parçalayacaklar” diyorlar. ‘Bu kadar da olmaz!’ diye düşünülebilir ama yaşanan gerçek tamı tamına böyledir.
Rojava devrim güçlerinin ABD ile olan ilişkilerini nasıl anlamak gerekir?
Rojava yapılarının çok olağanüstü koşullarda, çok farklı şartlarda, DAİŞ’e karşı mücadelede ABD’yle ortaklaşması gelişti. Az önce de belirttiğim gibi Rojava, PKK değildir. Önder Apo’nun çizgisinden etkilenenler ve o çizgide yürüyenler olabilir ama PKK farklı bir olgudur. Ayrıca Rojava güçlerinin ABD ve Uluslararası Koalisyon güçleriyle ilişkisi de öyle siyasi bir ilişki değil, DAİŞ’e karşı ortak mücadele üzerine kurulmuş bir ilişkidir. Mesela ABD askerleri orada olmasına rağmen hala Kuzey-Doğu Suriye’ye siyasi bir destekleri yoktur. Yine Rojava’nın siyasi statüsünü tanımaları söz konusu değildir. Hatta öyle desteği olmadığı için Suriye’ye ilişkin yapılan BM toplantılarında Kuzey-Doğu Suriye’nin temsilcileri yoktu. Eğer ABD’nin desteği olsaydı, orada Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’den de temsilciler olurdu. Özcesi, orada görülen, ne kadar zaman sürdürüleceği belli olmayan DAİŞ’e karşı bir ortaklık durumu söz konusudur.
Şimdi kalkıp da buradaki bu özgün durumu tüm Kürt Özgürlük Hareketi’ne mal etmek ya da Kürt Özgürlük Hareketi’ni bir Amerikan projesi gibi göstermek, büyük bir çarpıtma ve kocaman bir yalandır. Hem onlardan destek alarak bizi vuruyorlar hem de bizi onların ilişkisi olmakla suçluyorlar. AKP’nin trolleri her gün televizyonlarda bunu tartışıyorlar; hiç utanmadan dayandıkları gücün yardımıyla vurdukları gücün ilişkisi olduğunu söylüyorlar.
Daha önceki söyleşilerinizin birisinde AKP’nin olmayan bir şeyi var, var olan bir şeyi de yokmuş gibi göstermekte usta olduğunu belirtmiştiniz…
AKP’nin çarpıtma karnesi yıldızlarla doludur. Doğruları dile getirmeyen söylemleri çok fazladır. Zaman zaman muhalif basın da bu tür şeyleri işliyor. Özür dileyerek söylüyorum; bunlar Türkiye halklarını sürü gibi görüyor. Neyi söyleseler Anadolu insanının doğru kabul edeceğini; baskı ve şiddet uygularsa Kürtlerin de sinerek korkup geri kaçacağını sanıyorlar. Yok böyle bir şey. O dönem geçti. Mesela en son o adalet bakanının söylediği sözler. “Kürtlere hak tanıdık, verdik” diyor. Peki Kürtlere o kadar hak tanıdıysanız, Kürt dili üzerindeki yasağı kaldırdıysanız, Kürt diline hizmet eden, Kürt kültürünü yaşatan insanları, siyasetçileri niye zindanlara koymuşsunuz! Hem de o adalet bakanının denetimindeki zindanlarda on bine yakın Kürt siyasetçi vardır. Onların kaç tanesi silahlı örgüt kanadındandır, yani silahlı mücadele verirken tutsak düşmüştür? Yüzü bile geçmez. Diğerlerinin hepsi siyasi çalışanlardır; hepsi kültürel faaliyet yürüten, şu bu çalışmayı yürüten, Kürtlüklerinden dolayı, kimlik mücadelesi verdiğinden dolayı ceza verilmiş kimselerdir. Hem bunu yapıyorlar hem de pişkince yalan söylüyorlar. Bütün bunları yaparken hiç yüzleri kızarmadığına göre, demek ki yalancılıkta belli bir ustalıkları da söz konusudur.
14 Mayıs seçimlerinde Yeşil Sol Parti listelerinde iki aday çok dikkat çekti. Hasan Cemal ve Cengiz Çandar. Bu iki ismin aday gösterilmesine dönük HDP çevrelerine yönelik olarak kimi sol kesimlerden eleştiriler gelişti. Siz bu adaylık konusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, böylesi tartışmaların olduğunu basın yoluyla biz de öğrenmiş olduk. Doğrusu biz Yeşil Sol Parti’nin Sayın Hasan Cemal ve Sayın Cengiz Çandar’ı aday göstermesinde herhangi bir yanlış görmedik. Tersine, Türkiye’nin temel sorunlarını ve Kürt sorununun demokratik çözümüne köklü ve kapsamlı yaklaşmalarından dolayı bunda rol oynayabilecek böyle bir listeyi hazırlama çabası biçiminde anladık. Elbette bilgim yok ama umarım böyledir; en azından benim yorumum böyledir. Dışarıdan bakıldığında böyle görülüyor. Doğru; hem Türkiye’de bilinen bazı sol kesimler tarafından bu iki ismin aday gösterilmesine dönük eleştiriler oldu hem de kimi kendine ‘milliyetçi’ diyen çevrelerin de sadece bu iki isme dönük değil, genelde Türkiye sol hareketlerinden adaylara dönük bir biçimde rahatsızlıklarını ifade ettiklerini biliyorum. Fakat biz bu tür yaklaşımları yanlış görüyoruz. Eleştiriyor olabilirler ama şu bir gerçek ki; bu insanlar Türkiye’nin tanınmış yazar ve gazeteci sınıfında en ileri düzeyde olan ve zamanında ana akım medya denilen organlarda köşe yazarı olarak etkili bir pozisyondayken herkesten önce Kürt sorununu gören, Türkiye’nin demokratikleşmesinin Kürt sorununun çözümünden geçtiğini cesaretle belirten ve bu konuda ısrarlı bir biçimde tavır sahibi olan kimselerdir. Bu açıdan Yeşil Sol Parti’nin bu kişileri aday göstermiş olması bir yönüyle vefa tutumu, bir yönüyle de rol biçme tutumunu simgelemektedir. Biz bu nedenle HDP’nin ve Yeşil Sol Parti’nin Kürt sorununu Türkiye ekseninde çözmekte ısrarlı olduğunu ve bu ısrarın bir sonucu olarak Türkiye siyasetinde etkili olabilecek, düzeyi olan birçok değerli insanı çatısında toplamak istediğini anlıyoruz. Bu iyi bir şeydir. Bu, Türkiye açısından, genel demokrasi mücadelesi ve sorunların çözümü açısından iyi bir şeydir. Esas olarak halkımız bunu görmeli ve bu gibi insanları daha güçlü kucaklamalıdır.
Öte yandan Türk burjuva egemen sınıfı ve devleti, Türkiye sol hareketi ile Kurdistan Özgürlük Hareketi’ni ayrı kulvarlarda tutma ve bir araya gelmelerini engelleme noktasında çok stratejik bir çaba içinde olmuştur. Dikkat ederseniz; uzun yıllardan bu yana Kurdistan kentlerinde 1 Mayıs yasaklanırken, Türkiye kentlerinde ise Newroz yasaklanmıştır. Bu tür uygulamaların hepsi Kurdistan Özgürlük Hareketi ile Türkiye emekçi sınıflarının, sol-sosyalist-demokratik hareketlerinin ortak mücadelesinin önüne geçmek içindir. Diğer yandan; sömürgeci Türk devleti vakti zamanında Türkiye Komünist Partisi’nin Kürt halkının haklı istemlerine ve ondan kaynaklı gerçekleşen direnişlere yanlış ve doğru yaklaşmamasından çok yararlandı ve hatta Kürt sorununu uluslararası düzeyde marjinalleştirmede o zamanki TKP’nin tutumunu bir dayanak yaptı. Bundan dolayı bu konu basit bir konu değil, önemli bir konudur. Oysa aynı egemen sınıflar, Kurdistan’da uyguladığı soykırım, faşist baskı ve güvenlikçi sistemden dolayı Türkiye’nin demokratikleşmesini de sürekli frenlemiştir. Bu açıdan Türkiye’nin demokratikleşmesi, Türkiye’de devrim hareketinin gelişmesi bakımından Kürt Özgürlük Hareketi’yle ortaklık, birleşme, ortak hareket etme, çok çok önemli bir konudur. Bundan dolayı Önder Apo daha ilk çıkışında bu konuya çok önem verdi. Önderliğimizin Kurdistan Özgürlük Mücadelesi’ne dair görüşlerini ilk paylaştığı kişiler, bilindiği gibi Karadenizli Haki Karer ve Kemal Pir yoldaşlardı. Önder Apo, Türkiye devrimi ile Kurdistan devrimini hiçbir zaman ayrı tutmadı. Önderliğimizin en baştaki bu tutumu bugün de devam ediyor.
Biz Kurdistan Özgürlük Hareketi ile Türkiye sol-sosyalist-demokratik hareketinin bütünselliğini önemli görüyoruz. Bu nedenle de Türkiye sol hareketleriyle yürütülen ittifak çalışmalarını hep önemli görmüşüz, stratejik düzeyde ele almışız. Hiçbir zaman taktik bazda yaklaşmadık. Zaman zaman pratik uygulamalarda karşılıklı kimi eksiklikler ortaya çıksa bile bizim asli bakış açımız öyle değildir. Çünkü belirttiğim gibi; her şeyden önce Önderliğimizin düşünce sisteminin ana doğrultusu halkların kardeşliği ekseninde Türkiye devrimi ile Kurdistan devriminin ortaklığıdır.
Bu vesilesiyle Türkiyeli tüm emekçi kesimlerin, ezilen sınıfların ve yurtsever halkımızın yaklaşan 1 Mayıs Dünya Emekçiler Günü’nü şimdiden kutluyor, Newroz’dan 1 Mayıs’a uzanan mücadele halkasında ezilenlerin mücadelesini yürüten herkese üstün başarılar diliyorum.
Özellikle son günlerde seçim tartışmaları çerçevesinde Önder Apo’yla ilgili bazı söylemler oldu. İktidar da muhalefet de bu duruma değiniyor. Siz bu yapılan tartışmaları nasıl karşılıyorsunuz?
Bir kere her şeyden önce seçim çerçevesinde Önderliğimizi tartışma konusu yapmak doğru bir şey değildir. Önder Apo, Kurdistan halkının stratejik önderliğidir ve üzerinde ağır bir yük vardır. İyi niyetli insanlar bunu düşünmeden, olur olmaz tartışma konusu yapmaktan kaçınmalıdır.
Türkiye’nin en temel sorunu olan Kürt sorunu ve Önderlik konusu seçim taktikleri çerçevesinde ele alınacak, tartışılacak ve çözüme gidebilecek konular değildir. Erdoğan ve AKP çevreleri, ikide bir, konuyu gündeme getiriyor. Esasen Türkiye’nin en temel konusu olan bu konu, seçim taktikleri vesilesiyle ele alınamayacak kadar ciddi bir konudur. Sadece iktidar değil, muhalefet ve özellikle CHP çevreleri de zaman zaman saygılı olmayan bir üslupla tartışma konusu yapıyor. Bunların hepsi konuya ciddi yaklaşmayan, sıradanlaştırma tutumları oluyor. Halkımız ve kamuoyu bu tür yaklaşımlara hiçbir biçimde itibar etmemelidir.
Şunu herkes iyi bilmeli ki; Kurdistan Özgürlük Hareketi’nde birkaç tane odak yoktur, tek bir odak vardır. Onlar ne kadar uğraşsalar da artık özellikle Kuzey Kurdistan’da Kürt halkının siyasal-toplumsal yapısında farklı odakları yaratamazlar. Çünkü doğru yolun ve çözüm tarzının temeli sağlam bir biçimde atılmıştır ve bu duruş, başarının temel gücü olmaya devam edecektir.
27 Nisan günü Avrupa’da oy verme işlemleri başladı. Bu vesileyle Avrupa’daki yurtsever-demokrat seçmenlere mesajınız nedir?
Geçmiş seçimlerden görüldüğü kadarıyla Avrupa’daki Kurdistanlı kitleler seçime çok rağbet etmiyor. Katılım oranı azdır. Bunu yeni dönemde aşmak gerekiyor, çünkü şimdi hem tüm Türkiye için hem Kürt halkı için sıradan bir seçim değil, önemli bir seçimdir. Türkiye halkları bu seçimle adeta kaderini tayin edecektir. Türkiye toplumu bir bütün olarak, demokrasinin mi, yoksa diktatörlük sisteminin mi kazanacağının oylamasını yapacak. Bu açıdan bu seçim büyük bir önem taşıyor.
Bir de Kürt halkı ve sol demokrasi güçleri de artık Türkiye siyasetinde bir irade olduklarını, vazgeçilemez bir rol ve misyona sahip olduklarını bu seçimde en etkili bir biçimde ortaya koymak durumundadır. Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi noktasında Yeşil Sol Parti’nin yeterli düzeyde oy alması, destek görmesi çok çok önemlidir.
Bu açıdan benim Avrupa’daki tüm devrimci, demokrat ve yurtsever insanlara çağrım şudur: Türkiye’de ve Kurdistan’da yaşanan bu can alıcı sürece karşı kayıtsız kalınmamalı; mutlaka sandığa gidilmeli ve doğru çizgide tercih yapılmalıdır. Özellikle tüm yurtsever Kurdistanlılara çağrım; mutlaka seçimlere katılarak Emek ve Özgürlük İttifakı’na oy vermeleridir. Unutmamalıyız ki; eğer bir yerde bir diktatörlük, bir zulüm varsa buna karşı sessiz kalmak, hiçbir şey yapmamak, o zulme ortak olmaktır. Bu açıdan Avrupa’daki tüm yurtsever insanlarımız eğer AKP-MHP’nin Kurdistan’da yürüttüğü bu zulme ortak olmak istemiyorlarsa mutlaka sandığa gidip karşı tutumlarını ortaya koymalıdır.